Seyhan ÖZGÜR
2015’in daha ilk ayı son yıllar birikimlerine patlama ayı oldu.
İlk önce şu Fransız başkentinde 6–7 Ocağa rastlayan “Charlie Hebdo” iğrençliği hepimize çok kötü günler yaşatabilirdi. Başbakanımız Sayın Ahmet Dağutoğulu’nun da hemen Paris’te belirmesi ve birçok başka Müslüman liderin, Hıristiyan Cumhurbaşkanı ve Başbakanlarla birlikte teröre karşı kararlı yürüyerek, bu olayın bir İslam saldırısı değil, terör olayı olduğuna her demecinde kesin damga vurması, ardından aynı noktalamayı Berlin’de yinelemesi çok isabetli oldu.
Yeni harmanlamada insanlık Hıristiyan ve İslam dünyası arasında bir büyük çatışmaya itilemediği gibi, terörle mücadelenin ortak dava olduğu inanç ve hedef haline geldi. Türkiye’nin tavrı yalan olanla gerçeğin birbirinden ayrılmasında belirleyici oldu.
Ben de sizler gibi, “Charlie Hebdo” katliamından fazlasıyla etkilendim. Yahudilerin ellerinde biraz fazla para birikince yada iflas ettiklerinde hep uç işlere karışırlar. Aklımdan bunlar “bu defa bütün dünyayı İslam’a karşı ayaklandırmak mı istiyorlar” gibi fikirler geçti. Bir de görüyoruz ki, İŞİD çarşafı aşıldıkça altından Yahudi parası, İsrail silahı, pisliği, Mesih hayalleri, Mezopotamya’da Büyük Yahudi Devleti hayaleti vb. çıkıyor. Katlıyamlar milyonları evinden yurdundan etti. Büyük Türkiye’nin sonsuz insan sevgisi olmasa, olacaklara akıl ermez.
Batılı Hıristiyan devlet vatandaşı olup kanlı serüven peşinde Yakın Doğu’da kafaya maske takıp gösterilen canilik, devletleri para için zorlamaya, boyun kesmeye kadar uzandı. İslam’ın 5 şartını bile doğru dürüst uygulamayan katiller, yaptıklarını “şeriat” kılıfına sokmaya çalıştıkça kim oldukları belli oluyor. Kelle kesme, insan yakma, yargısız infazla insanları gaz kamaralarında yakma, en zehirli gazlarla boğma gibi kitle imha yöntemleri İslam hukukuna ait değildir. İslam yasalarında bu gibi cezalar öngörülmemiştir. Keyfi hareketler Orta çağı, karanlık devirleri, 1480 İspanya’sını anımsatıyor. O zamanlar İspanya hükümetinde Yahudileri ve dinden dönenlere zulüm eden, yargısız infaz uygulayan İşkence Bakanlığı vardı. Avrupa tarihinde 13. ile 19. yüzyıllar arası inkvizision (işkence) çağı adıyla bilinir. Kilise kurallarına ve feodal düzene karşı çıkanlarla hesaplaşma çağıdır.
Fakat son yüzyılda Hitler’in Yahudi düşmanlığı, insan sevgisinin de doğum yeri olan eski kıtada, insanoğlu haysiyetine dip yaptırmıştır. Doğu ve İslam alemi benzer vahşet tanımaz. Maskenin altında kimlerin gizlendiği bilinmeyen İŞİD vahşetinin İslam dini hanesine yazılmak istenmesi, çelişkili düşünceler tahrik etmeye devam ediyor. Özellikle de devlet beyanlarına “İslam terörizmi” gibi kavramlar alınması rüzgârı ters yöne çeviriyor.
Dünyada yeni uygarlığın İslam ile Hıristiyanlık çatışmasından doğacağını yıllardan beri yazıp çizenler ve bunu kafalara mıhlamak amacıyla propaganda edenlerin son olayların ardındaki rollerinin gün ışığına çıkması besbelli ki, bu defada biraz gecikecek.
