Osman BÜLBÜL
Konu: Demokratik süreçleri yeniden başlatanları düşünüyorum da!
Bu çağrışımda üstü kapalı söylemek istediğim, DOST partisinin benim gibi yorgun hak-adalet savaşçılarını Bulgaristan’da demokrasi limanına çıkarabileceğinden yalnızca bir kuşkulanıştır. Ben ve benim gibiler ordusu yani bizler mi tez elden yaşlandık, dostçular mı geç geldiler mücadele meydanlarına, pek bilemiyorum. Fakat bir kıpırdanış olduğu ortada! Şüphesiz, her şeyden önce, bu işte de tohum ve toprak diyalektiği olmalı! Tohum bekleyen toprağa düşmezse ya da toprak, tohumu uyandırmaya hazır değilse – buzluysa, fazla nemliyse vs. vs olmaz. Biz bu yolun hangi durağındayız? Yoksa tüm trenler geçmiş, rüzgâr mı kovalıyoruz?
Bir defa, 90’lı yılların ortalarında “Pamporovo” kayak merkezinde beyin fırtınası yapmaya toplanmıştık. Gecenin bir vaktiydi. Ellerinde “keleşler,” horozu açık tabancalar, yüzleri maskeli siyah meşin elbiseli gençler basmıştı Ahmet Doğan sofrasını. Çılgınlık sergileyenler bildikleri okuyor, sövüp sayıyordu. “Siz Türkler mi yöneteceksiniz bu memleketi” diye haykırırken masaya tekme atıyorlardı. Garsonlar kaybolmuş, bekçiler de etrafta yoktu. Doğan masa altında büzülmüş, dilini yutmuştu. Çok geçmeden köpeğin sahibini ısırmadığı, bunun bir dolap olduğu anlaşıldı. Doğan’a ilk kez silah çıkarıldığını o zaman görmüştüm. O gün bu gün HÖH partisi dere gibi aktı da, ne bir baraj, ne bir göl, ne de deniz olabildi. Bu yarayı ben 20 yıldan beri kafamda taşıyorum ve iyice yoruldum…
2016’nın başında dostçuların köy gezip büyük sokak arasında, muhtarlık salonlarında üç beş kişiyle, yada mevlitlerde büyük kalabalıklarla buluşması başladı. “Pamporovo” tuzağından sonra ben HÖH’ten çekildim. Komploları sevmem. Bakıyorum bizde yaprak dökümü başlıyor gibi. Sararıp olgunlaşamayan bir güz yaşıyoruz. Güneşin uzaklaşmasını ve rüzgârın gelmesini beklemeden, dalda sallanan yapracıklar ne olur ne olmaz, bu defa ben elimi erken tutup düşeyim, belki bir işe yararım hesapları yapıyor sanki. Dostların ulusal örgütlenmeye uzandıkları dikkati çekiyor. İş Allah su akar ve yolunu bulur. En iyi günler sizin olur. Bizden geçti artık…
Buradan, Avrupa’yı memleketime taşıyan, Tuna nehrinin Balkanlara doğru hız aldığı yerden, kendime yakın hissettiğim gelişmeleri seçip ekranda izlerken, aklıma takılanlar ve münasebet almamı gerektiren konular oluyor. Biz bir iğne yapraklılar ve 12 çeşit meşesi olan bir memleket değil miydik? Erken yaprak dökümü ne iş! Çünkü hakikatten bizim çamlar hep yeşil, tuhaf ama meşelerimiz de pelit döker, güz çimenine yaprak dökmezdi. Onlarda yorulmuş beklemekten anlaşılan ve fırsat fırsattır demek istiyorlar. Benim bildiğim her şey değişir, fakat doğanın kuralları değişmez, zaman her şeyden pay ister.
Tarım mühendisliği ruhuma işlemiş. Toplumda mayalanın benzerini doğada arıyorum. Karşılığı olmayan durumlarda kendimi ezgin buluyorum. Öyle olunca “Çok yorgunum, beni bekleme kaptan!” bir saat olup kafamda saniye saymaya başlıyor. Nazım o satırları vatanım toprağına basarak ve denizimize bakarak yarattığı için yüreğim kabarıveriyor. Vatan toprağıma aidiyet duygusu doğuyor. Bir şey bir yerde bir defa bitmişse yine olur mantığı ruhumu fethediyor. Büyük ozanın Bursa hapishanesinde Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ını Türkçemize kazandırırken Moskova çevresinde bir yol kenarında asırlık bir çınara açan baharı solutması ve 50 sayfa sonra yaprak döken aynı ağacı kışa hazırlaması canlanıyor hayalimde. Her şeyin yenilenebildiği, özden başka her şeyin sürekli değiştiği umut olup o an bir daha doluyor ferahlanan kalbime.
