Biz Bulgaristan Türklerine 25 yıldan beri U n u t t u r m a Ç o r b a s ı içiriyorlar. Herşeyi birden unuttabilmemiz ya da unutturabilmeleri mümkün olmadığını gördüler. Bir de buna artık kesin olarak inandıklarından olacak ki, şimdi Türklerin kendi tarihleri, dinlerinin tarihi çok zengin ve derin, geçmişleri derya unutturmak imkansız fikri kafalarına yerleşmiş de, son dönemde bunların “saçı uzun, aklı kısa” sözüne takılmışlar. Kadim geçmişlerini unutamıyorlarsa yakın tarihlari hafızalarına iyice yerleşmeden önce belleklerinden silelim hedefine saplanmışlar. Bu konu işlenirken, A. Doğan devlete gene çok yardım etmiş ve “Çingenelerin eski tarihlerini unutup yeni tarihleriyle yaşadıklarını ve hep elleri açık beklemeye bel bağladıklarını, Türklerinse onlardan farklı olarak, gönül dünyalarında şanlı eski tarihlerine dayalı efsanelerle yaşadıklarını ve bugüne pek önem vermediklerini ispat etmişmiş. Örnek olarak da bizim Çingenelerin Bulgaristan’a Hindistan yoluyla mı yoksa Altay Dağları ve Rusya Stepleri üzerinden mi geldiklerini hatırlamadıklarını ve şu “su akarken izini siler” atasözünün de bir Türk atasözü olmadığını eklemiş.

Bizim devletin de “soya dönüş” meselesinde beton duvara topladığı yetmezmiş gbi, “yakın tarihlerini hafızalarına yerleşmesine engel olalım” konusunda ikna olmuş.

Yeni planlar ortaya çıkınca Saraylarda nelerle uğraştıklarını öğrenmiş olduk. Ahlak ve kültür seviyem el verse gözümü yumup söyleyeceklerim var da olmuyor işte. Fakat, dilimle dişlerimin arasına sıkışmış şu sözleri yazmadan edemeyeceğim: Varna şoparı ile Kırımlı kardeşimiz bacımızın karışmasından ortaya çıkan bir sen olduğundan dolayı geçmişinin olmamasına değeceğimiz olmaz! İnsanoğulu kendisinden öncesinden sorumlu değildir. Anasını ve babasını kendisi seçemez. Bu yüzden onun “Türküm” demesine de birşey demiyorum, Türklük dünyası sınırsızdır, kapısı gelene açıktır. Aramıza giren de gitmez. Hoş gelene soframız da açıktır.

Fakat bunlar ağaç kurdu gibi. Kabun altına girse ağacı kurudur. Meyvesine girse çekirdeğini delip suyunu kurutur. İstesem de istemesem de isyan ediyorum. Kardeşim, bu devüzlerin başka işi yok hayu. Yalnız bizimle uğraşıyorlar. Bunların başka işleri güçleri olsa, her an yeni yeni birşeyler icat edebilirler mi? İcat ettikleri de hayırlı birşey olsa bari. Uğraştıkları hep Türkler. Hepsi bize karşı.

Şimdi aklıma geldi, asker ocağındayım, Bulgaristan’da. Acemilik dönemindeyiz. İşlerin inceliklerinden haberimiz yok. Bulmuşuk bedava çayı, bol bol çay içiyoruz. Oysa, inşaat ve demiryolu erleri kışlalarında Türk ve Çingene askerlerin erkekliğini köreltmek için çay kazanına bir madde atıyorlarmış. Haberimiz yok tabii. Kabak başa sonradan patladı. Ya kardeşim, bir devlet kendi askerine bunu yapar mı? Böyle bir şey normal insanın aklından geçer mi? Yapmaz ama Bulgar bize yaptı. Soyumuzu ve suyumuzu kurutmak için nelert neler icat ettiler. Tabii şu yazdıklarım, başımdan geçtiğinden bildiklerimden, bilmediğimiz neler neler var! “Başan gelen çekilirmiş” deyip kendimizi avuta avuta şu günlere geldik. Yine verilmiş sadakamız varmış. Sakat olmak isten değildi.

Yeni icatları bize yakın tarihimizi unutturmak. Hani şu başka halkların dillerinde olmayan değimlerimiz var ya örneklersek, “saçu uzun, aklı kısa“, “bana şunu ya da bunu sorma, ben dün ne yediğimi bile bilmem,” gibilerden tekerlemelerimizi esas almışllar. Sofya “Ts. Ts. Kliment Ohridsiki” Üniversitesinde eski adı “Türk Fililojisi” olan, şimde de “Doğu Dilleri Fakültesi” olarak değiştirilen bölümünde Rodop, Deliorman, Dpbruca Türk köylerinde son dönem bir araştırma yapmışlar ve bizim 28 lehçemizin 28’inde de bu tekerlemelerin olduğu tespit edildikten sonra, “bulduk, bunlar eskiyi unutmuyor, ama kendi başlarına geleni hemen unutuyor” kararına varmışlar ve hareketlenmişler.

