Muazzez YURDAKUL
Bir hamur teknede karılırken yumruklandıkça nasıl kıvama geliyor, içi içine sığmayınca “taşıyorsa, biz de çarpışmalarımızın içinde uyandık, dirildik ve yüceldik. Bu var olma, Türk olarak yaşama ve yücelme kavgasını kadınlarımızın ağzından dinlemek, onların yazdıklarını okumak kadar zevkli bir şey yoktur. Çünkü kadınlar uyanmadan toplumlar ve halklar uyanmaz. Analar cesur evlat doğurmadan sokaklar savaşçı dolmaz!
İşte bir Kırcaali’den bir bacımızın, Sofya “Kliment Ohritski” Üniversitesi öğrencilerine gönderdiği bir açık mektupta kadın diliyle çeki, tepki ve mücadelemiz:
Hayır, O günlerden hiçbir şey anımsamak istemiyorum. Çünkü o olay beni en üzüntülü rüyalarımda bile rahata bırakmıyor, hep peşimden geliyor. Bana harap olmuş sağlığımı anımsatıyor.
Eh Allahım Sen o uyandırıcıları bağışla. Ben onları keza bağışladım. Çünkü o karınca kaderince arılardan farksız geceyi gündüze katarak çoluk çocuklarıyla birlikte tütün tarlalarında sigara fabrikalarında büyük sanayi işletmelerinde inşaatlarda memleketin en ücra köşelerinde çalışarak nafakasını kazanmaya çalışan bu barışçıl ve hoşgörülü insanlara ne yaptıklarının farkında değillerdi… Ben Kırcaali şehrinde doğdum ve orada da yaşamaya devam ediyorum. Ana babam dedelerim ninelerim de bu topraklarda doğmuş ve cesetleri de bu topraklarda yatıyor. Bulgar’ı, Türk’ü, Çingene’si, Ermeni’si ve Yahudi’si huzur ve iyi komşuluk içinde sürdürüyorduk hayatımızı. Karşılıklı birbirimize sevgi ve saygımız sonsuzdu. Her birimiz diğerinin dinsel ayin ve törenlerine saygılı davranıyordu. Sokaklarda bile selamlaşmadan geçmiyorduk. Hep beraber yiyor ve beraber içiyorduk. Bir gün aniden şehrimiz zırhlı taşıtlarla kızıl ve mavi berelilerle yabancı illerden gelen milislerle gönüllü müfrezeler denen sivil milislerle abluka altına alınıverdi.
El çantalarımızı yokluyorlar ve kimliklerimizi istiyorlar. Anadilimiz Türkçemizle konuşmamızı yasakladılar. Konuşanı para cezasına çarptırmaya başladılar. Türk öğretmenler işlerinden azledildiler. Yerlerine üç kat daha yüksek maaşla Bulgar öğretmenler getirildi. Bizden hiç kimse şehri terk edemezdi. Dışarıdan yabancılar da şehre giremezdi. Tutuklananlar da vardı artık. Bazılarının “Belene” ölüm kampına sürülmesinden söz edilmeye başlandı. Söz konusu kişilerden çoğunluğu öğretmenler imanlı kililer din görevlileri oluşturuyordu. Sancakta artık bazı bölgelerde Türklerin adlarının değiştirilmesinden söz edilmeye başlandı.
İnsanlar aralarında fısıltıyla konuşuyorlar, bazı yerlerde direniş bazı yerlerde ise şehit düşenler olduğundan bahsediyorlardı. İnsanların bir yere toplanmalarına izin verilmiyordu. 80-lik herhangi bir nine tabu dilce ” merhaba” veya “gün aydın” demeye görsün yandığı gündür. Yalnız para cezasına çarptırılmakla kalmayıp görevinden de uzaklaştırılıyordun. Dikleşmek istersen dayak da yiyordun.
31 Aralık 1984
Kırcaali’de yeni yıl kutlamaları. Yeni yıl gecesi şehrin sokaklarında tek bir insana rastlanmıyordu. Ancak otomatik silahlı milis hakimdi sokaklarda. Balkonlar altında kapı önlerinde asker pusu tutmuştu. Şehir baştanbaşa muhasara altındaydı.
Sokaklarda genç delikanlılar silahlarına sarılmış tetikte duruyorlardı. Tek ayak sokağa çıkıp da eğlenemezdi, sevincini ifade edemezdi. Sokağa çıkma yasağı vardı sanki yerde insanlardan gayri gökte bulutlar bile tir tir titriyordu sanki… İnsanoğlu dünyaya bir defa gelir ve bir defa da ölür. Lakin biz Tanrı’nın her saatinde ölümle yüzleşiyorduk. Kendi kendimize acaba yarınki gün başımıza neler gelecek diye soruyorduk.
