Zorla Bulgarlaştırma, ondan sonraki adaletsizlikler, sorum­suzluklar, hakaretler ve canavarlıklar, Türk azınlığının canına tak dedi, efkar doldu taştı ve nihayet totaliter rejimin, onun koyu milliyetçi yönetiminin, bütün bunları uygulayarak, ülke­mize kendi elleriyle yerleştirdikleri “saatli bomba” volkan mi­sali patladı! 

Avrupa İnsan Hakları Komitesi ‘nin, başka uluslararası kurul­ların, Hür Avrupa Radyosu’nun ve ülke içindeki tüm de­mokratik güçlerin, kesin desteğini bulmuş ve canını torbaya koymuş Türk aydınlarımızın, özverili örgütçülüğü sonucu, 19 Mayıs 1989’da Şumen ili, Pristoe (Yusufanlar) köyüne tüm Deliormanıdan, Dobruca’dan, Gerlovo’dan ve hatta ta Rodop­lar’dan at arabalarıyla, yayalı, bisikletlerle, motorlarla, oto­mobillerle 15 binden fazla insan toplandı ve haklarımızı, “Adlarımızı iade edin!”, “Dilimizi, dinimizi, geleneklerimizi müsade edin!”, “Kahrolsun Jivkov!” sloganlarıyla, bu isteklerini yazılı bir şekilde resmen belediye yönetimine sunmak üzere, kararlı bir şekilde, Kaolinovo kentine doğru hızlandılar.
Bu barışçıl yürüyüşe uzun yolculuğu esnasında, sağdan, sol­dan, ayağı tozuna daha binlerce tütününü kırda, hayvanım ahırda bırakmış çiftçi, işinden geçmiş işçi, inşaatçı, memur, sınıf oda­larını terk etmiş öğretmen ve öğrenci katıldı. Kliment köyü mer­kezinde muhteşem bir miting yapıldı. Türkçe ırkçılığı kınayan nutuklar, şiirler okundu, şarkılar söylendi.
Naum köyünü geçip Köklüce dağına varınca barışçıl eylem­ciler, önlerini bölmek isteyen milis ve asker bölükleriyle karşılaştı ve çarpıştı, fakat buna rağmen kentin merkezine ererek planlaştırılan eylemi gerçekleştirdi. Çarpışmada, Kus köylü Ne­cip Osman şehit düştü.
Daha o günü yörede ve Türk ahalisiyle meskün köy ve kent­lerde milis, olağanüstü tedbirler aldı, onlarca insan tutuklandı. Bu da kanlı Todor İkonomovo olayına neden oldu.
Barışçıl Pristoe Yürüyüşü, alelade bir eylem değil, yıllarca birikmiş bir efkarın kükreyişi, ülkece gerçekleşecek bir Türk isyanının siğnalı, yurdun siyasi ve sosyal ekonomik durumunu,uluslararası itibarını olumsuz etkileyecek ve bu nedenden dolayı  onun tarihine geçecek, önemli bir olaydı! .. 

 

      Bu anıt 20 Mayıs 1989’da
Pristoe köyünden başlayan
ilk yürüyüşü hatırlatıyor

 

 

 

 

Sunyto Mehmet
28.02.2012/23:15h
***********************************************************************
***********************************************************************

Cinayeti Duyurmaktı Amacı
Saffet R. Recep
Tri Mogili, Kırcali
1953 -1988 

 

Kimsenin onuruna, malına, canına dokunmuş adam değildi. Ne gücenmesini biliyordu, ne küsmesini. Okumuş, cahil, büyük küçük, Türk, Bulgar demez, insan seçmezdi. Herkese saygıyla davranıyor, güven bağlıyor ve bu vasıflarla da ortamında iyi bir hoşgörü havası yaratıyor, sakinlik ve rahatlık telkin ediyordu. Karlovo İnşaat okulundan sınıf arkadaşları, köydeşleri ve tüm Ruen yöresi insanları böyle tanıyorlardı Saffet’i. Yine de aniden tutuklandığını duyunca, kimseler şaşırmadı. çünkü başka bir özelliğini daha biliyorlardı onun. Dürüstlüğüne dürüsttü, ama kimsenin hakkına dokunmadığı gibi, kimselere de onuruyla alay etmesini, kendi hakkını paylaşmasını asla müsaade etmiyordu. Onun için de tüm tepkilerine rağmen adını aldıkları alalı dudağından tebessüm düşmüş, kendine kapanmış, evvelki gibi her şeyi herkesle paylaşmıyor, derin derin düşünüyordu.
İşini geriletmiyordu bak! Uzun yıllar Burgas’ın Altıncı İnşaat Şirketi’nde çalışmış, yüzlerce konut kurdurmuş, binlerce insan sevindirmiş, taktirlerini kazanmış, şimdi artık Ruen yöresi ku­ruculuğunu üstlenmiş ve kısa bir zamanda da belediye merke­zindeki parti evinin, oturduğu Çereşa köyünün muhtarlık binasını, Lülakovo’da bir köy salonunu ve daha başka toplumsal yapı­lar hakettirmişti. Yaptığı ve yaptırdığı işi herkes görüyor, be­ğeniyor ve taktir ediyordu da tek o sevinmiyordu kendi çabala­rının meyvelerine. çünkü içindeki o dert gittikçe işinden, gücünden, evinden, yerinden, anadan babadan, çok sevdiği eşinden, küçük Şeri ‘sinden ve Seydali ‘sinden geçiriyordu onu. Adını Sava diye çağıranlara düşman kesiliyor, bir daha yüzlerine bakmıyordu. Hayır, böyle bir onur alayıyla asla barışamazdı. Ve bütün riskleri gözlerine kestirerek ırkçıların büyük cinayetini, açtıkları yaraları dünyaya duyurmak, adının, zorunlu alınan tüm türk adlarının iadesi için çalışmayı kararlaştırdı. Önce kendine hemfikir kişiler aradı. Emin Mehmedali ve Abdullah Çakır ile buluştu, faaliyete geçti.
Saffet, nispeten genç ve yeniydi, fakat grubun kurucuları onun  eğitimini, hazırlığını layıkıyla değerlendiriyor, tüm karar ve girişimlerini fikri ve rızasıyla gerçekleştiriyorlardı. Grup, yerine göre değişik yollarca Burgas, Varna, Plovdiv, Sliven illerindeki Türk ahalisini adlarının ve haklarının iadesi için isyana çağırıyor ve hazırlıyor, yerel ve merkez parti ve devlet kuruluşlarına tehditlerde bulunuyordu. Çevresi genişledikçe ve faaliyetleri çoğalınca da ele verildi.
Saffet Recep de diğer iki arkadaşları gibi 13 Ağustos 1987’ de ”’yerinde tutuklandı ve aylarca gaddarca sürdürülen sorgulardan sonra, yasadışı eylemlerle suçlandırılarak 1988 yılının bir numaralı davası sonucu Yüksek Mahkeme tarafından idama mahkum edildi ve kurşuna diziIdi!. ..

