OSMAN BULBUL Osman BÜLBÜL

Konu:  Kendisine yardım edemeyen, başkasına yardım edemez.

Hiç değişmedik,” diyenler yalan söylüyorlar.

Her sabah uğradığım parktayım. Asfalt patikalarına kestane yağmış bu gece. Şanslı olanlar yeşil çimenliğe yumuşak iniş yapmış. İri, kimileri ikiz atkestaneleri! Hepsinin içinde umut gizli, büyük ağaç olma ve her yıl sepet çuval dolusu kestane verme umudu.

Büyük Rus klasiği Dostoevski’nin eserlerinde işlediği umut konusundan aklıma takılmış şu geldi aklıma, peykeye otururken: “Umutsuz yaşamak, ölümü kabullenmektir.”

Umudu yaşatma konusunda Nasrettin Hoşa nüktelerinde birçok inci var:

Biri şöyledir.  Hocanın Dükkânı

Bir kadın bir gece rüyasında Nasrettin Hocayı dükkânda tezgâhtar görür.

  • Hocam bu siz misiniz, yoksa bana mı öyle geldi? Der.
  • Evet, benim, buyurun, cevabını verir Hoca Efendi.
  • Ben sizden ne alabilirim ki, diye sorar şaşakalan kadın.
  • Ne isterseniz, olur Hoca Efendinin cevabı.
  • Öyleyse, hayır dualarınıza güvenerek sizden sağlık, mutluluk, sevgi, başarı ve para alayım der, rüyasının en iyi yerinde müşteri olan kadın.

Siparişi alan Hoca, dükkânın arka odasına çekilir ve bir müddet sonra elindeki küçük kutuyu uzatır. Kutuyu alan kadın:

  • Hepsi burada mı, diye sorar.
  • Evet, istediklerinizin hepsi elinizdeki kutudadır, cevabını veren Hoca, “Siz benim yalnız tohum sattığımı bilmiyor muydunuz” der.
  • Hepsi bu öyle mi? diye bir daha sorar elindeki kutuya bakan kadın.
  • Evet, cevabını yineleyen Nasrettin Hoca şu öğütte bulunur: Siz şimdi bu tohumları  ekiniz. Hangiler biter ve dallarından hangi meyveler toplanır, bu da yalnız size bağlıdır.

Atkestaneleri güneşin sabah şualarında parlıyor. Şualarda, biz nihayet dikenli kabukları çatlatabildik ve özgürüz, havası var. Görüntüde ortak yapılan bir iş yok. Her kestane kendi kabuğunu kendisi çatlatıp açmış ve kendisi düşmüş. Fakat birlikte yapabilmenin ve beraber olmanın yarattığı gururu aynı parkta yaşıyorlar.

Başımı kaldırdım, gözlerimi ağaçların yapraklarına gezdiriyorum. Kestane ağacının yaprakları üzgün, sararıp solmadan kahverengiye buruşup buruşmayı seçmişler. Diğer geniş yapraklılar onlardan farklı. Yeşilin sarıya teslim olduğu mevsimdeyiz. Hem sarılar hem yeşiller yan yana aynı dallarda süzülmüş, uyumlu bir beraberlik sergiliyor. Onlar sabah güneşini selamlıyor.

Şu sakın sabah ortamında, Viyana’yı soluyarak otururken, renk değiştiren yaprakların, sarı ve yeşillerin, sen benim rengimi çaldın, kavgası başlatıp birbirine düşmediğini, sabah şirinliğine kendi güzelliğini katarken neden ağlayıp sızlamadığını, kin ve öfkeden patlamadığını düşünüyorum. Doğanın kuralları böyle…Biz insanlar doğanın ürünüyüz ama birçok bakıma doğadan çok gerideyiz, hatta doğayı kendimize düşman etmiş ve yok etmekte üstümüze yok.

Şu sarı ve yeşil yapraklara takıldım kaldığım. Beklediğim Nikolay’ı kestanelere basmadan gelirken gördüm.

Hiç konuyu değiştirmeden,

  • Hoş geldin, şuraya otur ve şu yaprakları yeşilli sarılı ağaca bak. Kardeş kardeş yaşıyorlar. Yeşil yeşilliğinden, sarı sarılığından memnun!  Biz Bulgaristan’da Türklerle Bulgarlar neyi paylaşamıyoruz? Bu konuda doğa yasalarına uymayı neden kabul edemiyoruz, diye yapıştırdım.

