Muazzez YURDAKUL

 

“Avrupa’nın “Hayvanları Koruma” cemiyeti’ne sorarız ki, yabancı canavarlardan şeni (kötü) olan, Bulgar vahşilerini hangi nevi yırtıcı hayvan addederek himayeleri altına alıyorlar?”

Eski Zara Müftüsü’nün Hatıralarından

Bulgar komünistlerinin önünde ve ilk yıllarında Bulgaristan Türk halkı için hemen hemen yasak hiç bir şey yok gibiydi. Dini dindi, dili dil; Bayramı bayramdı, düğünü düğün; camilerin kapısı ardına kadar açıktı. Minarelerde beş vakit namaz okunuyordu. Türk okulları vardı, Türk kıraathaneleri çalışıyordu. Türkçe basın vardı, Türkçe yayın. Türkülerimizi Türkçe söylüyorduk. Türkçe konuşuyor, Türkçe gülüyor, Türkçe eğleniyor, Türkçe üzülüyorduk.

Bu böyle sürüp giderken, Bulgarlar bir yandan Türklerin Türkleştirilmiş Bulgar olduğuna dair “deliller toplamakla1” meşgulmüşler.  Bu gülünç ve saçma “delil toplamalar” h,çbir bilimsel yönü olmayan öylesine gelişi güzel şeylerdi. Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı tipinden yani. Örneğin bu yerin adı “Gâvur Harmanı” ya da Kilise Dere” idi. Tamamdı. Gavur, Bulgar demekti, kilise, Hıristiyan olan Bulgarlara aitti. Demek bu bölge halkının tümü Bulgar idi. Şimdi Türk’tü ama, zararı yoktu. Onlar Türkleştirilmiş Bulgarlardı. Aslında ise Gavur Harmanı ile Kilise Dere Bizanslardan kalmıştı. Bunu anlar da biliyorlardı ya, işlerine yaramıyordu. Keser yongayı kendi tarafına kaydırıyordu.

Bu ruhta gülünç “çalışmalar” yapan bir adam vardı Boris Deribeyev adında. Daha sonra buna benzer çalışmalarını bir kitap halinde yayınladı. Adamı Profesör yapıp geçtiler vesselam. Kitabın adı “Ahrida” idi. Doğruyu söylüyorum, orasına burasına baktım, kızdım ve kitabı fırlatıp attım. Bir daha da elime almadım. Aslında kitabı dikkatle okuyup, saçmalıklara iyi bir cevap vermek gerek ya, bu profesör işi.

Bulgar komünistleri, Bulgaristan Türeleri’ni Bulgar çıkarmak için her çareye başvurdular. Cami bahçesinde haç ”buldular”; Mezarlıkta Bulgarlara ait kemik; bazı Türk komünistleri ihtiyar ninelerinin çeyiz sandıklarından haç “çıkardılar”; kimisi çöreklerin üzerine çizilmiş haç işaretini “anımsadılar.”

Bulgarların taşıma su ile döndürmeye çalıştıkları bu viran değirmene, Türklerden de su getirenler oldu. Onlardan biri bu konuda kitaplar yazan Şükrü Tahir idi, diğeri de Hasan Karahüseyin. Türklüğünü unutan bu Türklerin ikisi de bugün kendilerini en büyük Bulgardan daha büyük olduklarını iddia ediyorlar ve bu duygularla sarmaş dolaş uyuyup renkli rüyalar görüyorlar. Bu iki Bulgarlaşmış Türk, üyesi ve kölesi oldukları BKP’nın önemli bir siparişini yerine getirmek için, aşağıdaki yanlış fikrin ortaya atılmasını sağladılar.

Bulgaristan’da üç çeşit Bulgar var:

Bulgarca konuşan ve Hıristiyan olanlar;

Bulgarca konuşan ve Müslüman olanlar;

Türkçe konuşan ve Müslüman olanlar.

Birinciler Bulgarlar, ikinciler Pomaklar ve üçüncüler Türkler. Bu kısır anlayışa göre Pomak Türkleri ve Türkler,  yani biz, Osmanlılar’ın zorla Müslümanlığı kabullendirdiği Bulgarlar idik. Onların fikrince bu durum değiştirilmeli, herkes milletinin yanına dönmeliydi. Bu, devletin ve partinin bir numaralı görevi olmuştu. Bir başka değişle bu, Bulgaristan’daki bütün azınlıklara savaş ilan etmek demekti. Savaşın ilk aşaması, ardı arası kesilmeyen YASAKLARDI. Önce camilerin kapısını ardına kadar açmak yasaklandı, sonra minarelerde ezan okumak; arkadan kadınlarımıza şalvar, ferece giymek yasaklandı, sonra köylerdeki mescitlerde namaz kılmak. Bir kere başlayan yasaklar yağmuru bir türlü durmak bilmiyordu; okullardan dini dersler atıldı, okullarda ve toplum yerlerinde Türkçe konuşmak yasaklandı, kız öğrencilere baş örtüsü taşımak yasaklandı, ayların, ülkelerin, köylerin, şehirlerin, dağların, ırmakların Türkçe adlarını söylemek yasaklandı.