Oturduğumuz apartmandaki komşularımız İvaylovgratlıydı (Ortaköy). İvaylovgrad’a gittiler ve on gün kadar ortalıkta yoktular. Kampanyanın sona ermesini beklememiş olsa gerek. Beşinci kattaki komşumuz Türk’tü – Müslüman ailesiydi. Aile başını tutukladılar ve Belene’ye sürdüler. Adamcağıza gık bile dedirtmediler. İki küçük çocukları vardı. Adam beyin felci geçirdi. Üstelik hiportenik ve diyabetikti. Halen malûl. Selam vermek istediğinde ne dediğini anlayamıyorsun. Yürüyecek hali yok. Bastonuna dayana dayana güç bela aşağıya inip kanepeye oturabiliyor.
6 Ocak 1985 Gecesi
Sokaklarda in cin yoktu. Otomobil filan da görünmüyordu. Telefonlar kesilmiş. Kalp krizi filan geçirirsen “acile” bile haber veremiyorsun. Hastanelerdeki hastalarını ziyaret edemiyorsun, çünkü sancağın diğer yörelerinden yaralıları yerleştiriyorlardı. Olup bitenlerşi gözüyle görünce daha fazla tahammül edemeyip olanca sesiyle milislere “Katiller” diye bağıran bir Türk doktor bayanı tutukladılar.
O gece evde yapa yalnızdım. Kızım Nihal Sofya’da üniversite öğrencisiydi. Eşim ise Zlatograt’a ana babasını görmeye gitmişti.
Derin uykulara dalmıştım. Birkaç defa kapının ziline basılmış ama ben işitmemişim. Saatin tam kaç olduğunu bilmiyorum ama gece yarısı geçmişti. Kapının önünde iki polis köpeğinin havlayışından uyandım. Kapıyı açınca Kalaşnik otomatik silahlı iki kişi dört milis iki sivil polis ve “uyanış süreci” müfettişi, sıfatıyla üç kadın canavar misali içeriye atıldılar. Kadınlardan birisi bana sorular yöneltiyordu. Niçin yalnız başıma olduğumu soruyorlardı. Eşin kızın kardeşin ve gelinin nerede diyorlardı. Ben bildiğimce sorularını yanıtladım. Eşime bir broşür sıkıştırdılar. Oradaki adlardan yeni bir Bulgar adı seçmemi istediler. Broşürde “U” harfiyle ad yoktu. “Ulyana” adını alabilir miyim diye sordum. Olamazmış çünkü Rus adıymış. “Olga” olsun dediler. O da Rus adı dedim. “Yula” olabilirmiş. Lakin kimliğimi, pasaport aldığımda “Yuliya” yazdıklarını gördüm. Kızımın adını sordular. Onun adının artık değiştirilmiş olduğunu izah ettim. Çünkü karma aile çocuğu dedim. Babası Pomak onun için de çoktan değiştirdiklerini söyledim. Nihaela temiz Bulgar adı değilmiş ve kızımın adını da tekrar değiştirdiler ve “Mihaela” yaptılar. “Uyandırıcılar” bir kâğıt daha sıkıştırdılar elime. Bu defa kızımın yeni adıydı.
Çoktan vefat etmiş olan babamın adını “Mehmet”ten “Milan” yaptılar. Babamın adı için kardeşimle anlaşmamız lazım dedim razı gelmediler. Kardeşim ise artık “Martin” adını koymuştu babamıza. Böylece aynı anneden ve aynı babadan doğmuş kardeş ve kız kardeş iki ayrı ad taşımaya mecbur kaldık. Artık kâğıt üzerinde üç adımız vardı. Yeni belgelerimizi alıncaya kadar sokaklarda elimize verilen pusulayla dolaşıyorduk. Belgeleri almak içinse büyük kuyruklar oluşturuluyordu.
Büyük Cehennem Çekileri
Kişisel hesaplar görme dönemi başlamıştı. İftiralar. İşinden uzaklaştırmalar. Tutuklamalar. İnsanlık onurumuza hakaretler. Sorgudan geçirmeler… Suçsuz olduğumuzu kanıtlamalar.
Belediyede adların değiştirilmesinden sorumlu olan bayan kâtip bir gün makamına bizim okul müdürünü davet eder. Müdüre hanım daha sonra belediyede konuşulanları bana da anlattı. Ben Ulviye ile daha fazla dostluk edemeyeceğini söylemişler. Çünkü ben “uyananlardanmışım.”