Gence yüklenme gibi oldu. Onun paylaşmak istedikleri farklı olabilirdi. Çünkü o gününü benim gibi doğayı okumaya çalışarak değil, Viyana Üniversitesi Kütüphanesinde okuyarak geçiriyordu. O kitapları yazanlar, doğayı okumayı öğrenememişse!

Hayali bir dünya anlatılmışsa!

Olmayan ve hiçbir yere kök salmamış bir şeyler üstüne yazılmışsa!  Okurken hayali dev ağaçlara tırmanan Nikolay, gerçekleri havadan ve hayalden emmez mi?

Rüyadaki Nasrettin Hoca tohumlarını hiçbir yere ekmeden, bitmelerini beklemeden, diplerini kazıp büyütmeden, meyvelerine sevinmeden,  sonunda tatlı ekşi anlatan biri olmaz mı?

  • Daldın, dedi.
  • Bu hafta internette bir kitap okudum, dedim.
  • Konusu, diye ekledi.
  • Konusu uzun ama içinde şu gerçek var. Yazar, “Bulgar milleti çok zor değişiyor. Hatta değişmek istemiyor. Beraber yaşamak zorunda olduğu insanların değişerek kendisine uymasını, uymak istemiyenleri ise buna zorlamayı deniyor demiş, dedim. Şu geçen hafta dipten başa yeşil olan ağcın bu hafta sarı yeşil olmasına baktıkça geçirdiği evrimli değişime isyan etmemesini kıskanıyorum. İnsanlardan olgun ve bilge davranış sergilemeleri bekleniyor. Ben böyle de güzelim, yeşil de benim, sarı da, demekle yetiniyor sanki diye devam ettim.
  • Biz, yaprak dökümünü izleyen yeni baharda nesil değişimi görebiliriz. Uzun vadede baktığımızda, bir ahlattan orak armuduna, oradan iri yaz ve kış armutlarına uzanan yol bu türün evrimsel değişim yoludur. Fakat bu kendiliğinden olmaz. İşin özünde olan insan müdahalesi, aşı, ilgi vardır. Toplumda bu, eğitimle olur.  Yeni toplum müdahaleye, saldırılara açıktır. Basın, radyo TV, elektronik iletişim, sanal baskılar duygularımızı ve beynimizi sürekli bombardıman ederek, belleğimizi, duyumsayışımızı ve yeni olana bakışımızı arasız etkiliyor. Fakat insanı değişimlere açan ya da bu konuda tutucu yapan okuldur, eğitim sistemidir. Bulgaristan tek uluslu bir devlet sistemi kurmayı öngören bir Anayasa’ya ve yasalara dayandığı için, bu konuda azınlıklara hak tanımaz, Bulgar devleti bütçesinden Çingeneden aydın Çingene, Türk’ten bilgili Türk yaratmak istemiyor.
  • Fakat bu iş için vergi topluyor, diyerek müdahale ederken, onun sözünü kestim.

Sonra kendisine yukarıda paylaştığım N. Hoca masalını anlattım. Kutunun içinde çeşitlilik gizli, dedim. Tohumların hepsinin özünde mutluluk, sağlık, bereket, sevinç ve azı, para pul gizli. Bulgarlar yorganı hep kendi üstüne çekerken, diğer bitkilerin, kültürlerin donarak yok olmasına sebep olmuyor mu? Hayatın en büyük zenginliği çeşitliliğinde değil midir? En büyük mutluluk farklılıkların uyumlaşmasında gizlenmiyor mu? Diye bir daha sert yapıştırdım.

Ayağa kalktı.

