Tarih: 04 01 2019
Yazan: Şakir Arslantaş
Konu: HÖH müsveddesi 29 yaşında – Şaşılacak iş.
2018 yılında insanlar değişmiyor, değişen olaylardır, çevrenizdir dedik. İnsanımızı da, öz ve şekil olarak tanıdığımız gibi anlatmaya çalıştık. Geçen sene de geri geri itilme sürecini henüz durduramadığımızı, yana yuna itilmeye, halsizleştirmeye çalışıldığımızı ve bunu yapanların çok aktif olduğunu anlatmaya gayret ettik. Bunu şöyle örnekleyebilirim.
1947-1950 yılları arasında Bulgaristan Ulusal Meclisi Başkanlık Konseyi Başkanı (Cumhurbaşkanı) Nikola Neyçev Sofya’da Türkçe çıkan “Yeni Işık” gazetesi redaksiyonuna uğrayıp, nöbetteki gazeteci, tercüman, yazıcı, dizici, düzenleyici, teknik kadro ve muhabirlerin Yeni Yılını kutlamış ve hepsine sağlık ve başarı dileklerinde bulunmuştu.
2016’da yapılan Cumhurbaşkanı seçimlerinde Müslüman Türklerin oylarıyla da Cumhurbaşkanı seçilen Rumen Radev Yıl Başı mesajında, “Bulgaristan Müslüman azınlığı”, “Türk azınlık”, “Etnik Türk” demedi. Artık Türkçe gazete çıkmıyor, Türk aydın grubu yok… Meydana gelen sosyal ve politik toplumsal değişim bu kadar derin. Bulgaristan Türklerinin Yıl Başını Hak ve Özgürlük Partisi (HÖH) kukla Genel Başkanı Mustafa Karadayı ve “üst akılın” sözcülüğünü yapan “fahri” başkan hain Ahmet Doğan da Bulgaristan Müslüman Türklerine bir Yıl Başı Mesajı gönderip “BEN SİZİ KANDIRDIM!” diyemedi.
Bu kandırma yani insanlarımızı kurulan tuzağa düşürme işi 04 Ocak 1990’da kuruldu. O gün hava çok soğuktu. Memleket, Varna’dan Kırca Aliye kalın kar tabakası altındaydı. İnsanlar, isimleri ve dinsen hakları iade edilecek Müslümanlar ile buna karşı çıkan Bulgar komünist milliyetçileri olmak üzere ikiye bölünmüştü. Bir cepheden “haklarımızı, isimlerimizi, ibadet hak ve özgürlüklerimizi istiyoruz!” sesleri toplu halde yükselirken. İsim değiştirme, cami kapılarını kilitleme, göstericileri kurşun sıkarak öldüren, kültür katliam yapanlar cezalandırılmaktan korktuklarından “Türkler Türkiye’ye!” sloganı kaldırmıştı.
Tam bu gergin ortamda “Ben bir parti kurdum!” Yeni partinin adı: “HAK VE ÖZGÜRLÜKLER HAREKETİ!” deyip Türklerin karşısına dikilen ve “BEN SİZİN HAKLARINIZI GARANTİ EDİYORUM!” diyen bir gencin baştan sona yalan söylediğini o zaman hiçbir kimse anlayamadı. Aslında polis aracıyla, helikopterle gezdirildiğini, zengin Bulgar mekânlarında kaldığını gördüğümüzde kurulanın bir tuzak olduğunu hemen anlamamız gerekirdi. Ama yılana sarıldığımız günlerdi.…
Kendi başarısıyla Üniversiteye giremeyen, Üniversite yıllarını kız kovalayıp aşk romanları okumakla dolduran bu genç için profesör ve doktor hocalar ağız birliği yaparak onu övmeyi sanki kendilerine komünist ödev olarak kabullenmişti. Böyle de olsa uyarılmadık.
O yıllarda totalitarizm korkusu canlıydı.
İnsanların yeni bir şey yapmaları tehlikeliydi. Geçmiş ve iktidar yeni bir adım atmayı kelepçelemişken 10 Kasımda diktatör T. Jivkov’un devrilmesinden tam 55 gün sonra, siyasi mahkûmlar hala içerideyken, ezilen ve kovulan azınlıkların Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) partisinin hiçbir mahkemede tescil olmadan kurulduğunu ilan etmek “orijinal” olmayan kopya ile hareket başlatmaktan başka bir şey değildi. Bu adım atılırken, 1984-1989 yılları arasında Bulgaristan Türklerinin kurduğu ama hiç birinin mahkeme tescili, yapılmış kongresi, delegeler tarafından seçilmiş yönetimi olmayan toplam 52 direniş örgütünü çöpe atarak, onların bal tozunu ve birikimini, halkımızın şahlanan ruhunun enerjisini çalmayı amaçlamıştı ve sonu sonunda kundaklama tuttu. Şöyle: Bulgaristan Müslüman Türklerinin devrimci potansiyeli gizli istihbarat örgütleri “DS” ve “KGB” tarafından kundaklandı ve halkın ağzına yalan emzik verildi. 29 yıl sonra bunları yazmak kolay, ama o zamanlar sert bir gerginlik vardı, ülke sanki bir iç savaşın eşiğinde bulunuyordu. Herkes hesaplaşmanın sona erdiğini, zafer elde edildiğini düşünürken, düşman aramak kimsenin haddine değildi.