Sunyto Mehmet
01.03.2012/21:50h
***********************************************************************
***********************************************************************

“Ölüm!” Dediler, Gözünü Kırpmadı
Emin M. Ali
Trmak, Burgas
1944 -1988

 

Zorunlu Bulgarlaştırma derdi Emin Mehmedali’nin başına diğer yakınlarından çok daha evvel geldi. Eşi Ayşe, Rodop kö­kenli olduğundan, orada başlayan cinayet eylemi onu ta Bur­gas’ın Trınak köyünde buldu. “Karın dağlı olduğuna göre Bul­gar, karma aile olduğunuza göre de bire dek adlarınızı değişti­receksiniz!” dediler ona. Emin ve Ayşe “Biz Türk’üz!” deyip direndiler, ırkçılar ise, “Değiştireceksiniz!” diye kestirdiler. Bas­kılar uyguladılar bilinen uslüplerce. O sıralarda da çocukları geldi dünyaya. Nur topu gibi bir bebek. Mehmedali’ler ailesi, ona da sevinemedi fakat, çünkü dedesinin adını koymak isti­yorlardı, koydurmadılar, bir hayli adsız büyüdü çocuk.
Emin, dört yaşında öksüz kalmış, köyündeki orta okulu bi­tirdikten sonra tahsiline devam edememişti, ama sonraları Bur­gas’ a yerleşti, orada kurslardan geçti. Bir hayli Almanya’ da kaldı, dil öğrendi, mesleğini pişirdi ve dönünce de itibarlı isti­rahat sitelerinin en lüks hotel ve lokantalarında sürdürdü gar­sonluğunu.
O, fevkalade atılgan, görüşken ve öylesine de saf bir kişiydi. Ad değiştirme kampanyasını yerel ırkçıların kendi girişimleri sanarak ve başlarına gelenleri tuzuyla, biberiyle yazarak devlet ye parti birincisi Todor Jivkov’a şikayetçi oldu, ama mektubu olumlu bir sonuç vermedi, bilakis, baskılar daha da fazlalaştı ve kabalaştı. Ta o vakitler yelin nereden estiğini sezdi ve çok çok efkarlandı. Demek ki, kendi haklarımızı kendimiz sa­vunmamız gerekiyor, diye düşündü. Hem de ne pahasına olursa olsun!..
Emin, bu fikirlerini öncelerden tanıdığı okyanus balıkçı sı .Abdullah Çakır’la paylaştı ve her ikisi özel bir grup kurmayı kararlaştırdılar. Daha sonraları onlara Burgas ‘ta inşaat teknis­yeni yapan Çereşa’ lı Saffet Recep ve yöreden daha beş genç katıldı.
Grubun amacı: Merkez ve yerel parti ve devlet adamlarını uyarıcı ve gözdağı verici, çeşitli eylemler gerçekleştirerek dün­yaya bu ülkede Türk azınlığı olduğunu ve onlara yapılan ha­karetleri duyurmak, yöredeki bu azınlığı milli ve dini hak ve özgürlüklerinin, adlarının iadesi için isyana hazırlamak, ayak­landırmaktı.
Amaçları doğrultusunda Emin Mehmedali’nin önderliği al­tında grup, üç yıl boyunca Burgas, Varna, Plovdiv ve Sliven illerinde çok yönlü ve geniş kapsamlı bir faaliyet yürüttü. Diğer taı:aftan ise “Altıncı Şube”nin grubu artık peşine düşmüş, onları her an ve adımda takip ediyordu.
Ele verildiklerini sezen Emin Mehmedali, geçici bir zaman için şehri terk etti, köyüne giderek tarımcılığa ve hayvancılığa atıldı, ama uzaklaşmasının grubun faaliyetlerini olumsuz etkile­diğini anlayınca da, yeniden Burgas’a döndü. Bu kez yabancı­ların da kaldığı o lüks otel ve lokantalarda çalışma imkanını bulamadı fakat, sokak ticaretçisi olarak dondurma satıyor ve aktif olarak eylemler örgütlemeye devam ediyordu.
. Emin Mehrnedali 13 Ağustos 1987′ de iş yerinde tutuklandı. Bir yıla yakın Sofya’daki Genel Sorgu Dairesi’nde türlü türlü ışkencelere katlanarak izahat verdi, yanıt yazdı. Sonunda tam 114 tanığın da katıldığı, 20 gün devam eden duruşmalardan sonra Yüksek Mahkeme tarafından yasadışı ağır cinayetlerle suçlandırılarak üç kez ölüm cezasına mahkum edildi. İdam hükmü okunurken dimdikti, gözlerini bile kırpmadı.
6 Eylül 1988’de kurşuna dizildi!. ..


