Rafet ULUTÜRK
Biz Bulgaristanlı Türkler gerek Türkiye’de soydaşlar olarak, gerekse Bulgaristan’da olanlar olarak kendimizle yeni bir yüzleşmeye hazırlanmak zorundayız. Hayat bizi buna zorluyor. Biz bu yüzleşmeden korkarsak, ucuna getirildiğimiz hendeğe itilmemiz an meselesidir. Yeniden dirilip güçlenmemiz, işbu bu yüzleşme anında başlayacaktır.
Olması zorunlu olanı şöyle gerekçelendirebiliriz.
İkinci Viyana Kuşatması’ndan Çanakkale –Sakarya Savaşlarına kadar Osmanlıda, Türklük geriledi. Bu yüzyıllar sürdü. Gerilemeyi durdurup dirilmeyi başlatan Büyük Atatürk’tür. Gerilememiz her yönlü bir çöküştü. Modern Türklüğün doğması belirsiz tarihlere atılıyordu. Dirilişimizi istemeyenler Osmanlının son kalelerini aralarında paylaşmak için planlarını hazırlamıştı. O dönem açılan derin yaralar, bizde bugün de sarılamadı. Çöküş Türkiye’de durduruldu. Cumhuriyet kuruldu. Türklük yeni büyük birikime başladı, fakat bu toparlanma henüz doruk edip alabildiğine ve önü alınmaz bir şekilde taşmadı.
Şu da var. Çöküşün durdurulması ancak Türkiye sınırları içine aittir.
Neredeyse 1.5 (bir buçuk) asırdan beri Bulgaristan topraklarında Türklük ve Müslümanlık suyunu çekmeye devam ediyor, çağdaşlaşmaktan uzaklaştırılıyor. Prenslik yıkıldı, Çarlık yıkıldı, totaliter rejim yıkıldı ama Türkleri batıl inançlar kazanında kaynatma heveslilerinin iradesi yıkılmadı. 136 yıldır her Türk anıtı Bulgar gözünde bir diken. Son olarak Bulgar Temiz Mahkemesi 1475’te kurulan Karlovo kentindeki “Kurşun Cami ve avlusunu” Baş Müftülük mülkünden alıp Belediye’ye verdi. Totalitarizm mirasçıları sadece kendi varlıklarını yaşatmak istiyor. Totalitarizmin bizdeki anıtları toplu mezarlar ve kültür katliamıdır. Şimdiki rejim de “demokrasi” falan dese der kültür anıtlarımıza, ana dilimizi konuşmamıza amansız düşmandır. Onlara yardakçılık edenler bizim kendileriyle yüzleşmek istediklerimizdir. Onların tüzel isimi Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) liderliğidir. Adları ve kod adları ajan dosyalarındadır.
Toplumsal bünyemizde gerilemeyi durdurma irade ve gücünün doğması asırlar aldı.
Sanki bizi yok etmek isteyenlerden daha cesur, yüksek iradeli ve daha zeki kuşakların gelmesi zaman istiyordu. Galibiyetimiz Türk anaların elindeydi.
Biz Bulgaristanlı “kılıç artığı” geniş Türk tabaka, 1878’de balyozların en büyüğüyle ezilmek istendik. 19. asrın en vahşi saldırı ve işgal savaşlarından sonuncusu bize karşı yapıldı. Kanlı akan dereler 3–4 kuşak unutulmadı. Göç kafileleri gözlerimizin önünden gitmedi. Boş kalan tarlalarla birlikte toplum da eşek dikeni ve sarca arısıyla doldu. Gözler Türk peteğine yöneldi. O gün bu gün yediler, yediler de, hala bitiremediler.
“Kılıç artığı” Osmanlıya ait ve dahildi. Kimliğini aramaya başladığında ümmetten Bulgaristanlı Türk kimliği yaratmayı seçti. Bu ağaç “toprak benim diyen” Bulgar’da yetişecekti. Yokuş dik ve dikenliydi. Tırmanamayanlar çöküş yolunca hep göç ediyor. Biz aynı zamanda göç de edenlerdeniz.
Olaya daha derin bakıldığında, kahramanları doğuran analardır.
Ninelerimiz ve annelerimizdir, Anadolu Türkünden farklı olarak, bizler Bulgar’da doğduk ve Bulgar koşullarında yetiştik. Bilirsiniz çocuğa cesaret aşılanmaz. Uyuşuk bir genç kavgacı tip olamaz. İnsan asiyse, doğuştan asidir. “Asilik Türkün suyunda var” sözü buradan gelir.