  • Senin yaprak örneğindeki yeşil ile sarı parlak bir örnek. Yeşilin rengini yitirmesine isyan etmemesi, sarının da sarılaşmayı kabul etmesi sanki bir uyum. Şu an iki renk de eşit ve yan yanalar. Bu ayrı bir mutluluk anı! Dedi ve eliyle yapraklara işaret ederken şöyle devam etti:  – Örneği değiştirelim, Şu karşımızda güz sularını toplayarak dolmaya başlayan Tuna’ya bak lütfen. Bin dere ve ırmakçıktan su alıyor. Onlar harmanlanınca Tuna oluşuyor. Toplum da böyle bir şey! Küçükler büyümek için daha derin suda yüzmek ister. Biz Bulgarlar da Avrupa Birliği’ne özendik. Karman çorman bir yer olsa da, bunlarda da bizden diye, sizi de beraberimizde sürüklüyoruz. Araba giderken tekerlekleri aşınır, sizin de kimliğiniz,  özellikleriniz, özünüz aşınıyor. Kala kala bir tek umudunuz kalmış. Ben seni anlıyorum, söylemek istediklerini de sezebiliyorum. Elimden gelen bir şey yok. Durum bu. Aşınmaya devam edeceğiz. Bulgarlar da aşınıyor, azalıyor, vatanı terk edip kendisine başka yerde yuva arayanlara bak. Balkan Dağ ve yaylaları 1300 yıl önce buraya gelen atalarımın ara durağıymış sanki. Nereye gittiklerini, nerelere dağıldıklarını, ne kadar bir zamanda tamamen aşınacağımızı bilen yok. Topluluk olarak değil bireyler olarak ayakta kalmamız bir umut.
  • Biz de öyle, diye destekledim genç üniversiteliyi. Bizim gözümüz ise hep Türklük denizinde. Biz de derin sularda boğulmak istiyoruz. Karanlıkta değil, kalabalıkta kaybolmak istiyoruz.
  • Bu işte en dayanıklı çıkanlar, Çingenelerdir. Avrupa suyunda erimiyorlar.

Sayıları 27 AB ülkesinde 10 milyon olmuş. 2050’de bizim Romenlerin sayısı 3 milyon olacakmış. Ne kaldı şurada 24 yıl. Asrın sonunda ise 7 milyon olacaklarmış. Dünya yeni bir kavimler göçü çağı yaşıyor, fakat onlar yerlerini beğenmiş büyük bir taş gibi duruyorlar bizim orada. Avrupa Birliği merkezindeki et kafalar ne yapacaklarını bilemiyorlar. Bu asrın ikinci yarısında Bulgaristan’da yaşayan Bulgarların sayısı yarım milyondan az kalacakmış. Tabii böyle bir ışık gören Avrupa “aydın” kafaları, Bulgaristan’da bir dışarı kapalı “Romen Otonomisi” kuralım demişler. Ben buna otonomi diyorum da onların kullandıkları terim “anklav” veya “otonomili getto”. Çingeneler burada istedikleri gibi yaşayıp üremeye devam edecekler fakat kırmızı pasaportları olmayacak, oracıkta yaşayacaklar, Avrupa’yı dolaşmak, girdikleri yerde çalıp dolandırmak yok. İşte böyle yeller esiyor Brüksel’dekilerin kafalarında.

  • Biz Türkler ne olacağız, diye sordum.
  • Siz de asrın sonunda 1.2 milyon olacakmışsınız ve bildiğiniz gibi yaşayacakmışsınız, Bulgarlar sizin yeşillenmenize ya da sararmanıza, hamamda kese kullanmanıza ya da her gün baklava börek ya da tarhana yemenize karışmayacak, cevabını verdi. Cevaptan sanki memnundu. O da ayağa kalktı. Asfalt üzerinde parlayan atkestanelerinden birini ayağıyla çaktı. Bu hareketinde “ne olursa olsun, bana ne” vardı.

Ben ise, çaktığı kestaneye üzüldüm. Dökülen tüm kestanelerin aynı yere ekmek, sürmelerini beklemek, fidan olmalarını özleyip bir alana yayılmalarını ve bir yeni kestane ormanı hayal etmiştim. İşte böyle birisi ezilse, bir ağaç azalıyor. Bizde öyle olmadık mı, birer ikişer, birer ikişer ezildik ve yok edilmek istendik. Orman olmamız hep engellendi.

Yeşil ile sarının uyumu, kestanelerin özgürlüğü, Çingenelerin 7 milyonun birden bir aklavda toplanması derken, Nikolay’la buluşma süremiz bu defa da doldu. O kitapların satır aralarında farklı gerçekler aramaya giderken, bu gün dondurma yiyemedik, dedi.

Parkla baş başa kaldım, Tuna da akıyor karşımda, Viyana doğası ısınıp uyanırken toplum da hareketlendi ve park çocuklu annelerin neşesi ve afacan cıvıltısıyla doldu. Bu neşe ve cıvıltı hayatın içindeki en değerli olanı, umudu yaşatıyordu.

Reklamlar