Neriman KALYONCUOĞLU
Tarih: 10 Haziran 2020
Bursa’da tutuşturdukları çalı çırpı ile Bulgaristan Türklerinin yeni edebiyatını filizlendirmeye çalışan kalem ustalarına selam. Güzel Bursa onları öyle mayhoş etmiş ki, hani memlekette kooperatif tarlasında gece mısır sularken su karıktan taşar ve kendi yönünü belirleyemezken “su da onların, mısır da onların, tarla da onların, bırak gitsin, dolup taşar, rahatına bak!” deyip yaşlıların çakmağa sarıldığı günlerin hikâyelerini hatırladım.
Bursa, dendiğinde hep aklıma gelen yazar Ahmet Şerif ve onun “insan anasını ve vatanını seçemez” sözleri gelir ve ardından da, “ama insan sahte bir şahıstan lider yaratabilir” tekerlemesi dile dolaşır.
Bursa’da yazılan ve basılan yazıların, tek elekten geçtiğini, daha doğrusu kalemden çıktıktan sonra ikinci kez sık elenmeden, hisler insanı aldatmaz, iddiasına takılarak, gerçek diye anlatılanların, çoğu defa deniz üzerindeki köpükler gibi “göründüğü gibi olmadığını” gördüm ve buna inandım.
Bu eserlerin arasında, Bursa’da yazılan, zor zamanda keser sapı olup çok ceviz kıran ve birçok samimi kardeşimizin kafasını karıştıran, 2002’de Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı tarafından basılan Ahmet Şerif’in “Bulgaristan’da Türkler (1879-1989)” eseridir. Önemli bir çalışma olan bu kitabın da, diğer eserler gibi belirli bir gayesi vardır. Bu hedefe politik yargı değerleriyle gidilir. Bu da, bir çuval tohumluk buğdayın içine bir süneli tane atılıp atılmadığına dikkat edilmesi gibidir. Süne, buğdayın özünü yiyerek tohumu öldüren bir hastalıktır. A. Şerif eserinde Bulgaristan Türkeri’nden söz etse de, onun amacı “dostu olan” ya da kendini dostmuş gibi tanıtan, Varna’ya bağlı Halaç köylü Ahmet’i olumlu çizgilerle tanıtmış olmasıdır. Bu yaklaşım yaşanmış eski dostlukların ürünüdür. Kaktüs çizenlerin ipeksi tüylerden sivri ve zehirli uçlu kazık gibi dikenler büyüdüğünü bilmek, her yazarın objektifliğine kıstastır. Bu ölçü bozulduğunda denge ibresi oynar ve taraflılık ağır basar. A. Şerif’in totaliter terörizm yıllarında yakın ilişki kurduğu kişi ve eserinde anlattığı olaylar, 1989 öncesi, kirası gizli siyasi polis “DS” tarafından ödenen, buzdolabındaki paketler ayda 2 defa özel kuryeler tarafından değiştirilen, kaldığı odanın duvarlarına çivilenmiş raflardaki kalın kitapların okumayı seven başka birinin olduğu bir özel olarak dizayn edilmiş ama yazar tarafından görülememiş bir ortamda yaşanır.
Ahmet ile Ahmet’in karşılıklı oturup içine gömüldükleri koltuklar bile özel seçilmiş ve her birinde ayrı mikrofon vardır. Bunların farkında olmayan yazar Ahmet, polis paketindeki ajan Ahmet’i görememiş, çözememiş ve bilincinde, derinliğine inemediği bir olayı anlatırken onu kahramanlaştır.
Böylece, yazar kaderlerini kaleme aldığı Bulgaristan Türklerinden önce, Türkiye’deki soydaşlarımızı tuzağa düşürmüş ve onların seçimden seçime A. Doğan’ı bir bal arısı olarak görmelerinde önemli rol oynamıştır. Bu yanılgının peçetesini çekip indirmek uzun sürdü. Hapis ve sürgün gören her kişinin doğruyu anlattığına ağızı açık inanan Bulgaristan Türkleri, samimi ortamlarda safdil davranışlara kurban düştü. Bulgaristan şartlarındaki gerçekleri tam olarak görenler yazar A. Şerif’in kitabını daha dikkatli okuyup müzakere etmemişlerdir.
Öte yandan A. Şerif’in nesnel ve etkileyici anlatımından faydalananlar olmuştur. 1990’da HÖH yönetimine yerleşen, meclise giren ve serbest zamanında kaleme aldığı eserlerini Hak ve Özgürlük Hareketi kasasından ödeten Prof. Dr. İbrahim Tatarlı, 2009’da Sofya’da çıkan “Bulgaristan Türk Kültürünün Sorunları” çalışmasında yukarıda sözü edilen eserden faydalanarak 1989 Mayıs Ayaklanmasına ve A. Doğan simasına geniş yer ayırmıştır. O, yeni ortamda fırsat bulup, Bulgaristan Türkeri’nin 1984-1989 “soykırım süreci” faciasını ve Bulgar gizli polisinin (DS) Sovyetler Birliği Dış İstihbarat Komitesi (KGB) ile el ele verip, ruhunu esir aldıkları şerefsizlerden ajan ve lider yetiştirme işini baştan sona çarpıtarak ve sahte lider lehinde anlatmıştır. A. Şerif, ancak ajanın yüzündeki peçeteyi görebilmiş, Tatarlı ise aynı yüze maske takmıştır. Bu olaylar, kışa girerken Bursa çayırlarında yağ bağlasınlar diye ceviz yutturulan koldurlar gibi, şişmiş ve çarpık bir oluşum doğurmuştur. Bu çarpıklığın halkımız için çürük meyvelerini bugün de görebiliyoruz.
