Piyanist Birsen Ulucan ve keman-viyola sanatçısı Özcan Ulucan kardeşler, ikili albüm çalışmaları “Saga”yı Süheyla Demir’in sunduğu Radyo Sohbetleri programında anlattı.
Ünlü müzisyen kardeşler Birsen Ulucan ve Özcan Ulucan, klasik müzikseverlerin karşısına “Saga” adını verdikleri ortak bir albümle çıktı.
Albümde, Ahmed Adnan Saygun’un keman-piyano süiti “Demet”, Leoš Janáček’in keman-piyano sonatı ve bir de Sergey Prokofiev’in keman-piyano sonatı yorumları yer alıyor. Özcan Ulucan, “Eserler, insanoğlunun ‘savaş çelişkisini’ sorguluyor. Dinleyenler albümde savaşı, acıyı, insanoğlunun çelişkisini duyabilir” diyor.
Daha önce birçok kez birlikte sahne alan Ulucan kardeşler, ilk defa ikili albüm çıkardı. Birsen Ulucan ikili albüm projelerini şimdiye bırakmalarının bir nedeni olduğunu söylüyor: “Kardeşim Özcan’la çocukluğumuzdan beri beraber çalıyoruz. Ama ikili olarak ilk albümümüzü şimdi çıkardık. Bunun sebebi repertuar olmaması değil. Bütün eğitimler ve yaşanmışlıklardan sonra, tam da şimdi, bu eserlerin üzerine söyleyebileceğimiz kişisel birer sözümüz olduğunu düşündük.”
Birsen ve Özcan Ulucan, son albümleri Saga’yla Süheyla Demir’in sunduğu Radyo Sohbetleri programına konuk oldu. Müzisyen kardeşler; son albümlerini, Bulgaristan’da başlayıp Türkiye’ye uzanan sanat yolculuklarını ve Rus klasik müzik ekolünün önemli temsilcileri; Prokofyev, Rostropoviç ve Maksim Vengerov’u anlattı.
“Hayat kısa; sanat uzun” sözünü hatırlatan müzisyenler, sanat yolculuklarında “ayrı ayrı” ve “birlikte” yürümeye devam edeceklerini söylüyor.
Süheyla Demir: Karşımda sanatçı bir aile var. Üçüncü kardeşiniz Ayşen Ulucan da keman çalıyor. Bu “aile boyu bir sanat sevgisi” nereden kaynaklanıyor? Nasıl bir müzik aşkıyla yetiştirildiniz?
Birsen Ulucan: Babamın ve annemin sanat sevgisi, kendi anne ve babalarından geçmiş olmalı. Dedem, her zaman keman çalmak istermiş, güzel bir sesi de varmış ve çocuklar için şiirler yazarmış. Babamın küçüklüğü Bulgaristan’ın çok fakir olduğu döneme denk gelir. Buna rağmen köy ortamında sanatı aramışlar. Babam ve annem Sofya’da tıp okurken sanatı da yakından tanımak istemişler. Opera ve tiyatroları hep takip edip, bizim şu anda efsane müzisyenler olarak bildiğimiz isimleri canlı dinleyebilmişler. Tabi ki sanatın ölümsüz bir şey olduğunu da bildikleri için çocuklarının müzikle uğraşmasını arzu etmişler. Bizde müzik kulağı olduğunu görünce de ellerinden geleni yapmışlar, şehirden şehre göç etmişler. Onlar için ilk sırada her zaman bizim eğitimimiz olmuş, çok inandıkları için buna…
-Ailenin yönlendirmesi yetenekle birleşince çok güzel bir sonuç ortaya çıkmış. Bulgaristan’daki o geleneği iyi kullanmak, sonrasında Türkiye’ye gelip iyi hocalarla çalışabilmek de önemli bir faktör olsa gerek…
B. U:Evet, bu hem de rahat etmemekten kaynaklanan bir şey. Bu da zannediyorum özellikle babamdan gelen bir şey. Rahat etmek onun için ölümdür. Hep daha iyiyi, değişik olanı araştırır. Bir şeyin daha olması için hep araştırmak ve kıpır kıpır olmak, bize de yansıdı bir düşünce tarzı olarak.
-Özcan, kariyerinizde Rus isimler öne çıkıyor. Maxim Vengerov ve Viktor Pikaizen gibi dünyaca ünlü Rus müzisyenler hocanızdı. Sanatınızda Rus ekolü etkisinden bahsetmek mümkün müdür?
Özcan Ulucan: Bulgaristan’daki Türk azınlığından olmamız dolayısıyla böyle bir mantık kurulabilir. Bulgaristan’daki ilk klasik müzik okulu Rusya’dan etkilenmiş, o şekilde gelişmiş. Bizim de üzerimizde oradan geldiğimiz için mutlaka bir Rus kültürü hissi var. Fakat bir denge de oluşmuş. Daha çok ya da az değil. Ama Rusya’nın Sesi radyosuna konuk olmuşken Rus müzisyenleri de konuşmak isteriz…
B. U:Rusların duygusallığı ünlüdür, hatta karamsarlığı da ünlüdür. O yüzden de eğer batıyla ilişkileri yoksa, Ruslar stil olarak klasikleri daha zor çalar, denir. Her şeyi çok duygusal, çok derinden algılarlar. Dostoyevski’yi düşünürsek ya da Rahmaninov’un müziğini, hepsinin karamsarlık içeren fakat korkunç duygusal derinlikleri olan eserleri var.