Daha sonra Türk okulları kapatıldı, Türk çocuklar Bulgar okullarına gideceklerdi. Aradan çok geçmeden okullardan Türkçe dersleri atıldı. Türkçe konuşmak yasaktı, Türkçe şarkı türkü söylemek yasaktı, kitap yasak,radyo yayınları yasaktı… Bulgaristan Türkler için bir yasaklar diyarı olmuş gitmişti. Daha da ileri gidilerek, sokaklarda Türkçe konuşanlardan para cezası alınmaya başlandı. Önce bir söz 5 leva ediyordu, sonra zam geldi, on leva, on beş leva, derken , yirmiye, otuza, elliye vardı. Sokaklarda makbuz kesmeden para cezası toplayan Bulgarlar belirdi. Makbuzsuz para vermek istemeyenler dövüldü. Önce Bulgarca konuşan Çingenelerin adları değiştirildi, sonra Makedon halkı yok, Bulgar var dendi, arkadan Pomakların adları değiştirildi etraf kana boyanarak. Türkler en sonraya kalmıştı. Ve nihayet…

Dünya ülkelerinden bu durumu görenler ve dolayısıyla protesto sesi çıkaranlar yok gibiydi. Bulgarlar, İnsan Haklarını Koruma Kuruluşları’nın himayesi altına alınmışa benzer bir durum vardı. Defalarca Türkiye’deki cezaevlerini gidip gören bu kuruluşlar, bir kere olsun Bulgaristan’a gelmek istemediler. İstedilerse bile, Bulgarların kaş çatıp “Olmaz!” demesi, gelmemelerine yeterli bir sebepti. Batılı ülkeler, yüz şu kadar yıl önce şu topraklarda yapılan Rus ve Bulgar vahşetini de görmezlikten gelmişlerdi. Eski Zara Müftüsü Hüseyin Râci Efendi hatıralarında, Avrupa’nın hayvanları koruma cemiyetlerine sorduğu soruyu biz de soruyoruz: Bulgarları hangi cinsten yırtıcı hayvan sayarak himayeleri altına alıyorlar?

 

Bulgaristan’ı ziyaret eden bazı Arap ülkelerinden oluşmuş din adamları ki, bunlar genellikle Suriye ve Yemen’den idiler, Sofya’da ve başka şehirlerde göstermelik olarak bırakılan camileri görünce, dünyaya, Bulgaristan Müslümanlarının dini ibadetlerini yerine getirmekte hür olduklarını ilan ettiler. Oysa gerçekler Sofya’da değildi, Kırcaali’de, Koşukavak’ta, Mestanlı’da, Cebel’de, Kirli’de, Dobruca’da, Deliorman’da Gerlovo’da, yasak cenaze merasimlerindeydi. Oralar yabancılara yasak bölge ilan edilmişlerdi. Oralarda olup bitenler, dökülen kanlar, akıtılan gözyaşları dünyadan gizleniyordu. Onlar Demirperde ardındaydı. Oralarda Bulgar komünistleri istedikleri gibi at oynatıyorlardı. İnsanların kaderleriyle oyun oynuyorlardı. Hasan Rodoplu, Cemil Şaban, Emel Taban (ova) ve Adem Bayraktar gibi bir sıra anılmış türkücülerimiz sadece Türkçe Türkü söylediklerinden ötürü çalıştıkları tiyatro topluluklarından uzaklaştırılıp sokağa atılmışlardı.  Geçim sağlamak için Rodoplu maden, Cemil ise ticaret işçisi olacaklardı. En iyi şarkıcımız Ahmet Yusuf Yugoslavya yoluyla Türkiye’ye iltica edecek ve çocuklarına hasret genç yaşta ölüp gidecekti. Ahmet Şerif ve ben ve başka şairler hapse, Niyazi Hüseyin, Süleyman Yusuf sokağa, Mehmet Çavuş, Rahim Recep hudut dışına atılacaklardı. Recep Küpçü ve Halim Halil İbrahim, Ali Kadir öldürülecekler, Şahin Mustafa, Fevzi Kadir ve başkaları göç etmeye zorlanacaklardı.

Aradan on, on beş yıl geçer geçmez, Türkiye’ye iltica edenlerin listesine, birkaçı dışında bütün Bulgaristan Türk şair ve yazarları, Türkücü ve şarkıcıları, artistleri  ve ressamları da gidecekti.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Devam edecek.

Reklamlar