Sunyto Mehmet
03.03.2012/22:20h
***********************************************************************
***********************************************************************

Sogukkanlılık
Abdullah A. Çakır
Paniçkovo, Kırcali
1947 -1988 

 

 Abdullah, uzak bir dağ köyünden geldi Burgas’a. Okyanus ba1ıkçılığı Meslek Lisesi’nde okurken önce şehri beğendi, sonra ;. kızını sevdi, evlendi ve iki kız babası oldu. 8 yıldır ülkenin en büyük okyanus balıkçılığı şirketinde çalışıyordu. Ustaydı, işi ilginçti. Sırasında hiç kesintisiz 7 -8 ay devam ediyordu hamleleri. Eşini, kızlarını, dostlarını özlüyordu, ama yine de gayret gösteriyordu. Ona göre denizciliğin de herkesin anlayamadığı  bir zevki vardı.
Bu işe tutunalı varmadığı hiçbir deniz ülkesi kalmamıştı de­sek, bir abartma sayılmaz, bence. Kimi defa haftalarca kalıyordu onların bazılarında. Çeşitli olaylarla tanışıyor, insanlarla bulu­şuyordu. Ve her gördüğünü kendi açısından, kendi kriterleriyle ölçüp biçiyordu. Genellikle de oralarda azınlıklara yapılan mu­ameleler açısından. Ülkemizdeki azınlıklara uygulananlarla, ba­şından geçenlerle kıyaslıyordu onları. Milis önünde belediyeye götürüldüğü, tüm direnişine karşın Bulgar adı istediğine dair zorla dilekçe imzalattırdıkları geliyordu aklına. Ve o anı hatır­ladıkça da sinirleniyor, efkarlanıyordu. Aradan üç yıl geçmesine rağmen hala unutamamıştı ve unutmayacaktı da onları. Neyliği belli olmayan o Aldesk adına ise alışmaya bile niyeti yoktu.
On yıl evvel ailece Türkiye’ye gitmişlerdi. isteseydiler ka­labilirlerdi de, ama sıla, eş dost deyip dönmüşler, talihlerini, yurdun vatandaşlarının talihiyle yeniden sıkı sıkıya bağlamış­lardı. Şimdi pişmandı fakat, çok pişmandı. Mademki kalmıştı, kendi ve çocukları, soydaşları uğruna her ne yapacaksa, burada yapmalıydı. Bu düşüncelere kapılarak onları paylaşacak insan aradı. Ve Trınak’lı Emin Mehmedali ‘yle buluştu. Emin de zaten çoktandır böylelerini arıyordu. ikisi birden çok yönlü, geniş kapsamlı ve her an hayat tehlikeleriyle dolu bir faaliyete geçtiler. Gaye; çeşitli eylemler örgütleyerek dünyaya ve devlet adamla­rına bu ülkede Türk azınlığının varlığını duyurmak, tanıtmak ve zorla Bulgarlaştırma eylemleriyle hiçbir vakit barışmaya­caklarını bildirmekti.
Abdullah, kelleyi torbaya koymuş, yürüttükleri davanın haklı olduğuna, eninde sonunda amaçlarının gerçekleşeceğini büyük bir inançla ve bu inançtan kaynaklanan cesaret ve özenle çalı­şıyordu.
Üç yıl devam eden aktif bir faaliyetten sonra grup ele verildi ve Abdullah anında iş yerinde yakalandı. Nice nice işkencelerle tam bir yıl yürütülen soruşturma sonucu yasadışı eylemlerle suçlandırılarak 20 günlük duruşmalardan sonra Yüksek Mah­keme tarafından ölüme mahkum edildi.
Son görüşmede eşi Saadet:
-Ne yaptın, nasıl yaptın, niçin yaptın Abdullah’ ım? diye sor­du ağlayarak.
Abdullah, büyük bir soğukkanlılıkla:
-Ne yaptıysam adımız için, onurumuz için yaptım, diye yanıt­ladı ve ekledi. Sana bir son ricam var: İmkan ara ve kızlarımızı okut. Beni seviyorsan eğer, onlara babasız kaldıklarını hisset­tirmemeye çalış ..
Eylül  1988’de kurşuna diziIdi!. ..

Burgas ili Trınak köyü kenarındaki Şehitler Anıtı olarak bilinen özel çeşme yaz kış ziyaretçisiz kalmıyar. ..


Sunyto Mehmet
06.03.2012/22:45h
***********************************************************************
***********************************************************************

Mayıs İsyanının İlk Şehidi
Necip O. Necip
Kus, Şumen
1945 -1989 

 

Kus, Kaolinovo belediyesinin küçük köylerinden biri. Sa­kinleri genellikle Türk asıllı. Çalışkan, onurlu, soyuna ve dinine sadık insanlar. 1985 ‘te nice, nice baskılara katlandılar, ama di­reştiler, adlarını savundular. Lütfi Rufat, Ömer Halil vs. Be­lene ceza kampına tıkıldılar. Köylü yine de yılmadı. Öğretmen Yakup Çakal: “Adımı alabilirsiniz, ama beynimi hiç bir zaman!” dedi şövenlerin yüzüne. Silahlar üstün geldi fakat adlar resmen değiştirildi. Koyu milliyetçiler, işi olup bitti sandı. Kuslular ondan sonra da devam ettiler direnişlerine. 1989 Mayıs ‘ında köyden 20 kişi zorunlu Bulgarlaştırma’ya karşı düzenlenen açlık grevlerine katıldı. O kargaşalı günlerde canını torbaya ko­yanlardan biri de Necip Osman’dı.
Necip, orta yaşta bir adamdı. Şofördü. Uzun yıllar Kaolinovo garında otobüs sürmüştü. Hep insanlar arasında olduğundan, olup bitenleri tez duyuyordu. Yöre karışmış, çok sayıda insan greve katılmıştı. O da kesin kararını verdi. Önce, niyetini eşi Meryemle paylaştı. Çeyrek asır geçinmişler, ondan bir gizlisi olmamıştı. Sonra da Emine nineye, Osman dedeye, kızları Ne­bahat’a, Fatma’ya, Nevin’e duyurdu. Onların desteğini bulunca da dilekçesini doldurarak, resmen ilan etmek üzere grev yönetiminin bulunduğu Pristoe köyü yolunu tuttu.
Necip, yörenin ayaklanacağını duymuştu, ama Pristoe’ye bu (kadar insan geleceğini tasavvur bile etmemişti.
Onları görünce daha da cesaretlendi. Dilekçesini sunduğu gibi, hemen gitti, aralarına katıldı. Kaolinovo yolunu tutunca ‘ise kitlenin önüne geçti.
Naum köyünü aşıp Köklük korusuna varınca, mili s ve iç müdahale askerleri tarafından önlerinin kesildiğini anladı. İki güç karşı karşıyaydı, çarpışma kaçınılmazdı. Bir yandan silahlar takırdadı, diğer yandan taş topaç fırlatıldı, yolunmuş çimen kökleri atıldı.
İsyancılar hezimete uğradı, dağılıştı, ama bu dağılma birkaç dakikalıktı. Biraz sonra yeniden belediye merkezi meydanına toplandı. Orada yeniden haklarını istediler. Ve çarpışma da ye­nilendi. Necip, zaten kelleyi torbaya koymuştu, duramadı, hemen ileri atladı ve atlamasıyla da bir canavar arkasından kafasına tüfek dipçiğini indirdi …