“O senin vücudunda bir tümörden farksızdır derhal kesilip atılması lazımdır” demiş “arkadaşlar. Öğretmenlikten azledilmem gerekiyormuş. Kızımın da eski bir “Türk ananın” kızı olduğundan üniversiteden atılması. Çünkü Türk ve Pomak’tan oluşan bir melez “karışım” üniversite saflarında yer alamazmış. O temiz bir Bulgar çocuğunun yerini alıyormuş. Dahası var. Bir böylesi koskoca Sofya Üniversitesinde “gazetecilik” okuyacakmış. Kardeşimin de “Belene”de soluk alması lazımmış. Çünkü “uyandırıcılara” çok büyük hata yapıyorsunuz zaman gelecek bu hatayı düzeltmeniz icap edecek diyebilmiş.
Demeye Cesaret Bulmuş Kendinde
Bir başka yere sürgün edilmemek için her gün parti önünde suçsuz olduğumu kanıtlamam gerekiyordu. Bu zaman esnasında ise eşim parti saflarından uzaklaştırılmıştı. Fakat bizlere gece gündüz iftira üstüne iftira edenler bir türlü cezalandırılmıyorlardı. Ve cezasız da kaldılar. Ben Bulgaristan Komünist Partisi üyesi olmama rağmen, bir Vatan Cephesi örgütü ğyesş olarak okulda ciddi bir baskı altında tutuluyordum. Zorla bana duvarlara asmak için ajitasyon tabloları yaptırıyorlardı. “Adımı değiştirmeye beni sevk eden nedir ve yeni adımla nasıl gururlanıyorum” başlıklı yazılar yazdırmaya mecbur ediyorlardı. Açık parti toplantılarında “arkadaşlarım” acaba yeni adımla mutlu muyum diye diye ipsiz sapsız sorular soruyorlardı. Benden herhangi bir cevap almadan da bırakmıyorlardı. Partinin izlemekte olduğu yeni politikayı daha iyi anlayıp algılamam gerektiğini bana izah etmeye çaba gösteriyorlardı. Sabahları korkular içinde sarsılarak uyanıyordum. Acaba bugün ne gibi eziyetler düşüneceklerdi benim için düşünceleri sur aman vermiyordu bana.
Nihayet…1989 Mayıs Olayları baş gösterdi.
Memleketin bazı bölgelerinde kanlı olaylar vuku bulduğundan söz edilmeye başlandı. Lakin bizim Kırcaali şehrinde yasalara aykırı tecavüz eylemlerine meydan vermemek için “ciddi önlemler” alınmıştı. Yüz kadar Türk aydını polis müdürlüğü tarafından herhangi bir girişimde bulunurlarsa sürgün edilmek için insanlar uyarılmışlardı. Benim kardeşim de cümledendi. Onun ise iki küçük çocuğu vardı. Bazıları iki elde iki valizle ya Avusturya’ya ya da başka bir Avrupa ülkesine uğratıldılar. Daha sonra Türkiye sınırları açınca kardeşim de baba ocağını terk etmeye mecbur kaldı. Şehir sokaklarında insandan geçilmiyordu. Bir o yana bir bu yana mekik dokuyordu insancıklar. Durum üzüntüyle sonuç bulan bir panayırdan farksızdı. Niceler “Türkiye Cumhuriyeti’ne seyahat etmek için” polis dairesine belgelerini yatırıyorlardı.
İşte Böyle Başladı “Büyük Seyahat”
Ekmeği ancak kuponla satıyorlardı. “Seyahate gideceklere” kupon verilmiyordu. İnsanlar başka yiyecek olmayınca insanlar ellerindeki hayvanları kesip yemeye başladılar. Dayalı döşeli evlerini bir başkalarına işte öyle parasız pulsuz bırakıp gidiyorlardı. Bazıları otomobil veya tren vagonlarına yükleyerek mobilyalarının bir kısmını yanlarına alabildiler. Bu ülkeden kovulmuş kimseler oldukları besbelliydi. Etrafları milis kordonlarıyla sarılıydı. Öyle yolculuk yapıyorlardı. Kim ne kurtarabilirse kurtarmaya çalışıyordu. Her şeye rağmen arkada bir daha göremeyeceği, bir daha yaşayamayacağı bir hayat bırakıyorlardı. Tarlalar bomboş ıssız kaldı.