Genç dostum Nikolay, memlekete gitti geldi. Bir kutu içinde birkaç erik, bir iki salkım üzüm ve bir salatalık ile bir “manda yüreği” domates getirmiş hediye olarak bana. Tadı ve kokusu değişmiş mi, bir bak, dedi kutuyu elime uzatırken. Gerçekten de ince ruhlu bir oğlan.
Geldiğinde çok heyecanlıydı. “Bay Osman bizde siyaset derin bir kuyuda ve kuyunun kapağı kapalı. Şöyle düşün ökçemizde bin diken ve yürüyemiyoruz. Yerinde sayanlar hastanesine düşmüşüz. Hadi çıkaralım şu dikenleri ve taburca olalım dendiğinde, komşu yatakta bir bacağı kesilmiş ve öteki de askıda olan birini gösteriliyorlar. Önemli olan komşunun kötü olması! Heyecan sönmüş.” Dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim. Genel konuştu. Değerlendirmeleri bütün memleket içindi. Benimse, beynimin sol yanında HÖH küpesi, sağ yarısında DOST küpesi, bir az özelde kalmışım. Genel değişmeden özel değişmez, haklıydı. Ne ki değişiklik somutta, özelde başlayıp bütün toplumu sarabilir. O zaman eski olanla yeni olan arasındaki kavga başlar. Artık kim üstün gelirse… Ben bu kavganın başlamasını beklerken yoruldum. Arınamadık bir türlü. Bunu ona şöyle açabildim:
Toplum toprak gibi oğlum, işlenmesi gerek, ne ki bizimki sürülük kazılmak istemiyor. Memleket nadasta alıştı gibi bir hava var. Komünist totaliter buz sökülmedi. İdare el değiştiremedi, hala itlerin, piçlerin, hainlerin elinde…
Onu biraz sakinleştirip avutmak isterken, sembolizm dönemimizin hayatın durmadan değiştiğini anlatan parlak örneklerimizden olan “Damla ve Okyanus”u anlattım.
“Okyanusun içinde su buharlaşarak gaz haline dönüştükten sonra bir doğal döngü geçirir ve döngünün sonucunda yine yeryüzüne yağmur olarak geri döner ve akarsularla nehirler üzerinden tekrar okyanusa taşınır. Bu; bireysel insan ruhunun, türediği Kaynağa geri yaptığı yolculuğa dair çok güzel bir benzeşmedir.”
İnan bana, o totaliter komünist kemik de gün gelecek demokrasi ve adalet güneşine dayanamayacak ve çözülecek, diye ekledim.
Siyasi genellemeleri başka birinin yapmasına hak tanımak istemeyen Nikolay, hemen daldı.
Bay Osman, şu Avrupa Birliği’nde toplumsal demokratikleşme açısından iş yok. Rica ederim, sen şimdi bir arabada 28 karpuzu getir gözünün önüne. Hepsi yuvarlak, yeşil, hatta alaca, kimisi söbe. Fark etmez de. Sapına bakıp ya da eline alıp olmuş olup olmadığını anlamak ancak senin gibi ustalara mahsus. Burada “olmuş” değimini demokratikleşmiş, adaletleşmiş, özgürleşmiş anlamında kullandım. Düşün ki bunlar 28 AB üyesi ülkedir. Hepsinin bayrakları ütülü, aynı boyda ve gönderde, rüzgâr estikçe yan yana dalgalanıyorlar. Armaları, anayasaları altın kaplamalı. Yasaları İngilizce tercümeli! Maddelerinde en fayla kullanılan söz “demokrasi!” Anlamı: “Biz bu birliktelik için olgunlaşmışız.” Her ülkenin milli marşı, devlet sınırı, meclisi, hükümet, yargı sistemi ve Cumhur Başkanı var. Hepsinin başbakanları kravatlı! Sonuncular şu bizim arabadaki kapuzun çekirdekleri. Karşıdan bakan bu karpuzlar aynı tarladan, aynı zamanda ekilmiş, aynı çapayla kazılmış, aynı pompadan sulanmış, hepsi olgun, içi kan kırmızı falan zanneder. Fakat öyle mi, sen de görüyorsun asla öyle değil. Öyle olsa senin burada ne işin olur? Bu yaşta neden yoruluyorsun her gün sen? Huzur aramaya, göğsünü gere gere nefes almaya gelmedin mi buralara?!