 

Şimdi Kus köyünün merkezinde bir anıt var. Minnettar köy­deşleri, “20 Mayıs 1989 yılında soykırımına karşı düzenlenen ilk barışçı yürüyüşte, şehit düşen Necip Osman Necip’in hatırasına” diye yazdırdılar anıtın merrner taşına.


Köydeşleri, yürüyüş­lerin ilk şehidi Necip Osman’ı böyle ebedileş­tirdiler.

Sunyto Mehmet
13.03.2012/21:05h
***********************************************************************
***********************************************************************

Adı Alınınca Çocuk Gibi Ağlamıştı

Hasan Salih Arnavut 
Todor İkonomovo, Şumen
1941-1989 

 

Pristoe yürüyüşlerinin ertesi günü milis olağanüstü tedbirler aldı, birçok Türk tutuklandı. Todor İkonomovo köyünde, ilk tutuklanan Tahir A. Çavuş oldu. Bunu duyan köydeşleri, hemen muhtarlık önüne akın etti. Aynı gün köyde düğün vardı. O, etkinliği daha da kalabalaştırdı. Köy merkezi “Tahiri, Tahiri, Tahiri verin!” sesleriyle inliyordu. Yerli milis subayı “Dur, otur!” diyecek oldu, başaramadı. Muhtar Kanelov korktu, haber verdi.
Derken subaylarıyla beraber askerler de erdi. Yürüyüşçüler, efldirlı ve niyetlerinde kesindiler, zira o tehlikeli zamanlarda tutuklananların talihlerini iyi biliyorlardı. Her ne pahasına olursa olsun tutuklu köydeşlerini savunmalıydılar. Tahir’in adını haykı­rarak muhtarlığa doğru ilerlediler. O an subay “Ateş!” emrini verdi. Askerler ilk kurşunları havaya sıktılar. İnsanlar durakladı, hatta bazıları kaçışmaya başladı. Cinayetin önü alınmıştı, ama şöven subay ihtirasını giderememişti, kan döktürmek istiyordu. “Gövdeye!” emrini de verdi. Bu kez askerler silahlarını insan­lara yönelttiler ve en büyük cinayeti işlediler. Saniyesinde, muh­tarlık önünde, 27 kişi yere serildi. Asfalt kan seloldu. Vuru­lanlardan üçü öldü, 24’ü de çeşitli derecede yaralandı. Yaşamını yitirenlerden biri de Hasan Salih Arnavut’tu.
Hasan, orta yaşlıydı. Yetişmiş dört çocuk babasıydı. Toprağa çok bağlıydı. Ailesinin nafakasını çifçilikle çıkarıyordu. Uzun yıllar tarım kooperatifinde arabacılık ve bekçilik yapmıştı. Çarıklı bir köylüydü yani. Gel gelelim, iç alemi çok zengin, milli ve dini duyguları pek gelişmişti. Adına hiç kıyamadı. Zorla aldıkları günü çocuk gibi kapandı da ağladı. Sonraları da hep “Yaktı bizi bu komünistler” deyip içini çekerdi. Tahir’in tutuklandığını duyunca, hemen fırladı.
– Biz onu kayın değil, kardeş biliyorduk, diye anlattı ölü­münden çok sonra Cemile yengesi. Evden çıkarken çok ef­karlıydı. “Gitme yengenin, başına bir bela gelir”, diye yalvar­dım. “Tahir’i kurtarmalıyız, yenge. Ko vursunIar, zaten bir ca­nım kaldı, onu da alsınlar, yenge”, oldu son sözleri. Şimdi dü­şünüyorum da, bile bile gitti sanki ölüme …
Evet, Hasan evden çıktığı gibi doğrudan muhtarlık önüne vardı. İsyan başlamış, merkez yerinden kalkıp kopuyordu. O, geride seyirci kalmadı, en ileri geçti, büyük yumruklarını sı­karak keza “Tahir’i, Tahir’i” diye haykırmaya başladı.
Derken, olay yerine gelen askerlerin kurşunuyla vuruldu.
Oracıkta ölmedi fakat. Acil servise kaldırıldı. Yolda can çekiş­tirirken bile “Yardım, yardım! Adımı, adımı!” diyordu. Ser­vise erdiler, ama çok kan kaybetmişti. Orada öldü ve ölümsüzler sırasına diziIdi…

Todor İkonomo­vo’da kanlı Mayıs olayları bu bahçede geçti.

