Filiz SOYTÜRK
Modern dünyayı masallarla anlatmaya devam ediyoruz. Bugün sizler içim TÜRK MASALLARINDAN bir inci seçtik. O bizimkilerden olduğu için hepimiz işitmiş olsak da, maddi dünyamızın mader ve ezgin, manevi dünyamızın da yaralı ve bitkin olduğu günümüzde, şu garip dünyada her şey dönüp dolaşır ve yerli yerini bulur yani işler düzelir demek için hatırlatıyoruz. İnsan masalı kendisi okur ama başkasına anlatır. Siz de fırsat buldukça anlatsanız. Bu masal işler mutlaka bir gün düzelir ümidini yaşatıyor.
DEVLET KUŞU
Evvel zaman içinde bir adamın iki çocuğu ile bir karısı varmış. Adam çok zenginmiş. Bayırda kırmızı çubuklu bağları salkım salkım sararırken, denizde dizi dizi gemileri yüzermiş. Bir gece adamın düşüne sakalı dizinde, nuru yüzünde bir ihtiyar girmiş.
- Başına bir iş gelecek, gençliğinde mi gelsin, ihtiyarlığında mı?
Adam durmuş düşünmüş:
- Karıma danışayım demiş.
Sabah olmuş, iş-güç derdi derken adam düşünde gördüklerini unutmuş. Akşam da yiyip içip yatmışlar.
Gene o aksakallı gelip dikilmiş başına. Eğilip yavaşça:
- Başına bir iş gelecek, gençliğinde mi gelsin, ihtiyarlığında mı?
Sabah olunca karısına hemen düşünü anlatmış. Karısı da:
- Gelecekse gençliğinde gelsin, demiş.
Yine akşam olmuş uykusu gelen uzanıp yatmış. Adam düşüne gelen pise “Gençliğimde” diye cevap vermiş.
Bir de ne görseniz. Ev kibrit gibi tutuşmamış mı? Adam temiz yürekli olacak ki, karısı ve çocuklarıyla kurtulmuş. Hiç birinin burnu bile kanamamış. Ve sonradan kara bir haber daha iletmişler: “Bağında çubukların kurudu. Denizde gemilerin battı.” Üzülmüşler ama ne çare! Başa gelen çekilir. Üç beş gün komşularda kalmışlar. Bir gün değil, iki gün değil. El bu, üçüncü gün kapıyı gösterir. Adam karısının kulağına eğilip demiş ki:
- Burada ne çalışabilir, ne geçinebiliriz. Komşuları da fazla yormayalım. Adı sanı bilinmedik, duyulmadık yerlere gidelim.
Düşmüşler yola. Altı ay bir yol gitmişler ve gele gele bir köye gelmişler. Köyde garip dostu bir adam varmış. Aileyi yerleştirmiş. Adam da zamanla köylüye kaynaşmış. Onu köye kır bekçisi tutmuşlar. Sırtında ekmek torbası adam bağ-bahçe bekliyormuş. Bir gün yol kıyısında dalgın dalgın giderken bir kervana rastlamış. El kaldırmış. Kervancı başı kervanı durdurmuş:
- Ne diyorsun? Demiş.
Kır bekçisi:
- Ekili yerleri ezmeden gidin. Hayvanlarınızı ekine bağ-bahçeye sokmayın.
Kervancı başı:
- Hiçbir çöpüne dokunmayız. Yalnız çamaşırların çok kirlendi, yıkatır mısın? Her kaç kuruşsa vereyim.
Kır bekçisi:
- Paranın sözü mü olur. Hay hay. Garibe hizmet görevimdir, deyip alıp götürmüş çamaşırları karısına. Yıkatıp geri getirmiş. Kervancı başı çamaşırları çok beğenmiş. Köpük gibi, kar gibi tertemiz hepsi de. Fakat birden Kervancı Başı’nın içine bir kötülük düşmüş. İçinden: “Bekçinin karısını alıp kaçarım” demiş. At ile köye girmiş, bekçinin evini surmuş, göstermişler, kadını kapıya çağırmış, duvarın kenarında oturan çocuklarına birkaç para bırakmış, sonra kadını zorla atına bindirmiş, dörtnala çekip gitmiş.
Bekçi akşamüzeri eve gelmiş ve bir de ne görsün, çocukların elinde para ağılaşıyorlar. Bekçi durumu öğrenir öğrenmez, düşüp kalmış “Ne talihsiz başım var. Yine göç etmek gerek uzak illere” demiş. Çocuğunun birini sırtına, birini kucağına alıp yola koyulmuş.
