Elmayı satan bilir
Tadını tatan bilir
Macırlık ateşten gömlekmiş
Acısını çeken bilir(Halk Mânisi)

Muhacirliği Bulgaristan Türklerine sorarsanız, bunun ateşten bir gömlek olduğu cevabını alırsınız. Bulgaristan Türkünün alınyazısı olmuş göç olgusu Doksanüç Harbinde başlayarak yakın geçmişe kadar sürmüş, günümüzde de devam etmektedir. İkinci Dünya Savaşından sonra dünyada gerçekleştirilen en büyük kitlesel göçü yine Bulgaristan Türkleri yaşamıştır.
1989’un büyük göçüyle daha önceleri yapılmış göçler arasında farklılıklar da vardı. Önceki büyük göçlere Doksanüç Savaşı ve Balkan Savaşları sebebiyet vermişti. Daha sonraki göçler, örneğin 1950/51 ve 1968/77 yılları göçleri Türkiye-Bulgaristan arasında imzalanmış antlaşmalar çerçevesinde gerçekleştirilmişti. Söz konusu yıllarda göç edenlere Bulgar makamlarınca verilen pasaportlar Türk ad ve soyadlarıyla verilmiş, pasaportları da göç pasaportuydu. 1989’un kitlesel göçünde ise savaş yoktu, Türkiye-Bulgaristan arasında imzalanmış herhangi bir göç antlaşması da yoktu. En ilginç olanı, zorunlu göçte Türkiye’ye gelenlerin ellerinde göç pasaportu değil, turist pasaportu vardı ve bunlarda Bulgar adları yazılıydı. 1989’un yaz aylarında tarlada, fabrikada, maden ocaklarında çalışan onbinlerce “Bulgara” (Türke) işlerini bıraktırıp yurt dışı seyahatine çıkmaları, “turist” kervanlarına katılmaları emredilmişti. Yetkililer, “Bu göç değil, bu bir turizm hizmetidir. Biz Viyana Antlaşması doğrultusunda Halk (Ulusal) Meclisimizin bir insancıl kararını uyguluyoruz. Günde bir iki tren değil, dört, altı, sekiz tren yollamaya imkânlarımızı seferber ettik”, diyorlardı. Evet, yurt dışına çıkmak isteyen Bulgar vatandaşlarına 1 Eylül 1989 tarihinden itibaren yurt dışı pasaportu verilmesi yasası Mayıs ayında Meclisten geçmişti. Ama yetkililer 1 Eylülü beklemediler. 29 Mayısta Devlet Başkanı Todor Jivkov’un Bulgar ulusal televizyonunda Türkiye’ye çağrıda bulunarak sınır kapılarını açmasını istemesiyle “Bulgarlara” turist pasaportu verilmesine başlandı. Bunlar, yüzyıllar önce Bulgarmışlar da zorla Türkleşmiş oldukları bilincine varmışlarmış, gönüllü olarak Bulgar kökenine, Bulgar aslına dönmüşlermiş ve Bulgar adı almışlarmış. Böyle bilinçte olan “Bulgarlara” yasanın öngördüğü tarihten önce pasaport verilmesi hatta bazı yerlerde pasaportları “Bulgarların” evlerine götürülmesi bazı kesimleri hayrete düşürdü. Bu bir imtiyaz mıydı, neydi, diye soruyorlardı birbirine… Türkler bu göçe büyük göç, Bulgar yetkililer ise büyük seyahat, büyük gezi dediler.
Bulgaristan Yahudilerinden ünlü tiyatro ve sinema yönetmeni, senaryo ve roman yazarı Anjel Vagenştayn, büyük göç aylarında Amerika’da bulunan senaryo yazarı ve dramaturg Bulgar dostu Georgi Danailov’a yazdığı mektubunda ülkede olup bitenleri anlatırken Türkler hakkında da şunları yazdı: “Sana “İslâmlaştırılmış Bulgarlar’ın trajedisinden de söz etmek isterim biraz. Bugüne kadar yaklaşık 220 bin kişi Bulgaristan’ı terk etti ve bizdeki bazı aptalların yazmaya devam ettiği gibi, bunlar komşu Türkiye’ye geziye çıkmışmış. Olay gerçekten çok acı ve sarsıcı. Bu insanların kaderini düşündükçe gözyaşlarımı tutamıyorum. Korkunç! Hatta müthiş! Tamamen boşaltılmış köyler, yabanileşmiş köpekler, susuzluktan kurumuş bahçeler, ürünü toplanmamış tarlalar, ıssız maden ocakları… Kim kovdu bu insanları, niye göç yollarına düştüler? Bugün radyoda konuşan bir divaneye göre, “iyi Bulgar” olmadıkları için yollara düşmüşler. Tabiî ki bu insanlar “iyi Bulgar” değil ve olamazlar, çünkü Türk’türler, ama her zaman iyi, çalışkan ve dürüst Bulgar vatandaşı olarak yaşadılar” (Äàíàèëîâ, 2001).