Sunyto Mehmet
16.03.2012/17:15h
***********************************************************************
***********************************************************************

Acil Servis Yollarında

Mehmet Salih Lom 
Todor İkonomovo, Şumen
1937 -1989 

 

Fakir bir ailedendi. Eşi Emine’yle beş çocuk yetiştirdiler. Nice nice sıkıntılar çektiler, ama hiç bir şeyonun iradesini kıra­madı, moralini bozamadı. Kır işine de gitti, fermalarda hayvan da baktı, maden ocaklarında da çalıştı. Türlü türlü insanlarla tanışıklığı vardı. Hiç biriyle bir anlaşmazlığı olmadı. Kişili­ğini öğrenirken, çok sordum, soruşturdum: “Çalışkan ve na­musluydu, Allah adamıydı”, “İnsanlıklıydı, kimsenin önünden geçmezdi” oldu hep yanıtları.
İşte o öylesine sakin, karıncaya bile yol veren adam, zorla Bulgarlaştırma sürecinde birdenbire değişiverdi. Çok üzülü­yordu adına. Emekli olmasına rağmen, hala çalışmasının da bir 1J.edeni buydu zaten. Daha çoğu insan arasında bulunsun, gönlünü avutsun diye.
Pristoe yürüyüşünün, Todor İkonomovo köyü örgütçüsü Ta­hir Ali Çavuş’un tevkifini tarım kooperatifinin inek fermasında duymuştu. Hemen alatacele işlerini tamamladı, elini yüzünü yıkadı, eve uğramadan merkeze yollandı. “Ne yapmıştı bu Ta­hir? İnsan mı öldürmüştü sanki?!” Hem hızlı hızlı yürüyor, hem de bunları düşünüyordu giderek. Adamakıllı efkarlanmıştı.
Köy kükremiş, merkez kaynıyordu. Vardığı gibi de kalabalı­ğa katıldı. Köydeşleri Tahir’ i istiyor, milis kendini savunmağa çalışıyordu. Derken, muhtarın çağırdığı askerler de erdi ve er­meleriyle de havaya ateş etmeye başladılar. Yürüyüşçülerin bir kısmı kaçıştı. Mehmet bir adım bile gerilemedi. Bilakis, daha da heyecanlandı, cesaretlendi. Her tehlikeyi göze alarak “Tahire hürriyet!” diye haykırarak ilerledi. Bu an her şeyler olabilirdi de, askerlerin, silahlarını insan kitlesine yöneltecekleri aklından geçmemişti, ama başına geldi. Bir anda köy meydanı birdenbire savaş alanına döndü. Onlarca insan bahçeye, yollar üzerine yuvarlandı. Vurulanlardan biri de Mehmet Salih Lom’ du. İnsanlar, korkmuş, bire dek dağılmışlardı. Meydanda, yol üstlerinde bir an sadece kanlı cesetler kalmıştı.
Hasan Bekir, Mehmet’in durumunu görünce, hemen araba­sına aldı ve Yeni Pazar kenti acil servisine erdirmek üzere gaza bastı. Birkaç dakika sonra araba içi kan oldu. Mehmet delik deşikti. Her yerinden kan fışkırıyordu. Hasan, gömleği ni yırttı, kol bacak sardı sarmaladı. Risk yaparak aracı süratlendirdi, ama milis dolu bir otobüs durdu önüne. Olup bitenleri çok iyi bil­diklerine, arabadakileri kanlar içinde can çekeleştirdiğini gör­melerine rağmen: “Nereye gidiyorsun?”, “Araba sürmeye ehli­yetin var mı?”, “Buna ne olmuş böyle?” sorularıyla kasten oya­ladılar, vakit kaybettirdiler.
Nihayet, acil servise vardılar, fakat koskoca hastahanede tek doktor bulamadılar. Daha doğrusu, verdikleri yemini unutmuş­casına, şöven doktorlar bucak bucak gizleniyorlardı. Salonlar kan oldu. İşi anlayan Hasan Bekir, hastayı tek başına arabaya koyarak Şumen yolunu tuttu. Orada klinik ve hastane çoktu, belki andına sadık, insansever bir doktor bulurum, diye ümit ediyordu. Maalesef, Mehmet’ in kanı tükenmez değildi, yollarda akıp gitti. Şumen’e varmadan vefat etti.

Sunyto Mehmet
20.03.2012/21:05h
***********************************************************************
***********************************************************************

Son Nefesine
Kadar İyimserdi

Mehmet S. Saraç 
Todor İkonomovo, Şumen
1952 -1989 

 

Saraç Salih’i atölyesinde buldum. Yaşı yetmişe ermiş kurgaf bir adamdı. Önce müşteri sandı beni. Başıyla sandalyeleri göstererek davet etti. Mehmet’inden bahsedeceğimi anlayınca elin­deki başlığı bıraktı ve bana kuşkulu, kuşkulu baktı. Bir hayli sonra.
– Öldürdüler, dedi kısadan, titrek bir sesle, Mehmet’imi öl­dürdüler o ad değiştirme meselelerinde. Gencecik eşini, iki de , çocuk bıraktı da gitti. Öldürdüler. Oysa, aramızda en ümitlisiydi. Biz yanıp ütülürken o, hep “Üzülmeyin, bu böyle gitmez, er geç adlarımızı geri verirler” derdi …
Derken gözleri yaşardı. Sesi daha da bozuldu. Konuyu de­ğiştirmeye özendim, ama bunu anladı ve biraz sıkılır gibi oldu. Anlayış göstermek gerekiyordu. Zira o, ölmüş, daha doğrusu, öldürülmüş oğlundan bahsederken tıkandığını gördüğüm ilk baba değildi …
– Evet, Mehmet, tütün fabrikalarında ve maden ocaklarında çalışmış, babasının yanında saraçlık öğrenmiş, tarım ve tüketim kooperatiflerinde tornacılık yapmış, türlü türlü köylü, işçi ve aydınlarla birlikte olmuş, gerçekten de zeki ve geleceği gören bir kişiydi. Ortamında hep “Yirminci asrın sonunda, tüm dünya önünde böyle zorbalık olmaz, er geç bu memleketin ve devletin başına akıllı bir adam gelir, bizi adlarımıza kavuşturur” der, iyimserlik telkin ediyordu.
Köydeşi Tahir Ali Çavuş’un tutuklanmasını Mehmet, iyi bir fırsat bildi. Ona göre, düzenlenen etkinlikte yalnız tutukluyu savunmakla kalmayıp, adlar ve haklar istenmeliydi. Fırsattan mümkün olduğu kadar faydalanılmalıydılar. Bu fikirlerini paylaştıktan sonra, babasına zamanların kargaşalı olduğunu hatır­lattı, korunmasını tenbihledi ve çıkıp gitti. Vardı, önce köy bah­çesindeki peykelerden birine oturdu ve insanlar toplanınca da onlara hiç tereddütsüz karıştı. Ötesi, Mahmuzlularla oynanan ayni senaryo. Koskoca köyün merkezinde, güpegündüz, hiç diyecek kadar nedensiz, bir şöven subayın emri … Silah sesleri ve kanlar içinde yerler, yuvarlanan onlarca insan … Onlardan biri de Mehmet Salih Saraç.
Olaydan sonra iki yaralıyı arabasına alıp acil servislere götüren Hasan Bekir:
– Nasıl kurşundular bilmem, diye anlattı. Arabamda iki yaralı vardı. İkisi de Mehmet adlı. Birincisi kalbur gibi delik deşikti, her yerinden kan fışkırıyordu. Bunu adeta parçalamışlardı. Fış­kıran kanla beraber bağırsakları çıkıyordu. Yine de hala aklı başındaydı, konuşmaya çalıştı, su istedi hep yolculuğumuz sü­resinde. Durup, gecikmek istemiyordum, risk yaptım, bir elimle su verdim, ama yolda milisler bizi oyaladı. Mehmet, çok kan kaybetti. Yeni Pazar kenarına varırken, maalesef, can verdi.
Evet, Mehmet, çok iyimserdi, ama adına değil, ancak ölüm­süzlüğüne kavuşabildi. 