Geçen ay yüzüncü yılını andığımız, Çanakkale, Con Bayırı, Sakarya’da birçok devletten gelen düşmanlarıı hepsini birden göğüsleyip yenen ruh bizimdir. Onları Türk analar doğurdu. Biz bu topraklarda Tanrı misafiriyiz. Kaderimiz kutsaldır. Şu satırları bu bilinç doğurdu:
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!”
Bulgaristanlı Türklerde galip gelme ruhu eziyetin, çekilerin, olabilme kapılarının yüzümüze kapandığı zifiri karanlıkta doğdu.
TV’de bir sağlık programı izledim. Karakter oluşumunun cenin rahminde patlamasıyla biçimlenişi anlatılıyordu. Hamileliğinde devamlı mücadele içinde olan, güçlük aşmayı başaran, pes etmeyen, üstünlük sağlayan bir annenin hareketlerine, tepkisine veya gülümseyişine bebe aynı duygularla el ve ayak tepip kafa sallayarak ya da sert tekme atarak iştirak ediyor, kâh yaslanıp kâh dikilerek sanki eğitim alıyordu.
Olay, hamile anne stres geçirirken, dinlenirken, gezip tozarken, eğlenirken vs. vs. izlenmiş. Kocası asker, sürgün, ceza evinde olan hamile bir gelinin duygu dünyası, çaresiz bekleyişleri, gece boyu gözyaşı akıtmasını doğmamış yavru da yaşıyor. Yıllar sonra çocuğun baş kaldırıp “ben babamı kurtaracağım!” demesinin temelinde olan bu…
Ya da aynı çatı altında oturan iki elti düşünün, birinin birkaç çocuğu varken diğerininse yok! Bekleme çilesi yaşayan müstakbel anne içsel isyan yaşar ve ilk yavrusunun delikanlı olmaya başlarken “ben annemi kurtaracağım!” çığlığının altında, hamilelikteki birikimin dışa vuruşu aranmalıdır. Oysa bu sert çıkışı yapanın dünyaya gelmesiyle sıkıntılar açılmış ama yarası kalmıştır. Çocuktaki içsel birikim direnç hakkıyla doğmuştur. Bunlar gözü pek insanlar.
Bu kadar uzaklara gitmemizin nedeni insanlarımızı daha iyi anlamak istememizdir.
Farklı bir ayrıntı daha verelim: Almanya’da dünyaya gelen, “ben geldiğim” çığlığını atmazdan önce, annesinin göğsüne – kalbinin üzerine konur. Anlamı “annesinden sıcaklık, nabız ve sevgi” almasıdır. İkinci anlamı da, anne ateşiyle baba ocağında yansın. Bu bizim temenni duamızda da vardır.
Anlatmak istediğimiz karakter çizgilerini –asiliği, cesurluğu, gözü pekliği, yılmazlığı, zekâyı – ekmek elden su gölden sefa süren aile çocuklarında aramıyoruz. İki ucunu bir araya bağlamak için hamileliklerinde de bin bir derde katlanan, çekileri bitmeyen, zorlandıkça zorlanan, özlem ve hasret içinde devamlı mücadele ederek hamilelik geçiren annelerin evlatlarında bulmaya çalışıyoruz.
İlk iş başvurumda yaşlı patronum bana “evladım sen çocukluğunda balık tuttun mu, komşu bahçesinden elma çaldın mı?” diye sormuştu. Bunun anlamı şuydu. Benim uyuşuk, uyurgezer biri mi, yoksa ipe sapa gelmeyen bir fırıllak mı olduğumu öğrenmek istemişti. O, çocukluğunda kapı taşlamamış, cam kırmamış birini işe almıyordu. Ona göre, asilik ateşi komşu kızının saçı çekilince parlar ve nişanda sönerdi.
Fransız devriminde kadın barikatları varmış.
Çanakkale savaşında hemşire anne ve bacıların, kız ve gelinlerin fedakârlığı sonsuz bir öykü oldu. Zonguldak’tan Sakarya cephesine sırtlarında cephane taşıyan yalın ayak kadınların kin ve öfke, zekâ ve bilinç seviyesini ölçecek alet daha bu dünyada icat edilemedi. çünkü bunun gibi bir örnek, dünya tarihinde yokmuş. Geçmişimiz kalbi yüreğine sığmayanların cesur efsane dantelidir. “Büyük Göçte” araba altında, çalılık kenarında, çeşme yolunda 15 bacımız doğum yaptı. Hatırlatırken bu evlatların tarihten hesap sormasını beklemekte haklıyız.
