Raziye Çakır
Hayatı Benzetmeli Anlattığımızda
Çok çok eskiden, köyün birinde yaşlı bir baba iki kızıyla birlikte yaşarmış. İki kızı da çok güzelmiş ama evlenmeyi düşünmezlermiş. Günlerini pamuk tarlarında çalışarak geçirirlermiş. Akşamları evin salonunda oturur, beyaz pamuğu ip haline getirmek için tarar, sonra ipi dokuyarak kumaş yaparlarmış. Böylece geçimlerini sağlarlarmış.
Bir gün, kızlar babalarından kendilerine yeni bir tezgah yapmasını istemişler. Babaları da bambu kesmeye ormana gitmiş. Sel gibi bir yağmura yakalanmış. Sular yükseldikçe yükselmiş, çamurlu dalgalar azgın seller oluşturmuş ve sonunda köprüyü götürmüş. Akşam olmuş ama yağmur sağnak halinde hala devam ediyormuş. Baba bu tufanda evine nasıl döneceğini düşünüyormuş. Hem yorgun, hem açmış, çaresizlik içinde içini çekmiş: “Ah, şimdi beni evime kavuşturacak biri çıksa, kızlarımdan birini seve seve ona verirdim.”
O anda, dev bir yılan sulardan çıkmış ve ıslık çalmış:
“Sssss….Sssen az çnce ne söyledin bakayım?”
Adam korkusu geçince kaçamak cevap vermiş: “Hiiiç… Soğuk ve açlıktan yakınıyordum.; hepsi bu. Bir de evime nasıl döneceğimi düşünüyordum.”
“Yalan söylüyorsun!” diye karşılık vermiş öfkeli yılan. “Sssana yardım edene kızını vereceğini söyledin, ben duydum.”
Yaşlının evine dönmesini sağlamak için, yılan bir kıyıdan karşı kıyıya kadar uzamış. Başka seçeneği kalmayan baba, ırmağı bu garip köprünün üstünde geçmiş.
Yılan sarı dalgaların altında kaybolmadan önce bir kez daha ıslık çalmış. “Düğünü tez hazırla.” Baba süklüm süklüm evin yolunu tutmuş. Büyükj kızı sapsarı kesilmiş yüzünü görünce:
“Babacık, ne oldu sana demiş?”
“Ahh, bilmesen daha iyi!” diye cevap vermiş baba. Güzel kızını görünce gözleri buğulanmış. Yine de çekine çekine sormuş: “Söyle bana, bir yılanı eş olarak alır mıydın?”
Büyük kız tiksinerek titremiş: “Ayy, asla! Ölmeyi yeğlerim.”
O zaman, baba, daha başka bir şey söylememiş, gidip yatmış. Ama o günden sonra, yüreğinin üstünde sanki ağır bir taş var gibi olmuş. Konuşmuyormuş, yemiyor, içmiyor ve günden güne zayıflıyormuş.
“Babacık seni bu derece üzen şey ne, söyle bana.” diye küçük kızı yalvarmış. “Belki derdine bir çare bulabilirim.”
“Ahh, bana kimse yardım edemez”. diye baba iç çekmiş. Yine de sonunda her şeyi çocuklarına anlatmış.
“Nasıl böyle bir şeye söz verebildin. Aklını kaçırmış olmalısın!” diye öfkelenmiş büyük kız. Ama küçük kız dingin bir sesle: “Artık üzülme babacık,” demiş. “Verilen söz tutulmalı. Ben yılanla evleneceğim.”
“Gerçekten kendini feda etmeyi kabul ediyor musun!” diye haykırmış rahatlayan baba. Hemen aklına kızının varacağı koca gelince gözlerine yaşlar dolmuş.
“Sen üzülme, babacık!” demiş yürekli genç kız onu üzmemek için. “Kim bilir, yılan belki de gelmez.”
Ama bu boş bir umutmuş. Ertesi sabah. Ertesi sabah, bütün köy köpeklerin azhın ulumalarıyla uyanmış. Yılan arka sokakta sürünerek akarken komşular tiril tiril titreyerek kulübelerine kapanmışlar. O zaman, baba üzgün bir sesle: “Davul çalınsın!” kızımın nişanlısı geliyor.