 

 

                                                                                                                                  Sunyto Mehmet

                                                                                                                                25.03.2012/17:30h

************************************************************************

************************************************************************

 

 

Baş Yazgısı

Mehmet M. Kara 
Dankovo, Razgrat
1959 -1989 

 

Dankovo /Kalava/, Razgrat yöresinin Türk ahalisiyle meskün en büyük köylerinden biridir. Onun için de daha ezelden ko­münist emniyetin dikkat merkezindeydi. Nitekim bu, Mayıs etkinliklerinde bir kez daha kanıtlandı. Zorunlu Bulgarlaştır­ma’ya karşı çıkanlar, tarım kooperatifinden camiye varınca, milis, yeşil giyimli, kızıl bareli askerler de erdi. Aralarından bir otomatik silahlı insanların önüne geçerek, beş dakikaya ka­dar dağılmalarını emretti. Yürüyüşçüler de tepki göstermediler, zira düzenledikleri etkinlik barışsaldı. Hükümet adamları beş dakika beklemediler ve ateş açtılar.
_ O anı hatırladıkça ürperiyorum, diye anlattı on yıl sonra emekli Atanas Hristov. Türk köydeşlerimiz “Haklarımızı isti­yoruz!”, “Adlarımızı istiyoruz!” sloganlarıyla gelirken aniden silahlar takırdadı. Merkez zehirli duman oldu. Çığrışlar başladı. Milis ve asker, kimi nerede tutarsa, orada dövüyordu. Nitekim, karışmalıkta Türklerle beraber, Kına Doseva da adamakıllı dayak yedi. İyi ki, bazı Bulgarların Türk komşularını gizlediklerini bilmiyorlardı. ..
Evet, evler basıldı, insanlara türlü türlü hakaretler yapıldı. Gafur Hüseyin, Fikret Veli, Ali Boncuk’ların hanelerinde tasviri güç dramlar yaşandı.
Oldukça merkeze yakın oturan Ali Mustafa Kara, köydeşle­rine gizlenme olanağı sağlamak amacıyla kapısını açık bıraktı. Kalabalıktan bir kısmı avlusundan geçerek başka yerlere gizlendi. Derken ardından da askerler ve milis erdi ve hemen hanedekilerin üzerine çullandılar. Aralarından biri genç gelinin elinden bebeği alıp, top gibi yere vurdu.
Sıdika anne ömründe böyle merhametsizlik görmemişti.
Ali’sinin ağzı burnu kan içindeydi. Canı sıkıldı, avluya çıktı. Gitti, önce avlu deliğine yamandı, dışarıya baktı. Yol üstünde biri yatıyordu. Küçük oğlu Mehmet’ine benzetti. Kalbi birden cızladı. Olamaz, hayır olamaz, diye düşündü. Mehmet’i köyün tüketim kooperatifinde şofördü. Bir kez çıktı mı, yurdu dolaşı­yor, tez pazar dönmüyordu. Dün sabah erken erken yola çık­mıştı. İyi ki, köyde yoktu, olsaydı, mutlaka yürüyüşlere katılır­dı. Ama yine de anaca düşündü. Başkası da olsa ne var, onu da bir ana doğurmamış mıydı? Cesaret buldu, sokağa fırladı. Yol üstündeki cesede yaklaştı. Yaklaştıkça yeniden Mehmet’ine benzetti. Hızlı adımlarla yanına vardı. Evet, Mehmet, ta kendi­siydi. Kan içindeydi. Kucaklayacaktı ya, birden geri çekildi, caniler oğlunu yalnız öldürmekle bırakmamış, bir de arkaca çevirmiş, ayıbını dışarı çıkarıp, gitmişlerdi! Üzerine bakacak gibi değildi.
Ana çıldırdı, var sesiyle bağırdı, evdekileri, etraftakileri ça­ğırdı. Mehmet’i hemen kap kucak edip, sağdır ümidiyle acil servise götürdüler. Doktor, muayene etti ve “Maalesef, çoktan gitmiş” dedi hulasa olarak … Sağ olamazdı da zaten. Başında iki kurşun yeri vardı.
– Gece yarısından sonra dönmüştü, diye açıkladı sonra eşi Gülşen. Çok yorgundu, yıkanıp yattı. Geç vakitlere kadar uyu­du. Ben de uyandırmadım. Köy merkezine uzak olmamıza rağ­men silah seslerinden uyandı. Hemen fırladı giyindi. Gitme vurulursun, bak iki tane evladımız var, dedim. “Vurulmam, ana­mı, babamı bir gidip göreyim”, dedi ve çıktı. Zaten duramazdı. Gitmeden olamazdı. Bu ad değiştirme onu öylesine üzüyordu ki. Gitti de dönmedi. Oysa henüz otuzunda idi. Uzun uzun memuriyette kaldığını bilen ve kadere inananlar “yazgısı böyleymiş” dediler …