Cesur bir kuşak yetişirken önderini bulup kalabalık bir taban olarak hareketlenmesi bir nesilde olacak gibi değil. 4 kuşak birikimi olan 1989 isyan treni artık kaçtı. Arkada kalanları aynı zincire bağlayanlar, Türk’e köleliği uygun gördüler. Çok üzücü de olsa, Bizi zincire vuran, en yakınımızda olanlardır. Kendi partimiz, HÖH liderliğidir. Hakkımızda “onlar eskiden de çarık bağcıkları kopuktu, korku içinde yaşıyorlardı” diyenler bu gün idarecimiz oldu.
Bizim kuşak, atalarımız kadar cesur olamadık.
Onlar sezisi kuvvetli ve öngörülüymüşler. Erkek evlat doğsa dere boyuna sıra kavak diker, asker olur ihtiyaç olur, okur masraf olur, evlense çeyiz, düğün yapılır misafir olur diye daha ilk anda önlem alırlarmış. Su dereden, güneş gökten evlatla beraber kavaklar da boy atar, vakit geldiğinde Hızır gibi yetişirmiş.
Yazımı bu çok konuya adamamın nedeni, katıldığım bir tartışma ve bir konserdir.
Tartışırken “Bulgaristan’ı unut!” “Biz burada başka insan olduk, farklı yetiştik!” dedi, arkadaşlarımdan bazıları. “89 ateşi bir daha alev almaz!” deyenler oldu. Hatta “Durum pat! İnsanımız sanki memnun. Bir daha hareketlenmez! ” diyenler ısrarcıydı. Karşı tezlerin birinde “her taş yerinde ağır.” Diyenlere, “o taş geldiği yeri, bir yerlerden alıp getirildiğini asla unutmaz” yanıtı geldi. Bizdeki durum bu seviyede sütliman gibi olsa da, tam da uzaktan görüldüğü gibi değildir. Bugün 26 000 (yirmi altı bin) soydaşımız Bulgaristan (NOY’dan) emekli maaşı alıyor. Bu aileler 5 kişilik olsa neredeyse 150 bin insan eder. Onların gözleri yalnız postacıda değil, memlekette kalan bağlar bahçeler, evleri, daireleri, tarlaları, dostları akıllarından çıkmıyor. Burada doğup okuyan yeni bir kuşak yetişti. Benim Vatanım yaşadığımız daire mi, sorusunu sorarken uyandı, bilinçlendi. Örgütlenip hareketlenmek istiyor. Göç kervanında annesinden aldığı ateşle, bizi bu durumlara düşürenden hesap sormak istiyor.
2015 Kutlu Doğum Haftası’nın başlaması münasebetiyle Sofya’da Bulgaristan Müslümanları Baş Müftülüğü öncülüğünde ve TV AVAZ, BNT, BTA, TRT, “Presa” gazetesi ve “Müslümanlar” dergisi destekli bir anma gecesi ve Necip KARAKAYA yönetiminde Tasavvuf Müzikisi konseri düzenlendi. 5 bin kişilik salon Türk ve Pomak Müslümanların yaşadığı her köyden gelen gençlerle dolup taşmıştı. HÖH lideri L. Mestan ve milletvekilleri de oradaydı ama adlarını anan olmadı. Daha önceki yıllarda böyle bir gecede Ahmet Doğan’a özel plâket verildiğini, L. Mestan’ın da defalarca sıvazlanıp pohpohlandığına şahit olmuştum. Halk hiçbir iş yapmayanları, kendi kendileriyle derdi olanları, savaşmadan teslim olanları, üzerimize uyku suyu serpenleri ve kendilerinden hiçbir iş beklenmeyenleri ön saflardan atmaya, temizlenmeye, taşları yerine oturtmaya ve ahlak anlayışımıza göre hiza kurarken “liderleri” imtiyazsız vatandaş sırasına çekmeye başladı.
Yazımın başında konu ettiğim BÜYÜK YÜZLEŞME işte böyle başlıyor. Türklük ve Müslüman suyu çekilmeye devam eden bizlerin yeni uyanışı, hepimize müjde olsun.