İnsanlar sakinleşmişler. Baba bir inek kestirmiş ve geleneğe uyarak bütün köyü yemeğe davet etmiş. Yiyecek, içecek bulmuş ama kutlama pek neşeli olmamış.
Ancak konuklar gittikten sonra, genç koca karısına ırmak kıyısında gezmeye gitmeyi önermiş. Bir baş işaretiyle üzgün üzgün olur demiş. Babası ve ablasından izin alıp onu izlemiş. Su kıyısına varınca kocası: “Serinlemek için bir banyo almaya ne dersin?” diye sormuş.
“Dünya dünya olalı beri, kadın kocasına boyun eğmelidir. diye cevap vermiş genç kadın.” Ama lütfen önce sen yıkan.”
Cevabından memnun olan yılan serin suya akmış. O ne büyük mucize.! Yılan yakışıklı genç bir adam haline gelmiş. Sonra sudan çıkmış ve: “Korkma, benim, kocan,” demiş.
El ele eve dönmüşler. Babanın sevincinin sınırı yokmuş. Abla kıskançlıktan çatlamış.
“Nasıl bu kadar aptallık ettim de böyle bir kocayı ret etim!” diye kendisine kızmış. O anda kardeşini ortadan kaldırmaya, onun yerine de cazibeli adamın eşi olmaya karar vermiş. Bu işi nasıl yapacağını iyi biliyormuş. Kötü amacını gerçekleştirmek için uygun anı beklemesi yetermiş. Bir gün, eniştesi yabancı bir ülkeye uzun bir yolculuğa çıkınca beklediği fırsat çıkmış.
Bir sabah küçük kardeşine sahte bir sevecenlikle “Kardeşim“, demiş: “Neden bütün gün boyunca evde sıkılıyorsun, kara kara düşünüyorsun! Gel, birlikte ırmak kıyısına inelim. Kocanı yine düşünürsün. Zaman daha çabuk geçer.”
Ablasının hainliğinden hiç kuşkulanmayan genç kadın bu öneriyi seve seve kabul etmiş. Suyun kenarında, serinlikte, öyle yemeği yeriz diye bir sepete limonlar, tuz, acı biber ve birkaç bıçak koymuşlar. Ama küçük kardeş daha birinci limonu ikiye kesmeden ablası bütün gücüyle onu ırmağa atmış. Bir çığlık, bir çırpınma, sonra her şey eski sakinliğine dönmüş. Tam o anda oradan geçen kocaman bir balık onu çiğ çiğ yutmasa, zavallı genç kadın boğulup ölürmüş.
Zaman geçmiş ve genç kadın balığın karnında güzel, küçük bir oğlan dünyaya getirmiş. Ama bu sıradan bir çocuk değilmiş. Dünyaya gelir gelmez konuşmaya başlamış ve başka çocukların bir yılda büyüdüğünü o bir günde büyüyormuş Bu yüzden, annesine neden orada olduklarını sorması uzun zaman almamış.
Annesi, gözleri yaşlı, ona olanları anlatmış. Limon keserken ablasının kendisini nasıl suya ittiğini ve olayların devamını anlatmış.
“Anne, bıçak, tuz ve paprika hala yanımızda mı?” diye sormuş o zaman küçük oğlan.
Anne başını sallamış ve hepsini ona göstermiş, Bunun üzerine, çocuk bıçağı almış, balıkta derin yaralar açmış.; yaralara tuz ve biber bastırmış. Balık acıyla kıvranmış, şöyle bir çırpınmış ve sonunda çıldırmış gibi suyun dışına fırlamış ki kıyıda yere yıkılıp kalıvermiş.
“Bana artık kuru yerdeyiz gibi geliyor“, demiş oğlan memnun memnun. “Buradan kurtulmanın zamanı geldi.”
Hemen balığın karnında büyük bir delik açmaya koyulmuş ama tam bu anda üstlerinden geçen kocaman bir yırtıcı kuş balığın parlayan ölüsünü görünce onu pençelerine almış ve onun ormanların, dağların ötesindeki inine götürmüş. Avını yavrularına yem olarak bıraktıktan sonra, yeniden uçup gitmiş. Çocuk daha fazla beklememiş, çabuk çabuk deliği büyütmüş, annesini elinden tutup dışarıya çekmiş. Kuş yavrularının daha korkusu yatılmadan ana oğul yuvadan uzaklaşmışlar.