Evet, öyle de, diyerek başladım, tüm olan orada, ben burada yalnız bir damlayım, hangi denize katılacağımı bilmek istemem hakkım değil mi? Benim de gönlümde yıkayıp arıtamadığım dertlerim var. Ben buraya değerli taş aramaya gelmedim. Derken bana ısrarla bir şeyler söylemek istediğini fark ettim.
Şuna dikkat edelim, Osman Bey dedi, sen de bu karpuzların hepsinin aynı derecede olgun olmadığını biliyorsun ama Bulgaristan karpuzunun ham olduğunu, adaletli ve demokratik bir toplum açısından diğer ülkelerden çok geri olduğumuzu işitmek bile istemiyorsun, çünkü kimse kimseye yaralarını göstermez. Ülkeleri bir karpuz gibi tarif etmemin nedeni, bilirsin üzüm üzüme baka baka kararır ama karpuz için böyle bir söz yok. Burada her devletin iç işlerinden kendisinin sorumlu olduğunu, yasalarından, uygulamasından ve geleneklerinden, sosyal, siyasi ve etnikler arası içlerinden kendisi sorumlu, demek istiyorum. Ortak bir anayasa ve uygulama usulü bile yok. Ne bir üst akıl olan Brüksel, ne de ayrı ayrı karpuzlar (ülkeler) bu bakıma birbirini etkileyemez. Hakları yok. Bunların ortaklığı ancak aynı arabada olmalarındadır. Ortak değerlerin oluşmasını beklerken yorun düşmedin mi?
Nikolay istersen sana bizimkilerden eski bir öykü anlatayım ve olabilir ya, bu konuları işlerken tezine de alabilirsin.
Anlat da dinleyeyim. Benim karpuz örneklemesi sanki pek inandırıcı olmadı, dedi ve sustu.
Oldu canım, olmaz olur mu? İstersen örnekleyeyim ne anladığımı. Bugün okudum Lituanya, Polonya, Çekler, Slovaklar ve Macarlar komünizm döneminde işlenen suçlar ve suçlular ayıklanmadan toplum demokratikleşemez kararı almışlar. Demek istediğim karpuzlardan beşi bir konuda aynı derecede olgunlaşmış ama Bulgaristan topumun totaliter kalıtlardan temizlenme zorunluluğunu kabul etmiyor. Beni üzen ve sıkıştıran da bu! Ne zamana kadar?
Çok güzel örnekledin, lütfen o dilinin altındaki öyküyü anlat. Çok vaktim yok. Yerini bulunca tezime işlerim.
Kral ve Köle
Bir zamanlar gözde bir kölesi olan bir Kral yaşarmış. Köle, çok güzel bir dilbermiş. Kral kölesinden ayrılamıyormuş. Hediyelere boğduğu köleyi çok sever gibi görünüyormuş. Fakat tehlikeli bir alışkanlığı da varmış: Kölenin başının üstüne koyduğu elmaya ok ile atış yapıyormuş. Yani köleyi hedef tahtası olarak kullanıyormuş. Durumdan habersiz biri bir gün köleye, kralın gözdesi olduğu halde neden ok atışlarından korktuğunu sormuş.
Köle şöyle yanıt vermiş: “Eğer kral elmanın yerine beni vursa, beni suçlayıp kovar. Bu, yararsız olmaktan bile kötüdür. Ölü ya da diri olmaktan beni çok endişelendirmez. Ama ok elmaya isabet edince insanlar, kralın yeteneğini övüyorlar. Yani benim durumumun gerçekliği şu: Ya kral yeteneklidir ya da köle ölü!”
Nikolay, anlatabildim mi? Öyküdeki Kral Brüksel – AB yönetimi, Almanya-Fransa gibi büyük devletler. Onlar kibirli ve onlara ancak Kral olmak yakışır. Aslına bakılırsa işler öyle karışık ki! Bu pirincin taşını ayıklamaya değil bir, beş ömür bile yetmez. Ben yorgunum kaptan…
Köle ise bizim memleketimiz gibi AB üyesi sıradan küçücük ama gönlü yükte olan birisi. O senin arabaya dizdiğin ve olgun olup olmadığı hiç de önemli olmayan karpuzlar gibi… Önemli olan arabada olmak, büyükler arasında olmak ve bir sinek gibi her karpuza konabilmek. Önemli olan karpuz olmak sanki! İçindeki tüm çekirdekler ham olmuş karpuza ne! Köle kralın gözdesi olsa kaç eder? Durum hep aynı! Brüksel başarılı olamadıkça köleler ölümü seçmek zorundadır.
Ben ise, bunları anlayıp anlatınca çok yoruldum, beni bekleme kaptan!