Yıllar akıp gitti: HÖH’ü kurduran “üst akılın” hayalleri gerçekleşti.
Bulgaristan Türklerine yerinde saydırdılar. Bu da yetmedi, faşizmin ve totaliter komünizmin zehirli kanı toplumun görülmeyen damarlarına akıtıldı. Nasyonal sosyalizm kapı çalıyor. Müslüman Türkleri eritip asimile etmeye suyu kurban almaya devam ediyor. Arkada kalan yıllar ağırdı.
1934 askeri darbesinden sonra bir KGB ajanı (Kimon Georgiev’in) başbakan olmasından sonra, Sovyetler Birliği vatandaşı 5 Bulgar – (Georgi Dimitrov (1946-49), Vasil Kolarov (1949-50), Grişa Filipov (1981-86), Andrey Lukanov (1990-90) ve Sergey Stanişev (2005-2009) de başbakan olmuştur. Komünizm yıllarında Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi katında ülkedeki Türklerden sorumlu olan Türk kadroların hepsi de Sovyet Akademilerinde eğitim ve öğretim görmüştür. Ali Rafiev, Ahmet Arunov, Fahrettin Halilov, Salif İlyazov vb sorumlu partililer de Moskova’da Yüksek Parti Akademileri mezunudur.
1974’te Bulgar istihbaratına gönüllü hizmet etmeyi kabul eden ve bu yönelimle yüksek öğrenim alan, değişik sınama aşamalarından başarıyla geçerek somut yönelimi biçimlenen Varna ilinin Halaç (Drındar) köyünden Ahmet Doğan, Müslüman Türk geçinen fakat Türk kök suyundan olmayışı da dikkate alınarak, Müslüman Türklerinin tarlasına lider tohumu olarak gömüldü. Bu tohumun bitmesine, kazılıp sulanmasına, etrafının açılmasına ve Türk ve memleket konularında bir kanaat önderi olarak yetişmesine olağanüstü büyük gayret gösterildi. Böyle bir “son söz sahibi” kadroya ihtiyaç, öncelikle şu sebeplerden ötürü çok önemli ve büyüktü.
Bir: Sosyalizm ve komünizm yıllarında BKP ve “DS” kadroları tarafından işlenen cinayetlerin gizlenmesi ve cezasız kalması ve
İki: Anti-komünist ve demokratik muhalefet güçlerinin kalıcı iktidara gelmelerinin önlenmesi ve bir
Üçüncü ödev de, Bulgaristan Müslümanlarının Türkiye heves ve beklentilerini kursaklarında bırakıp, Bulgarlarla aralarını açarak ülkeyi zayıflatıp devamlı kontrol altında tutmak.
Bu ödevler için özellikle ruhunda ve bilincinde Türk kimliğinden eser olmayan, Türklükle ilgili çocukluğundan kalma içinde ve dışında ne varsa akıtıp paklanmış bir “lider” bulup yetiştirilmek gerekiyordu ki, Ahmet buna yatkın biriydi. İnandığı şeylere sadık olduğunu ispatlarken ele verdiği kişilerin kaderinden endişelenmediğini göstermişti. O babası tarafından kan bağı olmayan biri olduğundan asla sakınmadı, sanki Türk canı yakmaktan zevk aldı ve memnuniyet duydu. O, hayatında yalnız 2 şeyden korkmuştu. Birisi çocukluğunda bir defa toprağın altından gelen ve kulaklarını dolduran bir uğultudan, ikincisi de Dobruca’da ağaçlara konan ve sanki hep onun yüzüne bakan kargalardan. Kargalar insanların yüzlerini hatırlayan tek hayvandır. Gençliğinde köye gittiğinde karakargaların evlerinin karşısındaki ağaçlara toplandığını görmüştü. Kafama çullanırlar-sa korkusu ruhunu sarınca köye gitmez oldu. Ancak yerin dibine de saklansa suretini bellediklerini mutlaka bulduklarını bir yerde okumuştu.