Şu noktada vurgulamak istediğim, Bulgaristanlı Türk ve Müslüman’da ahlak ve adalet duygusu, anlayışı ve kıstasları yaşıyor. Filizlenmek için ortam bekliyor.
Olayı sosyal dalgalanma olarak düşünürsek, bizim taban tabakamız 1984-85’te hareketlendi ve 1989 İsyanımızla isimlerimizi geri isterken, gördüğümüz zulmü kınarken, önümüzün karanlık olmasına karşı doruk yaptı. Büyük Göçle isyanımızın gazını aldı ve alevler geri döküldü. 26 yıl sonra birbirimize örülmüş bir etnik Türk azınlığı, 2 milyondan fazla Müslüman olarak aldatıldığımızın bilincindeyiz. Bizi topluca aldatmak için eğitilip, okutulup yetiştirilen, dünkü sümüklülerin göğüslerinde parlayan düşman madalyalarını hepimiz gördük. Onlar bizim kahramanımız değildir ve olamazlar. Bunlar ancak düşmanlarımızın uşakları olabilirler.
Yeni kuşağın davası madalyaları içimizden atıp yeni siyasi yapılanma başlatmaktır.
Bu defa bu atılım Türkiye’deki soydaşlarımızla başlayacaktır. Yolu uzun, adım adım yürünecek bir yoldur. Yeniden uyanacak, yeniden örgütlenecek ve yeniden partileşecek olan kitle 1989 isyancılarının yakınlarıdır, evlatlarıdır;
Büyük Göç selini oluşturan çığ, yani bizler yani soydaşlarımızdır. Vatanımızı bize Tanrımızın bahşettiğine inanların hepsidir. Bunlar kültürel varlığımıza değer verenler olacaktır. Bulgaristan Türklüğü ile Rumeli-Balkanlıların kardeşliğine inananların hepsidir.
Hayat, A. Doğan ve onun kulis ardı para babalarına, Bulgaristan’ın bizsiz olamadığını ve olamayacağına defalarca kanıtladı. Seçimlerde kapımıza gelip oy isteyenler onlardı. Onlar bize yok olun diye kuyuya atılan eşek misali baktılar. Üzerimize totalitarizm külfeti yığmaya devam ettiler.
Hatırlarsınız bunun bir de masalı vardır.
Eşek kuyuya atılan toprağı ayaklarıyla eze çiğneye kurtulur ve kuyudan çıkar. Son 26 yıldır bu süreci yaşadık. Bizi yok etmek isteyenlere, 26 yılda 50 defa oy verdik. Bu aldatılmışlığımızın boyut ve derinliğini kanıtlamaya yeter de artar. HÖH-liderliği bu güne kadar avantayla yaşadı. Kuyudan biz çıktık ama o ana dil, basın yayın, radyo TV, iş, eşit haklı vatandaş, etnik azınlık, iman özgürlüğü ve daha birçok ekonomik ve sosyal haklarımızı, adalet isteğimizi derin kuyudan çıkarmadı, üzerine taş atmaya devam ediyor. Neyimiz varsa gömmeye çalışıyor.
Şunu iyi bilmeliyiz. Biz denize itilmedik.
Deniz diri ve ölüleri geri verir. Biz, Türk ve Türklük olarak ebediyen çıkamamak üzere derin bir uçurum kenarındayız. Vicdanımızın mermerinden her gün bir yonga koparılıp hiçbir yongayı geri vermeyen uçuruma atılıyor.
Haykırıyorum: Denize düşelim ama bu uçuruma düşmeyelim.
Tarihsel yüzleşmeye hazırlanmak zorundayız. Bu yüzleşme tüm soydaşlar ve Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlarla gizli polis ajanı HÖH-yönetimiyle olacaktır. Bu yüzleşmede bizim dalgamız onları ezip geçmelidir. Biz dip dalgasıyız ve kudretimiz sınırsızdır.
Soydaşlar olarak kendi kendine yeten bir topluluğuz.
Yeni yüzleşmeye doğru şahlanmak zorundayız. Kenetlenip örgütlenmek ve politik düzeyde partileşmek zorundayız. Bunu yaptığımızda, ne Ahmet Doğan, ne Lütfü Mestan ne de onların ajan çetesi karşımıza durabilir. Onlar bizim baskımıza asla dayanamazlar.