Neriman ERALP KALYONCU
Konu: Gençliği Yollarda Dökülenler
Bir türkü var radyoda:
Bulgaristan muhacirleri,
Çöküyor çadırları.
Çöküyor hep çadırları
Ağılıyor çocukları.
Halkımız çok büyük bir acı yaşadı.
Ağılıyor çocuklarımız!
Kalbi kirlenmemiş insanlardık.
Dayanamayız asla çocuk ağlamasına!
Gözden düşmüş duruma getirildik.
Bir el açmadığımız kaldı, onurumuzu avucumuza alıp da!
Yalnız gözlerinde kalmıştı umut:
Anadilimiz, örf ve adetlerimiz, manilerimiz, kına türkülerimiz vs unutturulmuştu. Bayramlaşma sıcaklığını unutmuş insan durumuna getirilmiştik.
En doğru telaffuz ettiğimiz söylerdi: “Yalan bir ömür, böyle gelmiş böyle gider!”
Gitmiyor işte, yaprakları dökülmüş, çiçeklerini bu sene de kıra vurmuş bir kuru kazık gibi durmuş önüme, ne ileri ne geri. Ve Ahmet Şerif’in bir şiiri geliyor aklıma:
Çocukluğumda arı idim, kır çiçeklerini sevdim.
Çiçekten çiçeğe konarak
Sevdiğim şarkıları söyledim!
Hayat, ben senin adını o zaman
Sevdiğim bir çiçek sandım!
Her yaşın şarkısı başka, tasası, sevinci başka
Öğrenci sıralarında düşmüştü çocuk gölüm ilk aşka.
Hayat, ben senin aşkını o zaman
Sevdiğim bir kız sandım!
Yazık ki günlerim hep boşuna akmış!
Hayat sende şiiriyet olmayınca
Sevgi de yıkılıyor, memleket de!
Memleketi olmayan insanların sevgisi olur mu diye çok düşündüm.
Sevemeyen insanların memleketi olur mu?
Çiçek olmadan arıların bal yapamayacağı gibi bir şey!
Öyleyse çiçekler neden bal yüklü?
Elindeki bavula, sırtındaki çıkıya ya da hudut kapısında çektiği arabaya memleketi sığdırdım diyenler vardı. Ha deyelim ki, geçmişini sırtladı, beraberinde getirdi, geleceği nerede? Ağlayan çocuklarından biri elinde, ufağı kucağında, öteki de 3 adım önünde… Annen, baban, kardeşlerin, nenen ve deden nerede? Dünyanın yarısı orada kalmadı mı? Ağlayanlar ne için ağlıyor? Aklın neden hep orada?
Kurtulduk diye mi? Yoksa öksüz kaldık diye mi? Memleketsizlik öksüzlüktür. Dayanılmaz bir ayrılıktır, nasıl dayandın! Herkesin başka bir şey için ağladığı dorudur. Soruyorum: Bu seslerin hepsi neden yanık ve yakıcı. Ağlayanın içinde bir ateş var ki, o ses bu kadar dağlayıcı…
Dağlardan büyük umutlarımız kaldı orada.
Sınır kapısı umutlara dar, geçit yoktu onlara!
Bir de, kurda kuşa yem olmamak için kendimize kazdığımız mezarlar açık kaldı. Zorla kazdırılan mezarlar da…. Hazır kazmışken kendi ellerimle kendi çukurumu keşke gömselerdi beni! Bu sözleri babandan, dayından, amcandan işitmek ne kadar zor bir bilsen sen!
Defnedecek adam da kalmamıştı köyde!
Şansımız olsa da sorsaydı hoca son merasimde “gözün arkada kalmasın, her şeyini aldın mı?” diye. “Öfkemi, nefretimi, hıncımı büyük büyük sopalarla bıraktım,” diyecektim.
Öfkemi götürmeme gerek yok. Burada doğmuş, burada kalacak.
Kabrimi kim bekleyecek?
Benimki öyle bir öfke ki, ne cennete ne de cehenneme sığar.
Çocuklar ağladıkça köpürür.
Kime öfkeliyim ben?
Bilmiyorum! Olabilir ya en fazla kendi kendime… Her söylenene inandığım, öküzleri adam sandığım, dediklerini harfiyen yaptığım, tuzağa düşürüldüğümü göremediğim! Ben öfkelim kendime! Öfkesini kendinden çıkaramayan, başkasından asla çıkaramaz. Öfke sakatı kalır ömür boyu. Sakat kaldım ben!
Cesedimi bir köpek leşi gibi atsalardı çukura… Korktular doğrudan cennetlik olurum diye! Çile görenlerin hepsi cennetliktir. Eziyet görmeyen mi var! Kazdığım mezarın beni beklediğimi düşünürüm hep. Bu da başka bir eziyet! Başka bir mezara da gömülsem yine aklımda kalacak. Bir insan kendi mezarını kendi ellerinle kazmamışsa, bunu anlamakta zorlanır. Bu başka bir duygu! İnsandan büyük ve gözle görülmeyecek kadar küçük. Bir insana kendi mezarını kendi elleriyle kazdırmanın cezası yok. İnsan hakları da işlememiş bu konuyu. Zaten ölenlerin dava dosyaları kapanır. Çekilen zulüm ve görülmemiş ceza geçen kışın karı gibi birden yok oluyor. Ne ki, insanın kendi mezarını kazması soğan kazmak gibi bir şey asla değil.
Türküyü kaydettim ve yeniden dinliyorum:
Bulgaristan muhacirleri,
Çöküyor çadırları.
Çöküyor hep çadırları
Ağılıyor çocukları.
1989’un bu aylarında grup halinde kovulmaya başlamıştık.
Hatırlayalım.