BGSAM

İkinci Dünya Savaşı’nı kim kazandı? Sovyetler Birliği mi yoksa Amerika Birleşik Devletleri mi? Bu soru hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Ancak çoğu kişi, Nazi ordularına sıkılan her üç kurşundan birinin Kazakistanlı Müslümanlar tarafından üretildiğini veya Kızıl Ordu’nun kullandığı mazotun yarısının Bakü’den geldiğini pek hatırlamaz.
Son büyük savaşta her üç şehitten biri Orta Asya Türk’üydü, ama zaferin belkemiği olan bu insanlar nedense hep unutuldu. Berlin’deki Reichstag binasına zafer bayrağını diken bir Tacik kardeşimizdi, ancak onun bile bir anıtı yok. Şan ve şöhret biriktiremedik. Bulgaristan Türkleri olarak bu acıyı derinden hissediyoruz. 1960’lı ve 70’li yıllarda ülkemizi yıldızlar gibi parlatmış olsak da, sonunda silinip gittik.

Günümüzde ise Türkiye Cumhuriyeti, Türk halkı ve Türk Dünyası olarak yeniden bir uyanış içerisindeyiz. Kuzey Makedonya Cumhuriyeti Anayasası’nın önsözünde, Balkanlar’da kültür ve devlet kuranlar arasında Türklerin baş sırada yer alması gerçeği beni derinden etkiledi. Bu gerçeği okuyunca tüylerim diken diken oldu. Benzer bir duyguyu, Friedrich Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” eserinde “Seven, geçmiş kuşakları kurtarır” fikrini okuduğumda hissetmiştim. Zerdüşt, Platon’dan önce yaşamış, akılcı düşüncenin temellerini atmış bir bilgedir. Onun yaşadığı bugünkü Azerbaycan toprakları, Anadolu ile Orta Asya Türklerini birbirine bağlayan stratejik bir bölgedir. Bulgaristan Türkleri, bu büyük Türk Dünyası’nın Balkanlar ve Avrupa halkasıdır. Eski Türkistan’dan, yani Turan Diyarı’ndan doğan erdemler, Azerbaycan ve Anadolu üzerinden bize kadar ulaşmıştır. Bu nedenle, kendi topraklarımızda, öz değerlerimizle yaşayıp gelişerek yücelme mücadelemizi aynı düşmanlara karşı verdik.

19. ve 20. yüzyıllarda Kafkasya’da kardeşlerimizin yaşadığı tüm zorlukları biz de yaşadık. Türk kimliğini korumanın temel unsuru dildir. Anadilimiz, olağanüstü değerli fikirlerin üzerine yuvalanan bir kehribar gibidir; bu yüzden ilk önce onu kırıp yok etmeye çalıştılar. Her halkı yaşatan en büyük miras dildir. Aynı soydan gelen insanları birbirine kenetleyen, onlara kimlik kazandıran, hayatlarını şuurla aydınlatan ve kendilerini korumalarında güç veren dil bağıdır.

Tarihte kaybolan diller vardır, ancak bu, o halkın kültürünün veya tarihinin yok olduğu anlamına gelmez. Dillerini yaşatamayan halklar ve onların yöneticileri zamanla kendilerini de kaybeder. Türkler ise dilleri için direnen ve bu acıyı yaşamayan nadir halklardandır. Tarih boyunca kendilerini yeni nesillerle tazelerken, dillerini de zenginleştirerek yaşatmışlardır. Bu temelde, dünyada en eski kimliklerden biri Türk kimliğidir.

Türk kimliği, genel anlamda, tek, bir ve yücedir. Bulgaristan’da ise faşizm ve komünizm dönemlerinde, Türk dilini ve kültürünü yok etme çabaları hiç değişmedi. Dil, kimliğin omurgasıdır. Dil yok edilmeden kimlik eritilemez, kimse asimile edilemez. Bu gerçeği ilk işaret eden, Kuran-ı Kerim’in ünlü çeviri ve tefsirini yapan Abdullah Yusuf Ali olmuştur. O, dillerin ve renklerin çeşitliliğini hem coğrafya hem de tarihsel açıdan değerlendirmiş ve “Yaşayan diller ölümsüzdür” demiştir.

Tarihte, kültürel bir topluluktan ve kadim gelenekleri olan bir halkın dilini kaybettiğini görmek mümkündür. Arap yayılmacılığı bunun en parlak örneklerinden biridir. Mezopotamya ile Atlantik Okyanusu arasında yaşayan halklar, anadillerini kaybetmek zorunda kalmışlardır. Türkler ise Arapların dilini de kültürlerine katarak yeni bir medeniyet inşa etmişlerdir.

Bu durumu gören Rus Çarlığı, Türk dilini yok etmeyi stratejik bir hedef haline getirmiştir. Bu yol, 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla açılmıştır. Tarihin gerçeklerini anlatan sayfalar ise yavaş yavaş açılmaya başlamıştır. Avusturyalı yazar Erich Feigl, “Ateş Ülkesi ve İpek Yolu – Azerbaycan Tarihi” adlı eserinde şunu vurgulamıştır: “Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altındaki halkların dillerine dokunulmamıştır. Türkler, hükmettikleri topraklarda dillerin ve kültürlerin korunmasına önem vermişlerdir.”

Osmanlı Devleti, Bulgarların dilini ve dinini koruyarak, onlara tarih sahnesinde ilk kez kendi dillerinde okuma, yazma ve dua etme imkânı tanımıştır. Ancak tarihte bir halka ve onun diline zulmetmenin tek amacı vardır: O halkın dilini köreltmek, şuurundan tarihini ve kimliğini silmek. Bu trajedi, Bulgaristan Türkleri başta olmak üzere, Türk Dünyası’nın büyük bir kısmında 19. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar devam etmiştir.

Osmanlı topraklarında küçük Hristiyan devletler kurmak, Türk dilini, Osmanlı kültür ve kimliğini yok etmek büyük bir stratejinin parçası olmuştur. Bulgaristan ve Ermenistan’ın millileşmesi, bu stratejinin en parlak örnekleridir. 25 Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Türk Dünyasında yeni bir dönem başlamış, bağımsız Türk cumhuriyetleri ortaya çıkmıştır. Bu süreç, Türk Dünyası’nın köklerine dönüş ve kültürel arınma süreci olarak değerlendirilmelidir.

Azerbaycan halkı da bu süreçten nasibini almış ve Arap alfabesinden Kiril alfabesine geçiş sürecini yaşamıştır. Ancak bu geçişler, Azerbaycan Türk kimliğinin korunması mücadelesinin bir parçasıdır. Ruslar, Müslüman Kafkaslar’da bir Hristiyan Ermeni devleti kurma planını gerçekleştirmek için çaba sarf etmişlerdir. Bu plan, Bulgaristan’da da uygulanmış ve Bulgar Prensliği kurulmuştur.

Zaman değişse de hedefler değişmemiştir. Sovyetler Birliği döneminde de Türk dilini yok etme çabaları devam etmiş ve Orta Asya Türkleri, Latin alfabesine geçmeye zorlanmıştır.
Ancak Türkler, tarih boyunca dillerini ve kültürlerini koruyarak varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Saygılarımızla,

 

Reklamlar