Başka bir kitapta ise,
“Türkler dürüsttür, ihanet ve hırsızlık etmez, devletlerine bağlıdır!” sözlerini okumuş ve bellemişti. Bir yerde ise, “Hırsızlık yapanlar devlet adamıdır!” sözlerine rastlamıştı. Bunlar iyi de, bir gün üst bildiği biri yanına geldi ve “Çingene kuşağını kurarken hiçbir şey olmamış gibi davran” demişti. Kendinden farklı bildikleri karşısında her şeyi yaptı, fakat ninelerinden duydukları ninnileri korumaya çalışırken ölmeye hazır olan kaskatı bir kitle vardı ki ona karşı koymaya gücü yoktu. Eritmeye, değiştirmeye ve gerekirse yok etmeye çalıştıklarının her hücresinde geçmişin izleri ve kokusu vardı. Hepsi geçmişteki sevilmeleriyle yaşıyorlardı ve bunu yenmek, bununla başa çıkmak elinde değildi. O ise geçmişinden kurtulmak ve karanlık düşüncelerini silkmek istiyordu. Bu olurken açılacak olan boşluktan endişeli olduğu kadar, yerini nasıl dolduracağını da bilmiyordu. Hak ve Özgürlük Hareketinin yanlış yönlendirildiği ve halktan koparılması, insanların kandırılması ve umut bilincine ulaşmalarının engellenmesi ne kadar korkutucu ise, büstleri ve abideleri dikilmemiş ama gelecek kuşaklar için kahraman olan sessizler var ya, onlar onun karşısına her an dikiliyorlar ve hesap sormaya hazır vaziyet alıyorlardı.
Son zamanda birçok Fransız feylesofu kitaplarından incelemişti.
Bazı tezlerine değer verirken uzun zaman daldığını sonradan fark etti. Aslında o ideoloji, yeni ve eski dünya görüşü, kitap yazmış birçok dehanın ölümle hiçbir alakası yoktu. Sonunda birer birer ölecek olan birçok canlının soluduğu hava, kendisini soluyan insanların havasını, içtiği suyun hangi kaynaktan olduğunu ya da hangi kitaptan ne öğrendiğini sormuyordu. Ona da sormayacaktı. İçtiği viskilerin markası da önemli değildi hava için…
Sonunda kendisini de içine çekecek olan hava ve gökyüzü onun çevirdiği dolaplardan, yaptığı sıra hainlikler-den, kurduğu dolandırıcılık ve soygun kuşaklarından ve devletten çaldıklarından bile ilgilenmeyecekti. Dünya malı dünyada kalacak, ama çekenlerin acısı, gözyaşı, olmayan gönül yaraları hak edenleri boğmaya yetecekti.
Ve bu hesaplaşmadan onu kurtarabilecek ne koruma, ne kurşungeçirmez araç ne de görülen veya görülmeyen bir çadır vardı. Adaletin simasını gören olmamıştı şimdiye kadar…
Arkasından ne toprak ne de Bulgaristan Türklerinin hayallerinin gözyaşları akacaktır mezarına.
Ben son 8 yılda, köyümden çok büyük bir hain çıkmasından duyumsadığım yürek acısını çok yazdım. Anlatmaya çalıştım. Bu yazmakla bitecek bir çile değildir. Son 30-35 yılın hepimizi dilsiz ve dinsiz bırakacak kadar ileri giden hainin kardeşlerime yaşattığı acılar asla dinmeyecek ve dindirilemeyecek tir.
Bizim bir güzelliğimiz var ve biz onu hiç kimseye bırakamayız. Yuvası Türklüğümüzdür. Mücadelemizin hedefi hain ruhu toprağın altına gömmektir.
Bunu yapabilirsek HÖH partisi bizim öz partimiz olacaktır. Ne liberalizm, ne sosyal demokrasi ya da sosyal faşizm bizim tarlamıza ekilecek bir tohumdur. Bizim tohumumuzun adı dört dörtlük Türk olmaktır. Tohumun rengi ve ebadı olduğu gibi, bizim de özümüz var. İnsanın özü değiştirilemez, değişen çevresidir. Çevreyi yaratansa insan ve toplumun kendisidir.
HÖH partisinin 04 Ocak 1990 tarihinde kurulduğu bir yalandır.
Yalansa müsveddedir. Hiçbir yerde aslı gibi işlem görmez. Biz bunun bilincindeyiz. HÖH’ün alet olduğu siyasi oyunlardan bize ekmek çıkmaz. Aslı olmayan işlerden ancak fıkra çıkar…
Hak ve özgürlük ruhu bizimdir ve bizim kalacaktır.
Sis perdesi kalktıkça halkımız gerçekleri görecek ve karşılarına dimdik dikilecektir.
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Yanlışın yanlış olduğunu anlayanlar çoğaldıkça gerçek ortaya çıkacaktır.
Lütfen paylaşınız.