Bu göç bir başka göçtü… Aileler parçalanıyordu… Galip Sertel’in Bir Başka Göç adlı yazısından şu satırları okuyalım:
Otuzbeşlik bir kadın, iri tombul yanaklı, kırmızı benizli… Toprak, ter kokusu üstü-başı. Dobruca köylerinden… Kocasını bir gece gelmişler, almışlar, götürmüşler. O gün, bu gün, ne ses, ne selâm…
Kadına:
“Kocanı Türkiye’ye yolladık. Topla tasını-tarağını, al pasaportunu! Yolcusun…” demişler sancak polis dairesinde…
Ve şimdi de ayrılık öncesi, trenin kalkmasına çok az kala, torunlar dedelerinin elini öpüyor, sonra kadın, babasının boynuna sarılıyor, gözyaşları içinde:
Baba ba, diye ağlıyor… Baba ba, seni nasıl bırakayım?”
Yetmişlik dedenin kırışık yüzü taş kesilmiş. Bakışı donuk donuk, torunlarını okşamaya çalışıyor.
“Sabırlı ol kızım, diyor, Allah sabır versin… Çocukların var, kızım… Onları kurtarın…”
Neden, kimden kurtarsınlar? Buralarda doğmamışlar mı? Gülüp koşmamışlar mı?
Yine kadının sesi çınlıyor ortalıkta:
Baba ba?! Seni kimlere…
Ve işte polisin copu kesiyordu bu sesi…
…………………………………………………………………
Ve kadının, kulakları yırtan sesi:
“Baba ba, seni kimlere bırakayım…”
Babaya pasaport verilmemiş.
Aileler maksatla parçalanıyor…
Polis bazı köyleri basıyor… Türklerin evlerinde “vatan hainleri” aranıyor. Bazı köylerden sadece gençler otobüslere yaka-paça bindirilip sınır dışı ediliyor:… Şok havası yaratılıyor. Güvensizlik sürüp gidiyor. Pasaport için müracaat etmeyenlerin evlerinde tehdit estiriliyor…” Bulgaristan Bulgarlara, Türkler Türkiye’ye!”
……………………………………………………………………………………
Ve göç diye zorla uğratıyorlar.
Ana baba kalıyor, oğul gidiyor.
Evlât kalıyor, baba gidiyor.
Kardeş gidiyor, kardeş kalıyor…
Orada, Silistre garında, Haziran güneşinin öğle sıcağında, gerili sicimlerin boyunda, oğlunu uğurlayan bir anne, Kalaşnikof’lu polislerin karşısına çökmüş: defol defol, söyleniyor kendi kendine:
“Evlât acısı başka… Siz nereden bileceksiniz? Evlât acısı başka… Doğarken belden kopuyor, giderken yürekten… Evlât acısı başka…”
Oğlu, gerilmiş iplerin öte yanında. Biraz evvel çağırılmış. Ağlayarak el sallıyor harabeye dönmüş anneye…
Megafonla birer birer çağrılıyor cetvelden adları yazılı olanlar. Kulakları sağırlaşmış bir dede, annesine (eşine-H. S. Y.) çıkışıyor:
“Bizi çağırdılar, mare işitmedin mi? Galiba Fidan dediler.
Ad değiştirme kampanyasında Türklerin çoğu, Bulgarların istediği o Hristiyan adını değil de, ağaç, veya çiçek adı seçmişti ve bu adları bile işitmek istemiyorlardı.
“Fidan dediler, mare!…”
Vagonlara bindirilecek olanları, cetveldeki sıralarına göre çağıran emniyet yetkilisi:
“Beş senedir adlarınızı öğrenemediniz:… Ne kalın kafalı insanlarmışsınız” diye mırıldanıyor…
(Yenisoy, 2005).