Uygulama alanı olarak da yakın bir tarih kesiti olan, 1984-1990 yılları arası seçilmiş. Tam bu dönemde, Türk kimliğimizi unutamadığımızdan dolayı, bazı Bulgarların bize neden “kalın kafa” dediği de anlaşıldı. Almanlar bize saçlarımızdan ötürü “kara kafa” (schfartzkopf) der. Bulgar bu değimi icat ederken “kara” sözünü “kalın” ile değiştirmiş. Bize kalın kafalı demelerinin sebebi de tarihimizi unutamamız. Bir defa kim olduğumuzu, suyumuzu soyumuzu, Türk olduğumuzu, Türk kültürüne dahil olduğumuzu ve çok zengin bir tarihimiz olduğunu hiç unutamadık. Bir işi ne kadar eşelersen, o kadar kokar diye bir söz vardır. Bizde de öyle oldu, Türklükten vaz geçti geçecek olan ve gözleri Bulgar kızlara kayanblar bile, hepimizden aslan Türk kesilmedi mi? Kuşkusuz, hapisler, sürgünler, “Belene” törpüsü, yolda, lokantada, işte hor görülmemiz sırtımızda Türklüğümüzle ilgili ne kadar kabuk varsa hepsini indirdi, hafızam en dibe kadar karıştırıldığında içinde Türk ve Türklükten başka zar bulamayınca “geri çark” etmek zorunda kaldılar da, bu iş pek kolay olmadı.

Şimdi amaçları “Mayıs 1989 İsyanını” belleğimizden silmek. Sonradan öğreniyoruz: A. Doğan Türkçe hiç bir türkü, şarkı, mani bilmiyormuş. Ne okulda ne de askerde yanına daha sıkı sokulanlar ve ruhuna girenler onun Türkçe saydığını veya sayıkladığını da işitmemiş. Bizimkisi, düğünde dernekte de izlenmiş. Bunun böyle olması, Türkler arasından kadro seçen Bulgar subayların uyduğu en önemli istem olduğundan, bu noktadaki araştırmalar çok net ve sıkı yapılmış. Sebebine gelince, Bulgar istihbaratı “DC” kimden öğrenmiş öğrenemedim ama, şu gerçeği biliyormuş: “Ahhal bir defa yeryüzüne indiğinde Türklerle müzikle konuşmuş. Türklerin müziğe bu kadar büyük önem vermesi de bunmanmış.” Ahmedin ne yeni ne de soy hafızasında müzik izi olmadığından bu Türk olamaz, müzik belleği boş, demişler ve aralarına almışlar.

Şimdi şu bizim Mayıs 1989 Ayaklanmasını unutmamızı isteyenler önce, marşlarımızı, isyan namelerimizi, şarkı gibi söylediğimiz sloganlarımızı, şiirlerimizi yasaklamadı mı? Ardından sazlarımızın kafalarımızda balyoz gibi patladığını nasıl unutalım!

Mayıs 1989 Ayaklanması üstüne destan da yazılmadı. Çıkan kitaplar hep dış ülkelerde basıldı. Bizim Bulgaristan’a girmeleri yasaklandı. Sonra sınırda, uçak alanında el konan kitapların hepsi, artık rahmetli olan Prof. d-r İbrahim Tatarlıya veridi ve bunların içinden bu Mayıs A989 Ayaklanmasını A. Doğan hapishaneden örgütledi, manasını çıkar, dendi. Prof. Tatarlı da bir yazmaya bir yazmaya başladı, en büyük Türkçe eser 1300 sayga halinde basılan “İlmi Hal” olsa da, bunu bile dikkate almadı ve 1 600-üncü sayfada durdu. Durmazdan önce, soluklanırken, eline “yalan yazmak çok zor” demiş.

Şimdi bizde bir şeyin doğru mu yanlış mı olduğunu öğrenmek için 1600 sayfa okumaya kimsenin ne sabrı ne de vakti olmadığından, yalanın yalan olduğunu öğrenen bile olmadı.

Bu durumda, yeniden iktidar olan Türk Partisi (HÖH), “bu bizimkiler doğru ile yanlışı devamlı karıştırıyor“, akıllarında fikirlerinde hep bir gerçek var, o da yılan ne kadar kıvranırsa kıvransın, delikten çıkarken doğrulur havasına girmişler ve sabırla beklıyorlar. Tabii aç susuz bekleyecek halleri yok. İktıdarın yeni Sosyal İşler Bakanı D-r Hasan Ademov, hatır şinas bir kişi olarak, özel bir kararla işi çözdü. Emekli başı “4 leva 50 stotinda zam yapıyorum” dedi. Biz de, bu para neye, diye sorduk. Bir çorba parası dedi. Gittik lokanta lokanta dolaştık ve bu fiyata ancak “unutturma çorbası” olduğunu öğrendik. Bu yeni icat edilmiş bir çorba, fasulyası Çinden, soğanı Polonya’dan, kırmızı biberi Viyetnam’dan, Tuzu da Rusya’da. İçinde en fazla kullanılan madde ise SU. Bu çorbanın suyu, kendinden tatlı, çünkü insan yakın geçmişini, Ayaklanmasını, mahusluğunu, sürgün yıllarını, göçe zorlanışını, Vatanı ve yakınlarını ve güzel olan ne varsa unutuukça öyle bir ferrahlanıyor ki!

İcat edilecek daha neler neler var da, bunların arasında bir tanesine değimeden edemeyeceğim. İnsan hafızasını unutturma çorbasıyla boşaltırsak, yerine ne koyacağız! Daha doğrusu yeri boş mu kalacak? Zaten sakatız, ana dilimiz, kültürümüz, kimliğimiz ve hem dostla hem de düşmanla dosça yaşama niyetimizi gerçekleştirme açısından bomboşuz. Biz ne yapacağız!?

 

 

Şakir ARSLANTAŞ

Reklamlar