“Peki şimdi eve nasıl döneceğiz?” diye sormuş küçük oğlan.
“Ah, keşke bilseydim!” diye anne içini çekmiş. “Bu vahşi ormanda zavallılar gibi öleceğiz.”
Ama oğlan cesaretini yitirmemiş. Bıçağıyla çalılıklarda yol açmış. Birden uzaklardan gelen fil bağırmalarını duymuşlar. O yöne doğru yürümüşler ve az sonra büyük bir sürprizle karşılaşmışlar; baba bir kervanın başında atıyla ilerliyormuş. Yolculuktan dönüyormuş ve çok değerli mallar getiriyormuş.
Birbirine kavuştuklarında çok sevinmişler. Anlatacak o kadar şeyleri varmış ki…
Koca olan bitenleri öğrenince: “Size bir kulübe yapacağım“,demiş.” Bir süre burada kalacaksınız. Ben eve yalnız döneceğim.”
Eve döner dönmez baldızı onu şu sözlerle karşılamış:
“Ahh, senin yokluğunda korkunç bir felaket oldu. Sen uzaklardayken zavallı kardeşim ırmakta boğuldu. Acını hafifletmek için karın olmaya karar verdim.
Ama adam bir daha asla evlenmeyeceğini bildirmiş. Baldızının unu ikna etmek için denemediği yol kalmamış ama boşuna! Ne ağlamaları, be sızlamaları kar etmemiş. O zaman en sonunda: “Hiç olmazsa bana yılan bir eş bul“, demiş.
Eniştesi kabul etmiş. Irmağa gitmiş ama az sonra olumsuz bir cevapla geri dönmüş. Irmakta yaşayan son yılan evlenme lafını bile duymak istemiyormuş.
“Ha! İstemiyor mu! Bakalım istiyor mu istemiyor mu, göreceğiz!” diye öfkeden kendinden geçerek bağırmış. Güçlü olduğu kadar yürekli on adam tutmuş , yılanı ister yumuşak, ister sert kesinlikle getirmelerini buyurmuş.
Günlerden bir gün bir düğün yapılmış. Yaşlı baba bir inek kestirmiş. Büyük kardeş yeni kocasının etleri bütün bütün yutmasını ve üstüne küplerle şarap içmesini zevkle seyretmiş. Karnı bir güzel doyan genç damat az sonra masasının üzerinde uyumaya başlamış. Ama uykusunu alan, dinlenen yılan gecenin ortasında uyanmış; karısını çiğ çiğ yutmuş ve yeniden ırmağa dönmüş.
Sabah olunca baba olanı biteni anlamış, koşup küçük kızının kocasını bulmuş ve ellerini ağarak kendisine yardım etmesi için yalvarmış.
“Sizden yardımımı esirgemem baba” diye cevap vermiş damadı.
“Bir büyüğün ricasını geri çevirmek küçüğe yakışmaz.”
Bunun üzerine ırmağa varmış, elinde bir bıçakla dalgalara dalmış. Kıyıda toplanan çocuklar soluklarını tutarak beklemişler. Birden çığlıklar yükselmiş. ırmak kıpkızıl kana bulanmış. En sonunda genç adam suyun derinliklerinden çıkmış, kollarında yılanın karısıyla. Öyle çok korkmuş ki genç kadın canlıdan çok ölü gibiymiş.
Getirip onu babasının ayaklarının dibine bırakmış.
“Yılanı öldürmek zorunda kaldım. “diye açıklamış yaşlı adama. “Şans eseri, Büyük kızınız küçük kızınız gibi bundan sağ sağlım kurtuldu.”
“Sen neler diyorsun!” diye bağırmış sevinçten uçan baba. “Küçük kızım gibi mi! Küçük kızım boğularak ölmedi mi yani!”
Kaybolan genç kadının babası kayınbabasına her şeyi anlatmış. Adam sevince boğulmuş. Utançtan ve pişmanlıktan yanan abla ise, yer yarılsa da içine girseymiş. Ondan sonra, kuzu gibi yumuşamış. Koca, karısı ve oğlunu eve getirmiş. Baba çatısının altında, yaşamlarımın sonuna kadar barış ve uyum içinde yaşamışlar.
***
Bu bir Vietnam masalıdır.
Bize, tüm benzetmelerinde kendi çekilerimizi, çilelerimizi anlatır sanki…