Ailelerin parçalanması düşündürüyordu bazı bilim adamlarını. Bulgar Bilimler Akademisi Sosyoloji Enstitüsünden Yahudi kökenli Akademisyen Prof. Dr. Niko Yahiel, kendisinin de çok ağır yaşadığı Bulgaristan Yahudilerinin göç olayı ile Türklerin göçü arasında bir paralellik yapar. Ailelerin parçalanmasıyla sülâle bağlarında, akrabalık bağlarında kopukluk olduğunu ve birileri gidince sülâlenin, ailenin öteki bireyleri de yollara dökülüp bir zincirleme reaksyonu olduğunu belirtir. İnsan hakları konusunda da uluslararası kanunların korunması gerektiğini vurgulamaktadır: “Ben, heyecanlanmadan olamıyorum, çünkü Yahudilerin göçünü bizzat yaşadım. O zamanlar benim ailemde de trajedi yaşandı. Daha sonraları bir başka heyecan – adımı değiştirmem için bazı çalışma arkadaşlarımın baskısını da yaşadım. İribacakov (Türk soyadı olan ünlü Bulgar bilim adamı ve toplumcu-H. S. Y.) soyadını değiştirirse, ben de o zaman adımı değiştiririm, demek mecburiyetinde kaldım. Tüm bunlar hakarettir, onur kırıcı davranışlardır. Todor Jivkov’un yanına gittim ve beni görevimden almasını rica ettim. Böyle bir ortamda çalışamayacağımı kendilerine söyledim.

1989 yılında Bulgaristan’ın gerçekleştirdiği geniş kapsamlı zorunlu göçün sebeplerini 1984/85 olaylarında aramalıyız. 1984’ün Aralık ayının sonunda başlatılan, 1985 yılı Mart ayına kadar süren kısa bir zamanda silâh zoruyla, asker gücüyle ve ölüm tehdidiyle Türklerin adları Hristiyan-Bulgar adlarıyla değiştirildi, giyim-kuşamları yasaklandı, camiler tahrip edildi, cenazeler Bulgar mezarlıklarında Hristiyan geleneklerine göre gömüldü. Türk dilinde eğitim şöyle dursun, evde dahi Türkçe konuşmak yasaklandı. Tepki gösteren Türkler ölüm kamplarına, cezaevlerine, sürgüne gönderildi. Ajda Meşeli Balkanlar’da Türk Olmak adlı şiirinde o karanlık günleri şöyle şiirleştirdi.

………………………………………………………….
Zor günlerdi… Ey Anadolu, çok zordu yaşananlar…
Kılıç yarasından beterdi, yüreklere saplanan acılar.
Yine de dayandı hepsine Türk’ün çevik yüreği…
Ölmeyi denedi de, dili bir türlü;
“Ben Bulgarım” diyemedi.

Ne işkenceler çekti nice şanlı yürekler, bir bilsen…
Ateş üstünde yürümek mi dersin,
Kan ter içinde dövülmek mi dersin…
Yolda yürürken, bir türkü mırıldanmışsın
gönlünce…

Para cezası yemişsin.

Üstelik onların istediği gibi de giyinmemişsin…
“Adın ne?” diye sorduklarında,
“Ben Türküm!” diye cevap vermişsin.
Bulgar olduğunu iddia ettiklerinde de.
Şiddetle inkâr etmiş,
Ve… zindana mahkûm edilmişsin.