VENGEROV, “KARŞILAŞMAMIZ KADER” DEMİŞTİ
-Rus klasiklerini Rus hocalardan öğrenmek de sizin için ayrı bir avantaj oluşturdu sanırım.
Ö.U: Doğru, evet. Son albümümüzdeki üç eserden biri Prokofyev’in birinci keman,piyano sonatı… O sonatı değerli usta müzisyen Maxim Vengerov ile çalışma olanağını bulduğumuz için çok mutluyuz. Onunla tanışma hikayemiz kader gibi… Ben Almanya’da Saarbrücken şehrinde yüksek lisans yaparken bir profesör değişikliğinden söz açıldı o okulda. Valeri Klimov hocamızın emeklilik yaşı gelmişti. Onun yerine demek ki yine bir Rus öğretmeni düşündüler ve “Maxim Vengerov geliyor” dediler. Biz şaşırdık biraz. Çünkü Vengerov, çok yoğun kariyeri olan, solist olarak her gün dünyanın başka yerinde konser veren, iki tane klasik müzik dalında Gmammy ödülü alan bir kişi… Orada o küçük şehre nasıl geldi diye şaşırdık. Ve öyle oldu ki ben onun ilk öğrencisi oldum. İlk sınavımda da Birsen geldi, hem eşlik etmek ve destek olmak hem de kendisiyle tanışmak için. Çaldıktan sonra yanımıza gelmiş ve “Çok beğendim. Bizim karşılaşmamız tesadüf değil. Ben de sizin gibi göçmenim. Ben de ailemle Rusya’dan Avrupa’ya göç ettim. Siz de böylesiniz ve bu bir tesadüf değil” demişti. Bize sözleriyle çok güzel destek vermişti. “Çok beğendim, tabi ki alacağım seni sınıfıma” demişti. Birsen’i de sınıfın resmi piyanisti olarak önermişti.
B. U:Ben o sırada İngiliz vatandaşlığına müracaat etmiştim ama pasaportumu oradan çekip Saarbrücken’e gitmeye karar verdim. Aldığım en önemli, en doğru kararlardan biriydi.
-Ve hocanız Maxim Vengerov hakkınızda çok güzel bir yorum yapmış. Sizin için “En başarılı öğrencilerimden, sahnede müzik felsefemi en doğru şekilde takip eden isimlerden” demiş. Emeklerini boşa çıkarmamışsınız…
Ö.U: Boşa çıkarmamaya baktım. Benim için bunun en güzel ödülü; Vengerov ile beraber birçok kere aynı sahnede hem bedenen hem ruhen yan yana çalmak, müzik yapmak… Konserlerimiz hayatımın en değerli anlarındandır. Türkiye ve Macaristan’da, Londra’da Albert Hall’de, Amsterdam’da birçok ünlü yerlerde çaldık. Bu tabi ki bir yandan “kariyer” anlamında belki önemli gibi olsa da ben büyük bir kariyere gitmedim. Fakat manevi doyum ve bağımsızlık hissi yaşadım. Bundan da çok memnuniyetsiz değilim. Vengerov’la böyle bir ustayla sahnelerde olmak, sanki bana “muhalefetin gücü” hissi veriyor. Alternatif bir his veriyor.
-Efsanevi Rus çellist ve orkestra şefi Rostropoviç’le de aynı sahnede yer aldınız. Bu nasıl bir andı?
Ö.U: Biz kendisiyle iki gün temasta bulunduk. O koskoca hayatın, insanın her şeyini tabi ki tanıyamam. Biz onu gıyaben kitaplardan, anlatılardan tanıyoruz. Kısa sürede de olsa izlenimim şöyleydi: Yoğun çelişki dolu, belki bir sürü korku dolu dönemler yaşamış. Sonradan Batı dünyası Şostakoviç gibi ona da büyük hayranlıkla kucak açmış ve büyük bir kariyer yapmış. Sahneye çıktığımızda artık 70 küsür yaşlarındaydı ve melekleşmiş, arınmış, sanki hayatın o değerli “özüne” ulaşmış bir insan gibiydi. Bir yandan sakin ama bir yandan da coşkusunu kaybetmemiş, sanat aşkı ve sanatın erdemleriyle bu hale gelmiş bir kişi…
ALBÜM ENDÜSTRİSİDEN KAÇINIYORUZ
-Şimdi gelelim son albümünüze… İki kardeş ortak albüm yapmaya nasıl karar verdiniz?