Fırsat buldukça eserlerinden Türkçe veya Bulgarcadan tercüme ederek yararlandığımız Silistreli şair Habil Kurt’un “Hayat Nedir Arkadaşlar?” sorusuyla bu sabah karşılaştığımda, benden önce bilgisayar açanların yorumlarını da okudum.
Hayat Nedir?
Bu, öncelikli bir felsefe sorunudur. Felsefe binasının zemin katının karanlığında, bu soru ilk önce Platon tarafından sorulmuş ve günümüzde hiçbir kimseyi tatmin etmeyen bir cevapla, aynı binanın Aristoteles katında ilginç bir yanıtla aydınlatılmıştır. Yanıtıyla, felsefe yapısında kilit taşı olan Aristoteles, yaşadığımız an ile geçmişimizi iç içe, parçalanmaz bir bütün olarak görmüştür. Gelecek (beka) ise ancak ve yalnız bu bütünün devamıdır. O zamandan bu güne, 2 bin yıldan fazla bir süre geçti. Dayanıklı bir öz, bir gerçek inandırıcılık kazandı.
Örnekliyorum. Bugün artık Rusya’nın Bulgaristan’ın samimi dostu olmadığına inananlar çoğalıyor ve geçmişle bugünü kesintisiz bütünleştiren olayları anlatırken, en karışık konularda bile 100 yıl öncesinden örnekler verebiliyoruz.
1885’te Doğu Rumeli Bulgar Prensliği tarafından ilhak edilmişti. 1878 Berlin Anlaşmasının bozulduğunu ve çiğnendiğini gören Rus Çarı III Alaksandır (1881-1895), Osmanlı Padişahına Bulgar Prensliğine savaş açarak Doğu Rumeli’yi geri almasında ısrarcı olmuş, Varna’ya savaş gemileri göndermiş, Dış İşleri Bakanı Griz çok sert anti-Bulgar tavrı almıştır. 1944’te Sovyetler Birliği Bulgaristan’ı 2. defa istila etmiş, 2020 yılında da Rusya Federasyonun Bulgaristan’la ilgili iştahını görebiliyoruz. Bu kesintisiz bir devamlılıktır ve Rusya’nın Bulgaristan’a ilişkin siyaseti bu özün içinden tarihsel devamlılık olarak belirmekte ve hayat hakkı istemektedir.
Gördüğünüz üzere Bulgaristan’da da biz Türklere karşı izlenen devlet siyaseti 142 yıldan beri ancak küçük dalgalanmalarla ama kesin ve ısrarlı devamlılıkla, ancak şekil değiştirerek sürüp gidiyor.
Bu seyrin içinde tarihin yükünü azaltan şöyle bir gerçek de vardır. Oğullar babalarının suçlarından yargılanamaz. Bu tarihsel arınma ve yenilenme ateşidir. Fakat Bulgaristan gibi ülkelerde yenilenme ateşinde hep aynı düşmanlığı kızartmaya devam etmeye son vermek zorunluktur. Bugünün ödevi geçmiş ile geleceği birbirine bağlarken uygun şekil ve usul bulmaktır.
Tarihsel kopukluk teorisi Liberaller tarafından uydurulmuştur. “Etniklik” de onların icadıdır. Onlar, “yaşanan anın” geçmişle ilişkisi olmadığını kanıtlamaya çalışırken, Bulgaristan gibi çok etnikli ülkelerde (etnik kimliğin yok edilmeye, eritilmeye çalışıldığı toplumlarda) etniklerin tarihsel kökenleri olmadığı iddiası öne sürülmüştür. Fakat hukuk felsefesi, dün yoksa bugün de yoktur, gerçeğine dayandığından, daha 1972 yılında başlayan Bulgaristan Türklerinin Bulgar olduğu iddia edilememiş, “Osmanlı zamanında İslamlaştırıldıkları” öne sürülerek asimile ederek Bulgarlaştırma hazırlıkları başlamıştır. Hukuksal açıdan nedenlerden birisi de, “kimlik” değiştirme büyük bir suç ve “soykırım olduğundan”, dünya hukukuna göre Avrupa Mahkemelerinde açılan davaların hepsini kaybedeceğini sezen ve gören Bulgar devleti, olayı “din değiştirme” seviyesine indirmemiştir. Bunun hazırlıklarını da Müslüman toplumunu densizleştirmekle yapmıştır. Dolayısıyla, bu işte bizim için ve hukuk lehinde çalışan tek gerçek Aristoteler’in “geçmişle yaşanan anın” bir bütün oluşturduğu hakikattir.
Saygılarımı arz ederken, eleştirimin olumlu algılanmasında ısrar ediyorum. Kalemini sivrilten yaratıcılara kalpten selamlar. Gelecek bizimdir, çünkü geçmiş ve bugün bizim.
Paylaşınız
Teşekkür ederim