Yahudilerin içindeki “biz haklıyız” – “mağdur olan hep biz oluyoruz” – 15. yy.da İspanya’da yakıldık, kovulduk, Osmanlıya sığındık; Hitler nicemizi gaz kamarasına attı vs gibi yakınma ve merhamet arama örnekleri çoktur. Fakat bir de yine Yahudilerin İsa Peygamber’in dirilişinden sonra, ona edilen zulüm, çarmıh olayı ve ardından Avrupa’da istenmeyişleri, ticarete katılmalarının, kalelerin içinde yaşamalarının yasaklandığı uzun dönem gelir. Sonunda onlar kendilerine konan yasakları, kadim zamanlardan beri kullandıkları tefecilik silahıyla yenebilmiş, bankaların, en lüks konakların sahibi olmayı başarmışlardır. Bu süreçlerin içinde tekrarlayan olaylar var. Hani “hırsız suç yerine döner” misali yinelemeden söz ediyorum. Mesela, dönemin (1840 – 1902) büyük Fransız yazarı Emil Zola, “Para” romanında Yahudilerin kaleden içeri girme çabalarını anlatır. Drayffüs olayında ise, artık Fransa ordusuna girmiş, Genel Kurmay katına yükselmiş, gizli araştırmalardan sorumlu bir Yahudi Albay’ın Almanya lehinde casusluk yapmış olması suçuyla yakalanıp yargılanmasına karşı dikilip aklanmasını sağlarken sözüm ona Yahudi “dürüstlüğü” savı beklenmedik zirve yapar.
Çalışanlarına maaş ödemekte güçlük çeken ve kira ödemelerini aksatan “Charlie Hebdo” katliamı giz perdesinde İslam dini kutsalları konusunda kalemleri hep çarpık çizen 10 Yahudi gazetecinin feda ederek “İslam düşmanlığı cinini” şişeden çıkarma planı vardıysa, tuzak ustaca kurulmuş ve şişe kırılmıştır. Şu da var ki, Yahudi ekibin gözyaşları 13 milyon Euro ile silindi de, “her buluttan yağmur yağmaz” bir defa üstün gelenin ikincisi tamamen ters tepebilir. Avrupa demokratik kamuoyu, devlet ve hükümet başkanları, bu arada aktif konum alan Başbakanımız Sayın Ahmet Davutoğulu “katliamın İslam dini ile hiçbir ilişkisi yoktur” derken, ağırlık gösterdi ve İslam ile terörü birbirinden ayırdı. “Bu bir terör olayıdır,” dedi. Değişmeyen politik çizgilerimizi Avrupa kamuoyu Davos temaslarında da yaşadı.
Hayfa sonu komşumuz Yunanistan’da yapılan genel seçimde sosyal demokrasinin solunda ama aşırı sola da oldukça uzak olan SİRİZA zaferinde ve hemen ardında “Bağımsız Rumlar partisiyle Avrupa Birliği karşıtı düğümde buluşup hükümet kurmalarında birçok yenilik izledik. Utkunun ardında eskisi gibi borç harç içinde kemer sıkarak ateşten gömlek yaşamak istemeyen Yunanlılardan başka bir de Moskova parmağı olduğu ortaya çıkarsa, Avrupa’daki deprem sinyalleri sıklaşabilir.
Öte yandan SİRİZA AB’de kalacağım dese de, İngiltere sahnesinde en güçlü partilerinden biri olan “Faraş” iyice sivrildi. Yılbaşından beri gündem belirleyen konumu Brüksel’den ayrılmak için halk oylamasına gitmek istiyor. Buna ilaveten, Fransa’nın güçlü sağ partisi milliyetçi Le Pen hareketi de AB konusunda ikircimli tutumunu koyulaştırıyor. Rusya’da gelişen ve pekişen yeni milliyetçi ideoloji Batı Avrupa ülkelerindeki sağ güçler tarafından kolay benimseniyor. Ortak eylem plâtformları oluşturma yolları aranıyor. Brüksel aleyhindeki cepheleşmede sağ ve sol kanatları buluşturan pek çok nokta var. Geniş sosyal tabanında haksız yollardan zenginleşenlere karşı isyan etme azmi ateş alıyor. Bir de acaba Rusya Avrupa’yı soldan sağdan ateşleyebilecek durumunu elde edebildi mi, sorusu dillenmeye başladı. Sürpriz gelişmelerin ardında geniş katmanların memnuniyetsizliği ve Rusya kaynaklı dış destek olabilir.
Gerginlik noktalarının başında gelen Ukrayna içinde Lugansk savaş çizgisi oluştu. Binlerce ölüden söz edilirken ateş bir türlü kesilmiyor. “Yurtta sulh, dünyada barış” ilkesine sımsıkı bağlı kalan Türkiye Cumhuriyeti’nin Ukrayna’yı hedef alan bir yeni NATO askeri üssünün Karadeniz kıyımıza konuşlandırılmasına izin vermemesi ve bu üs için son yıllarda 50 bin Rus’un konuşlandığı Kara Deni incisi Varna’ya komşu “Şabla” kıyısının seçilmesi, Bulgaristan’da değişik yorumlara vesile oldu. Kendi kendilerine gelin güvey olup “Türkiye’nin NATO içindeki konumu zayıfladı” deyenler sanki bayram ettiler. Sürekli ve güvenli barış siyasetini algılamada güçlük çekenlerin akıl durgunluğu içinde olduklarına artık kesin inanıyorum.