Sunyto Mehmet
28.03.2012/18:05h
************************************************************************
************************************************************************

Talihsiz Baş

Mehmet Emin
Dankovo, Razgrat
1924 -1989 

 

Şefika işten dönünce eşinin çalışma odasına girdi, yaptığı işe bir göz attı ve:
– Bu ne ya? diye sordu şaşarak.
– Bayrak, diye yamtladı Terzi Mehmet. Bayrak dikiyorum …
– Ne bayrağıymış o?
– Yürüyüş bayrağı. Bütün Deliorman, Gerlova ayakta, sen daha duymadın mı yoksa? Biraz sonra burada başlıyor, gide­ceğiz, değil mi?
– Çok yorgunum, Mehmet. Bir haneden bir kişi yetmez mi? Sen de pek ileri sokulma, çok kargaşalı, görüyorsun ya, dedi ve odasına çekildi, uzandı.
Mehmet, iyi bir terziydi. Biçtiğini, diktiğini en kibar müşte­riler bile beğeniyordu. Evvelleri fotografçılık yapmıştı. Resim­leri de öyle alelade değil, ressam işiydi adeta. Becerikli bir kişiy­di yani. Çok yere dalıp çıkmıştı da, bir teşkilat işiyle meşgul olmamıştı o vakte kadar. Ama icabetti, yürüyüşün örgütlenme­sine katıldı. Hem de nasıl! Kapı kapı gezdiler, kulaktan kulağa fısıldadılar, tüm gerekeni yaptılar. İşte bayrak da hazırdı artık.
Evet, insanlar, peşin tespit edilmiş vakitte, kararlaştırdıkları yere toplandılar ve “Adlarımızı istiyoruz!” ,”Haklarımızı verin!”, sloganlarıyla tarım kooperatifinden köyün merkezine doğ­ru yürüdüler. Terzi Mehmet ön saflardaydı, ama milis ve iç askerlerden oluşmuş özel grup da gecikmedi, geldi ve beş da­kikaya kadar dağılmaları emrini verdi. Beş dakika beklemeden de ateş açtılar. Göz yaşartıcı zehirli gaz saldılar. Tuttuğunu, erebildiği yerde merhametsizce dövmeye başladılar. Nümayiş­çiler kaçıştılar. Canavarlar da peşlerini bırakmadılar, evlerine girdiler, akla sığmayan zulümlerde bulundular.
Bunu gören Terzi Mehmet, basılacaklarım derhal anladı ve gizlendi. Evi aradılar, taradılar, onu bulamadılar. Evet, o vakit bulamamışlardı, ama yürüyüşü örgütleyenlerden birinin Terzi Mehmet olduğunu kuşkusuz biliyorlardı. Onu ele geçirebilmek için her şeyi yapacaklardı. Başka yerlerde yaptıkları vardı, hanenin onuruna da dokunabilirlerdi. Mehmet, bunları düşündü, gizlendiği yerden çıktı ve teslim olmak üzere köy muhtarlığına gitti. Maalesef, gidiş o gidiş oldu …
Tüm ısrar ve yalvarmalarına rağmen yakınları iki buçuk ay Mehmet’le görüşemedi. İşin içindekiler, zaman zaman sağ ol­duğuna dair malümat veriyorlar, para ve temiz elbise kabul edi­yorlardı kendisine iletmek üzere. Bunların Mehmet’e erip er­mediklerini bilen de yoktu, çünkü kah milis dairesinde oldu­ğunu söylüyorlardı, kah kent kenarında bir fermada hayvan bak­tığını. .. En sonunda da “Biz onu saldık, dediler. Hem de çok­tan. Kim bilir hangi bir dostuna misafirliğe gitmiştir, bir gün çıkıp gelir”.
Eşinin, iki oğlunun, tüm yakınlarının gözleri yoldaydı, hep gelir diye beklediler. Bir gün, “İntihar etmiş. Gelin, alın” diye acı haberi geldi. Gittiler, adı geçen fermada, ceketinin üzerinde çırıl çıplak buldular yakınları. Görevliler, henüz bulunduğunu, fakatçok önce intihar etmiş olacağını söylediler. Cesedinden kalanını, verdiler. O, çürümemiş, kurumuştu. El ve ayak tırnakları çıkarılmış, saçları yolunmuştu. Nasıl can verdiği besbel­liydi, ama resmi belgelerde “Ölümünün nedeni intihardır” diye yazıyordu.
Gün geldi, demokrasiye, özgürlüğümüze kavuştuk. Birçok haklarımız iade edildi. Totaliter rejime baskıya, zulme tutulanların hak ve itibarları iade edildi. Mehmet’in yakınları da baş­vuruda bulundular. Maalesef, resmi makamlar tanımadı şehidin faaliyetini ve çektiği eziyeti. “İntihar etmiş” diyerek, milis yalan­cılarıyla hemfikir oldular. Talihsiz başı varmış Mehmet’in. Ne sağlığında hakları tanındı, ne ölümünden sonra değerlendirildi.

Yetkili kurul/arın, M Emin/in siyasi tutuk/u olarak yitirildiğini reddettiklerine dair verdikleri belge.