Ben yola çıkmadım, çünkü eşimden ve kızımdan ayrılmak istemiyordum. Fakat eşim ebedi beni terk etti. Bu zaman esnasında Türkiye’deki akrabalarımızla ne mektuplaşabiliyorduk, ne de haberleşebiliyorduk. Nihayet demokrasi gelince ilk defa görüşebildik. O zaman anladım ki, ilk anlarda çok güçlükler çekmişler. Hayata “a” ile “b” den başlamışlardı. Okullarda veya öğrenci yurtlarında kalıyorlarmış. Küçükler dili iyi bilmediklerinden dolayı bir başka güçlükler çekiyorlarmış. Nafakalarını kazanabilmek için geceyi gündüze katıyorlarmış. Hatta eve bile iş alıyorlarmış. Ceplerinde metelik olmadığı için iş yerlerine yaya gidiyorlarmış.
1990 yılında ilk defa kardeşimi Türkiye’de ziyaret edebildim. Çünkü onlar henüz Bulgaristan’a gelecek durumda değillerdi. O zaman kardeşim “Abla ne kadar ağır günler yaşamışsın, ama gurbet nedir bari görmedin ya” dedi. Ben göçün ne demek olduğunu bilmiyordum, ama ayrılığın ne demek olduğunu olanca varlığıyla yaşamıştım. Konuşurken kardeşimin gözleri yaşardı, sözlerine unları ekledi. “Annemin baba ocağında yoğurup pişirdiği o ekmeğin tadı hala ağzımda. O günler artık bir daha geriye dönmeyecek.”
Misafirliğe gittiğim günlerde ben çok mecalsizdim. hastaneden henüz çıkmıştım. Beni ancak ilaçlar ayakta tutuyordu. Aradan 25 yıl geçmesine rağmen durumum hala öyle. Gönlüm yaralı, vücudum zayıf mı zayıf. İnsan kalbi bir beyaz kağıt değil ki, istediğin zaman yazasın, istediğin zaman da silesin.
Kardeşim iş yerinde kalp krizi geçirip Tanrının rahmetine kavuştu. Asansör teknisyeniydi. Türkiye’de ardından iki masun yavru, bir de dul bir hanım bırakarak gitti bu dünyadan. Henüz 46 yaşındaydı. 20 Ekim 1994 tarihinde öldü. İstanbul’da yabancı illerde yabancı insanlar arasına defnedildi. Hâlbuki mezarı Kircaali’de olabilirdi. Esefle belirtmek gerek ki, ölümü Bulgaristan ziyareti için ilk vizesini aldığı güne tesadüf etti. Dönmek değil ziyaret bile nasip olmadı rahmetliye… Canı gönülden sevdiğim kardeşim böylece “Bulgarlaştırma sürecinin” kurbanı olmuş oldu. Şehrimizden daha nice gençler onun akıbetini yaşadılar. Hepsi de çok namuslu, çok zeki ve çok kültürlü insanlardı. İnsandılar her şeyden önce, Vatan hesap ettikleri Bulgaristan’ı çok seviyorlardı buradan kovulmuş olmalarına rağmen.
Ben bütün bu eziyet ve çekilerime rağmen düşmanlarımı bağışladım.
Hatta zaman zaman konuştuğum da oluyor onlarla, selamı kelamı unutmuş değil ama onlar başlarını eğip de geçiyorlarmış yanımdan ne fark eder. Bu mektubumda onların adlarını zikretmek istemiyorum. Onlar durumdan yararlanarak makamlara yükseldiler, ihbar, iftira ve yalanlarla önemli koltuklara oturdular, insandan nefret etmeyi de unutmadılar…
Ko Yüce Tanrı Da Onları Bağışlasın
Ben iyi kalpli Hıristiyan Bulgarların bana yaptıkları iyilikleri de asla unutacak değilim. Onlar yukarıda söz konusu kişilerden farklı olarak dosttular, meslektaştılar, iyi komşuydular. Hatta bazıları kendi kariyerlerini riske alıyorlardı, amaçları hükümet makamları huzurunda bizi savunabilmekti.
Ben şu an onların iyiliklerini kaleme alacak söz bulamıyorum. Büyük bir “Teşekkür” çekiyorum hepsine.
Biz “uyandırıcıların” baskısından, ezgi ve cefasından koruyabilmek için elden geleni yapmış olan, fakat artık aramızda bulunmayan okul müdürüm Mariya Jekova’nın anısı uğrunda saygıyla baş eğiyorum.
Müdürüm çok duygulu bir insandı. Bu olaylardan birkaç yıl sonra kanserden hayatını kaybetti. Her yerde çok iyi, çok namuslu insanlar olduğu kadar, çok kötü, çok namussuz insanlar da var. Nasılsa herkes fıtratına göre kendi hayatını yaşayıp geçip gidiyor bu dünyadan. Bu dünyada tek bir emelim varsa o da, gelecek nesillerin bu vatanda din, milliyet ve dil farkı gütmeden barış ve uzlaşma içersinde, güven ve hoşgörü ortamında yaşamalıdır…