Ah Anadolu, bir bilsen…
Nasıl mahrum ettiler bizi ezan sesinden.
Ramazanda davul sesinden.
Bayramlarda çocukların sevincinden.
Düğünlerde bir parça musikiden.
Adımızdan, şanlı Türk adımızdan…
Nasıl da mahrum ettiler.

Konuşmamızdan tut da, kılık kıyafete kadar.
Okunan kitaplardan, dinlenen plaklara kadar.
Örf ve âdetlerden ibadetimize kadar karıştılar.
Türk olmayı, hep yasakladılar!
……………………………………………………….
(Yenisoy, 2005).

Totaliter rejim yöneticileri, devlet mekanizmasının tüm güçlerini harekete geçirerek “başarıya” ulaştıktan sonra Bulgaristan’da Türkler denen bir etnik topluluğun olmadığını dünyaya duyurdular. Ama Bulgar halkıyla “gönüllü olarak Bulgar kökenine dönmüş Bulgarlar” arasında fark yapmaya devam ediyorlardı. Bulgar halkından olanlara geleneksel adlarını taşıyan Bulgarlar, diyorlardı. Zorla Bulgar adı verilmiş olanlara ise şöyle adlar uydurmuşlardı: “Türk Ahalisi”, “Türk Azınlığı”, “Bulgar Türkleri”, “Türkleşmiş Bulgarlar”, “Kendini Türk bilen Bulgarlar”, “Türkçe konuşan Bulgarlar”, “Bulgar Müslümanları”, “Müslüman Bulgarlar”, “Türk kökenli Bulgar yurttaşları”, “Özümsenmiş Bulgarlar”, “İslâmlaştırılmış Bulgarların torunları”, “Türkleştirilmiş Bulgarların torunları”, “Geleneksel Bulgar adı taşımayan Bulgarlar”, “Türk etnik özbilincine sahip Bulgar yurttaşları”, “Türk özbilincine sahip Bulgarlar”, “Türk dillerini konuşan Bulgarlar”, “Türkçe konuşan Bulgarlar”, “Türkçe konuşan Bulgarlar topluluğu”, “Bulgarca konuşmayan topluluk”, “Türkçe konuşan Türk kökenli Bulgarlar”, “Türkçe konuşan Bulgar kökenli yurttaşlar”, “Bulgaristan’da Türkçe konuşan Türk kökenli Bulgar yurttaşları”, “Değişik adlar taşıyan menşei belirsiz belirli bir grup insan”, “Bulgar olmayan topluluk” vb.
*
Beş yıl süren o korkunç dönemde tırmanışı giderek artan baskılar, Zorunlu Göç ile son haddine ulaştı. Bulgaristan Türkleri bu duruma son verilmesi için çabalıyor, ama ülke çapında hiç kimseden, hiçbir yerden herhangi bir destek bulamıyorlardı. Totaliter rejim yöneticilerinin uyguladığı baskı politikası Bulgarları da korkutmuştu. Sabır tükeniyordu. Aktif direnişe geçilmeliydi. Mayıs 1989’da her şeyi göze alan Türkler yürüyüşe, direnişe geçtiler. Şehit düşenler, yaralananlar oldu, ama seslerini dünyaya duyurabildiler.
Türklerin direnişi ülkedeki politik olayların gelişmesini hızlandırdı ve Todor Jivkov’un idareden indirilmesi, totaliter rejime son verilmesi sağlandı.
Türklerin direnişini destekleyen bazı Bulgar aydınları da vardı. O korkunç günlerde, Temmuz 1989 tarihinde dünyaca ünlü kadın şair ve yazar, sonra da – demokrasi sürecinin başlarında, tüm Türk halkının da büyük katkısıyla – Bulgaristan Cumhurbaşkanı Yardımcısı seçilen Blaga Dimitrova, Bir Ad başlıklı eseriyle göç olaylarını kınadı ve masum Türklere manevî destek oldu. Daha sonraları Almanya’da düzenlenen uluslararası bir forumda da Türkleri savundu. Aynı yılın sonbaharında Sofya’da düzenlenen büyük mitinglerden birinde ünlü Bulgar mizah