Sunyto Mehmet
02.04.2012/13:40h
************************************************************************
************************************************************************

Çocukları Korurken Vuruldu

Ahmet M. Buruk 
Ezerçe, Razgrat
1956 -1989 

 

Küçücükten güreş meraklısıydı. Spor okulunda okumak, idmanlar yaparak alaylara çıkmak, güç ölçmek, antrenör olarak uzmanlaşmak istiyordu, ama sporcu olamadı. Küçük yaşta ba­basını yitirdi. Fakirdi. çalışması icabetti. Sekizinciyi bitirdiği gibi köy Tarım kooperatifinde çalıştı. Sonra Ruse’de şeker üretti. Döndü ve camcılar arasına katıldı. Köşe taşı gibiydi. Her yere, her işe yakışırdı. İşverenler işinden, meslektaşları tu­tumlarından memnundu, onsuz olamazlardı. Ahmet de bunu hissediyordu ve hayatından memnun, hatta çok memnundu.
Köyün güneybatı mahallesinde yükseklikte bir evde oturu­yordu.
Çok çalıştı, çok çabaladı, iyi bir yaşam için tüm gerekenleri edindiler. Evliydi. Hürmetkar bir eş, şefkatli bir babaydı. İşten çıkınca, hemen evine toplanıyordu. Önce Fatma nineyle, eşi Emine’yle, kızı Müjgan, oğlu Mehmed’i dizine alıp hal hatır, tatlı, tatlı sohbet ediyor, ta ondan sonra eş dost arasına çıkıyor­du.
Ailesinde, toplumda problemleri yoktu da, bir şu ad değiş­tirme sorunu belini büküyordu. Son zamanlarda iş yerinde de bir şerit meselesi çıkarmışlardı. Türk işçilerine Bulgarca adları yazılmış özel şeritler verilmiş, onları mecburen işçi mantoları­nın yakalarında taşıttırıyor, taşımayanları ise cezalıyorlardı. Ah­met, bir kez olsun o şeriti yakasına takmamıştı. Onu bir türlü tahammül edemiyordu. Ama her gün de cezalanıyor, günlük maaşının bir kısmını oraya veriyordu. “Hadi adlarımızı aldılar, bu haksızlığı yaptılar. Ya bu hakaret niye?” diye düşünüyordu hep. Bütün bunlar, son zamanlarda sinirlerini yıpratmıştı. Duracak yer bulamıyordu adeta. Kibrit gibi olmuştu, hemen parlayıveriyordu. Bu zulümden kurtuluş çaresini bulmalıydı. Yatıyor kalkıyor, hep bunu düşünüyordu. O, çaresini bulabilirdi, ama sılasına vurgundu. Seviyordu şu memleketini, Deliormanı, Ezerçeyi. Katiyen terk etmek istemiyordu. Evet, burada, doğup koptuğu yerde aramalıydı haklarını, özgürlüğünü. Ve bu hususta her şeye hazırdı, yeter ki, öne geçen, haydi diyen olsundu …
İşten döndü, çocuklarla yine biraz hal hatır etti.
Satranç kutusunu aldı ve sokağa çıktı. Konu komşu bir soh­bet yeri yapmışlardı oraya. Ahmet, Mehmet Ahmet’le satranç oynuyordu. Çıkınca da sesler işitti aşağıdan: “Adlarımızı ve­rin!”, “Haklarımızı verin!”, “Dilimize müsaade istiyoruz!”, ba­ğır bağır bağrışıyorlardı insanlar. Ahmet, hemen satranç kutu­sunu avludan içeri attı ve aşağıya doğru koştu. Bir şey oluyor­du. Beklediği bir şey yani. Mutlaka katılmalıydı. “Başbunar” ve “Küçük cami” mahallesi insanla doluydu.
Ahmet hemen kalabalığa katıldı ve hep beraber yürüdü. Amaç­ları belediye merkezi Tsar Kaloyan’a giderek ora yönetmenlerinden ve onlar vasıtasıyla hükümetten haklarını istemekti. Önce köy muhtarlığına uğradılar, muhtarı haberdar ettiler. Yürüyüşün yolu, hazırlığı ve vakti için önceden malümat almış olacaklar ki, milis ve asker kıtaları artık Razgrat-Ruse yolunda trafiği sınırlamışlar, köy kenarına ermişlerdi. Eylemciler, bunu henüz bilmiyorlardı. Ayni cesaret, ilham ve kararlılıkla, istekleri dille­rinde, boş ellerle barışsal yürüyüşlerine devam ediyorlardı. Tam tarım kooperatifine doğru bayırı tırmanacaklardı ki, karşıdan bir araba belirdi. Dönmelerini emretti. Kitle dönmedi, devam etmek istedi. Emir daha kesin ve daha kararlıydı. Her şey olabilirdi. Oysa muhtemel bir çarpışmada da, merhamet edilir diye, çocuklar ön saflara dizilmişlerdi. Şimdi onları korumak gerekiyordu. Ahmet Buruk, Sezgin Salim ve daha birkaç cesur genç hemen ileri, çocukların önüne geçtiler. Geçmeleriyle de “Ateş!” emri verildi ve iki kişi yol üstüne serildi. Onlardan biri de iki çocuk babası, otuz iki yaşındaki Ahmet Buruk’tu.
İnsanlar, korktular, kaçıştılar, dağılıştılar. Vurulanlar asfalt üstünde bir an yalnız kaldılar. Yanlarına ilk varan Kasim Beytullah ve eşiydi. Ahmet alkanlar içindeydi, ama henüz so­luyor ve iniltileri arasında işitilir işitilmez: “Yardım, yardım … “, diyordu. Yardım etmek isteyenler de bulundu. Kasim Beytullah ve eşi yakın dereden kasketle su yetiştirdiler, Ahmet binbaşının evinde suni solutmalar tecrübesinde bulunuldu. Sonra da has­tahaneye gönderildi, ama Razgrat’ a dek yollarca engel bitmedi. Her adım da milis ve asker vardı. Acil servise götürüldüğünü gördüklerine rağmen, adı ne, niçin vuruldu diye sorup oyalı­yorlardı. Nitekim, hastahaneye varınca da doktorlardan evvel, milis karşıladı ve yine ayni “muamele”. Ahmet, çok kan kaybet­tiğinden ve birkaç saat sonra vefat etti. 

 

 

                                                                                                                  Sunyto Mehmet

                                                                                                                 06.04.2012/14:50h

Reklamlar