Gitmişler gitmişler. Dağlar aşıp dereler geçmişler. Gele gele gelmişler bir ırmak kıyısına. Adam kendi kendine düşünmüş. “Çocukların ikisini birden geçiremem. Biri bu kıyıda kalsın birisini geçireyim, sonra gelip onu alırım.” Adam sırtında çocuk suda cambul cumbul yürümeye başlamış. Irmağın orta yerine gelince bir bağırtı duymuş. Bakmış ki kıyıdaki çocuğunu kurt almış gidiyor. Vay, hey derken telaşla sırtındakini de suya vermiş. Adam böylece tek başına kalakalmış mı? Elden ne gelir. Irmağı geçip düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş, büyük bir kente varmış, bir hana yerleşmiş.
Bir zaman sonra aynı hana kapıcı olmuş. Bir gün kulaktan kulağa acı bir haber yayılmış: “Büyük kentin Padişahı ölmüş.” Yas kırk gün kırk gece sürmüş. Kırkıncı günün sabahı halk kentin alanını doldurmuş. Bir kalabalık ki, iğne atsan yere düşmüyor. Bu nedir diye adam da kalabalığa karışmış.
Büyük kentin yasasına göre Padişahı DEVLET KUŞU seçermiş. Kuş kimin başına konarsa o Padişah olurmuş. DEVLET KUŞU’ nu uçurmuşlar. Kuş gelip adamın başına konmaz mı? Adam şaşkına dönmüş. “Ben ilden ile dolaşan bir garibim. Nasıl olur da ben Padişah olurum?…” Kuşu ikinci kez uçurmuşlar. Kuş yine dolanıp çevrilip adamın tepesine inmiş. Bazen insanın bahtı gül olur açılır. Ve bu garip kişi alkışlar arasında büyük kentin altın tahtına oturmuş.
Bir de haberi öbür yandan berelim. Kurdun kapıp götürdüğü çocuk bir davar çobanının köpeği tarafından kurtarılmış. Çocuk çobanın yanında et yemiş, süt içmiş, büyümüş. Suda giden diğer çocuğu da az ötede balıkçılar ağlarıyla çıkarmışlar. O da Balıkçı Başı’nın evlatlığı olmuş. Eli hünerli, yüreği pek bir delikanlı olarak çevrede ün yapmış.
Yeni Padişahın tahta çıkış nedeniyle kentte yedi gün yedi gece bayram edilmesi buyrulmuş. Herkes gelip makamında Padişahı kutluyormuş.
Bu kentin yurttaşlarından olan çoban da yanına kurttan kurtardığı evlatlığını almış, önüne bir koş katıp gelmiş. Çocukla birlikte saray bahçesinden içeri girmişler. Ancak çocukla koç bahçede kalmışlar. Çoban Padişahı tebrike çıkmış. Az sonra Balıkçı Başı da evlatlığının kolunda bir balıkla gelmiş. Çocukla balık bahçede kalmış. Balıkçı Başı Padişah’ın huzuruna çıkmış.
Çocuklar bahçede buluşup konuşmaya başlamışlar.
Saray bahçesi de ne bahçe. Bir yanda sular şarıldıyor, bir yanda bülbüller şakıyor. Renk renk çiçekler burcu burcu kokular saçıyor.
Kervancı Başı da karısıyla birlikte gelip çıkmış. Saray bahçesinde bir çadır kurup karısını oraya bırakmış. Karısını kimseye güvenemiyormuş. Bahçedeki çocukları kadını beklemeleri için çadıra göndermiş. Çocuklar çadırdaki kadınla tanıştıktan sonra oturup konuşmaya başlamışlar. Kadın çocukların başlarından geçenleri dinlerken birden heyecanla ayağa kalkıp karşılarına geçmiş:
- Siz benim çocuklarımsınız. Söyleyin Padişaha, beni bu zalimin elinden kurtarsın. Padişah, o kadının ananız olduğunu nereden biliyorsunuz derse, şu yüzüğü gösterirsiniz, demiş.
Çocuklar yüzüğü alıp Padişahın huzuruna çıkmışlar. Olanı-biteni anlatmışlar. Yüzüğü Padişaha sunmuşlar. Padişah odasında oturanları dışarı çıkarmış. Sonra tahtına kurulmuş, yüzüğe bakmış bakmış, çocukları da yine iyice dinlemiş. Tahtından ayağa fırlamış:
- Benim karımdır! Siz benim çocuklarımsınız!
Bunun üzerine Padişah derhal! Kervan Başı’nın öldürülmesi için ferman çıkarmış. Kervancı Başı o saat sarayın bahçesinde ipe çekilmiş.
Padişah çocuklarını kurtarıp büyütenlere teşekkür etmiş. Her birine birer kese altın bağışlamış. Yemekler verilmiş. Törende koç ve balık da yenmiş. Ve tekrar bir aile olarak eski mutluluklarına kavuşmuşlar.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Evet, büyün kötülüklerin sonunda her şey ters döner ve her şey yerli yerini bulur.
Hayatın her dalında bu böyledir. Düşünmesi sizden. İş Allah DEVE KUŞU halkımızın başına da konar.