şairi ve yazarı Radoy Ralin: “Biz 35 yıl T. Jivkov’un idare ettiği yıllarda inim inim inledik. Türk ve Müslüman kardeşlerimizin direnişleri olmasaydı, inanın daha 35 yıl öyle inleyecektik. Bugünkü özgürlüğümüzü Türk ve Müslüman kardeşlerimize borçluyuz…” demişti. Cumhurbaşkanı seçilen Dr. J. Jelev, Sosyaldemokrat Partisi lideri Dr. P. Dertliev ve daha birkaç Bulgar aydını bizlere dostluk elini uzatarak haklarımızı istemekte birlik olduk. Adlarımızın iade edilmesi, dilimiz, dinimiz ve kültürümüz konularında sorunlarımızın yasalarla çözüme kavuşturulmasını istedik.
Orta Avrupa sosyalist ülkelerinden Polonya, Macaristan, Çekoslovakya ve Doğu Almanya’da komünist idarelere karşı değişik tarihlerde yapılan hareketlenmeler, eylemler Bulgaristan’da olmadı, diyenler vardı. Gerçekten de olmadı. Dr. J. Jelev’in yazdığına göre böyle eylemde bulunmak, doğrudan ölüme gitmek, demekti. Bulgar komünistleri Ruslara gönülden bağlı olduklarını göstermek için Rusçayı Bulgarlara ikinci ana dili olarak daha ilkokul birinci sınıftan öğretmeye başlamışlardı, Bulgaristan’ı da Sovyet Rusya’nın 16 cumhuriyeti olması için kararlar almışlardı. Bu durum M. Gorbaçov’un perestroykasına kadar sürdü. Bulgar Komünist Partisinin soya dönüş kavramının çok çirkin bir kavram olduğununun altını çizerek Dr. J. Jelev düşüncesini şöyle açıkladı: “Bulgaristan Türklerinin soya dönüşünü değil, bunların politik ve etik açıdan soysuzlaşmasını ifade ediyordu. Soya dönüş süreci bu kadar yıl sonra nereden bakılırsa bakılsın, gerçekten politik bir akılsızlıktır” (Éîñèôîâ, 2008).
Bulgaristan Türklerinin durumu edebiyat eserlerine de yansıdı. Türkiye’deki Bulgaristan göçmeni sanatçılar da Bulgaristan olaylarına seyirci kalamazlardı ve kalmadılar da. Kardeşlerinin felâketini eserlerine konu ederek Bulgar totaliter rejimin barbarlığını kınadılar. Olaylardan duydukları acıyı şiirleştirdiler. Göçmenlik konusu Bulgaristan Türk edebiyatına devamlı damgasını vururken, nedense, bu konu Bulgar sanatçıları ilgilendirmedi. Osmanlı-Rus (1877/78) Harbinden beri yaşanmakta olan bu insanlık dramı karşısında Bulgar sanatçılar sessiz kaldılar. Bulgaristan’da hayatı birçok yönde sürekli etkileyen göç olgusu Bulgar edebiyatında yer almamıştır. 1989 yılının zorunlu göçünden 20 yıl, Bulgarlaştırma olaylarından da 25 yıl geçti. Bulgaristan’da hayatı kökünden sarsan bu olaylar (1984/85 ve 1989’dan bu yana) Bulgar edebiyat eserlerine konu olmuştur, böyle eserlere rastlıyoruz, demekte zorluk çekiyoruz. Varsa, onlar da anı niteliğinde bazı eserlerde kısaca değinildiğini söyleyebiliriz.
Göç, Bulgaristan Türklerinin kanayan bir yarası olmaya devam etmektedir. Gönül ister ki göç acıları dünyanın hiçbir yerinde tekrarlanmasın, felek bundan böyle hiç kimseyi zorunlu göç yollarına düşürmesin.

Fazıl Bülent Kocamemi’nin 2009 yılında Urumeli’nin Gözyaşları adlı bir eseri yayımlandı. Yazarın şu sözlerini okuyalım:
Dost olmak? İtirazım yok!
Unutmak? Asla!

 

Reklamlar