B. U:Biz Özcan’la beraber çalmaya ben 7 yaşındayken başladık. Neredeyse 30 yıldır birlikte çalışıyoruz. İkili olarak ilk albümümüzü şimdi çıkardık. Bunun sebebi repertuar olmaması değil. Tabi ki repertuar var. Fakat bütün bu eğitimlerden ve yaşanmışlıklardan sonra, tam da şimdi, bu eserlerin üzerine söyleyebileceğimiz kişisel birer sözümüz olduğunu düşündük. Onun için de bu albümü yapmaya karar verdik. Yoksa yılda en az 2-3 albüm çıkartılabilir. Repertuar var çünkü… Ama o bir endüstridir ve biz bundan kaçınıyoruz. Bundan sonra çok sık olmamakla birlikte yine ikili olarak devam edebiliriz repertuarımızı geliştirmeye.
Albümün içeriğine gelince, hepsi çok sevdiğimiz, senelerdir çalıştığımız ve sahnede de çaldığımız eserler. Bu şekilde kalıcı olmalarını istedik. Çünkü çok özel olduklarını, çok da çalınmadıklarını düşündük. Adnan Saygun, Türkiye’de çalınıyor ama yurtdışında pek bilinmiyor. Diğerleri de pek fazla popüler olan ve sık kaydedilen eserler sınıfına girmiyor.
Ö.U: Albümdeki eserler, 20. yy. eserleri ve büyük bir bölümü acıyı, savaştaki çelişkiyi yansıtıyor. Besteciler bu eserlerinde savaş denen kötünün muammasını sorguluyor.
B. U:Aslında günümüzün bir gerçekliği bütün bunlar. O yüzden çok güncel eserler.
ALBÜMÜMÜZDE “İNSANOĞLUNUN ÇELİŞKİSİ” HİSSEDİLEBİLİR
-Evet, savaş hissinin birçok bölgede hissedildiği bir dönemin içindeyiz. Tam da bu güncellikte müziğin barışı çağıran, barışı yaşatan hissini duymaya çok ihtiyacımız var. Belki de albümünüz bu anlamda da çok özel bir öneme sahip.
Ö.U: Evet, Prokofyev’in eserinin ikinci bölümünde savaşı duyabilirsiniz. Eserde acı ve kötüye karşı tepki var. Eserlerin üçü de insanoğlunun bu “savaş çelişkisini” sorguluyor. İnsanoğlunu, savaşın prizmasından sorguluyor. Bu albümde savaşı, acıyı, insanoğlunun çelişkisini duyabilir dinleyen.
B. U:Belki savaş demeyebiliriz de, bu bir kişisel yorum. İnsan kendi içinde de savaşlar yaşar, ümitler barındırır, sevgi de barındırır. Hangisinin üstün geldiği, hangisine yol verdiğiniz, hangisini beslediğiniz önemli. Dinlerken savaş kavramını bir kişilik olarak da düşünebilir insan.
Ö.U: Tabi, sonuçta savaş yaşamayan bir insan savaşla empati kuramayabilir. Biz eserlerimizin tüm bunları sorgulayıp cevaplar bulmak için uygun eserler olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle anne babamıza bizi sanata yönlendirdikleri için minnettarız. Çünkü insanoğlunun en masum sorgulama biçimidir sanat. Sanat “Neden varız ve bizdeki güzellikler neler? Yaşama amacımız, şevkimiz nedir?” bunları sorgular. Albümümüzdeki eserler kesinlikle popülist kaygılarla, para kaygısıyla yazılmamıştır zaten. Sergey Prokofyev kendi içinde çılgın bir yanardağ gibi bir eser yazmış. Kendisi zaten kişilik olarak “eksantrik” bilinir. Böyle çılgın bir yerde…
B. U:Disiplinli, aşırı, takıntılı ama özgür… Yani hayal gücü müthiş. Mesela Vengerov “20. yüzyılın tek dehası Prokofyev’dir” diyordu.
HAYAT KISA; SANAT UZUN
-Bundan sonra nasıl çalışmalar yapmayı planlıyorsunuz?
B. U:Biz de bilmiyoruz. Fakat birçok eser çalışıyoruz.
Özcan Ulucanlar: Konserimiz var 16 Aralık’ta, Süreyya Operası’nda, sevenlerimizi bekleriz. Tekrar “Ulucan kardeşler” olarak sahnede olacağız. Sonra Ayşen’le ben 21 Kasım’da sahne alacağız. Belki yine üçlü bir albüm düşünebiliriz ya da bir orkestra eşliğinde. Biz ne kadar güzel enerjimiz varsa onu yaptığımız işe vermek isteriz. Çünkü ne kadar çok şey yapsak da hep az gibi bir his var içimizde…
-Yani Ulucan kardeşler yola birlikte devam edecek ve yolları da uzun…
B. U:Evet sonsuz. “Ayrı ayrı” ve “birlikte…”
Ö.U: “Ars longa vita brevis” yani “hayat kısa; sanat uzun…” Evet, sanat bizden önce de vardı bizden sonra da olacak biz o yoldaki iletkenlerden biriyiz.
RS FM