İsmail CİNGÖZ
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelişen süreç dünyayı ana hatlarıyla iki kutuplu sistem halinde örgütlenmeye götürmüştür. Doğu Bloğunun büyük devleti Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye karşı olumsuz tutumları, Doğu Anadolu Bölgesinden toprak talepleri, 20 Temmuz 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nde değişiklik ve üs talepleri Türkiye’nin Batı Bloğuna yönelmesine sebep olmuştur. Sovyet tehdidini Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin himayesine girilerek bertaraf edilebileceğini düşünen Türkiye 18 Şubat 1952’de NATO’ya üye olmuştur.
Oysa Sovyet Rusya Millî Mücadele döneminden itibaren Türk dış politikası için en önemli devlet durumundaydı. Sovyet Rusya’nın yeni tutumu ve iyi komşuluk ilişkilerini beklenmedik şekilde değiştirmesi Türkiye’nin güvenlik endişelerini arttırmıştır.
Türkiye’nin Kore Harbi’nde NATO üyesi olmadığı halde askeri desteği ABD ile yakınlaşmasını sağlamıştır. NATO üyeliği ile birlikte stratejik ortak ve işbirliği eksenli başlayan Türk-Amerikan ilişkilerinin yeni bir seyir kazandığı görülmektedir. Zira Türk dış politikası artık tamamen ABD güdümlü olarak seyretmiştir. Bu durum Türkiye’nin komşuları ile olan ilişkilerini de etkilemiştir. Hatta bu etkilerden dolayı Bulgaristan ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri uzun yıllar olumsuzluklar içerisinde devam etmiştir. Çünkü ordusu, insan unsuru, eğitimi ve ekonomik yapısıyla birlikte top yekûn ABD etkili olmuştur.
27 Mayıs 1960 darbesi ile sarsılan Türk-Amerikan ilişkileri Askeri Yönetimin Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya bağlı kalacağını, yükümlülüklerini yerine getireceklerini, uluslararası anlaşmalara sadık kalınacağını ve borçlarını tanıdıklarını açıklaması üzerine ABD, Askeri Yönetimi tanıdığını açıklamıştır. Zira ABD için uluslararası anlaşmalarla birlikte verilen borçların geri ödeneceği taahhüdü çok büyük önem arz etmekteydi.
Askeri Yönetimin açıklamaları ABD’yi rahatlatmıştır.
Türk-Amerikan ilişkilerinde Kıbrıs konusu da önemli bir yer işgal etmektedir. Ada üzerinde 1950 ortalarında başlayan Türk-Rum sorunları 16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla da çözüme kavuşmamıştır. Kıbrıs Anayasası hükümlerine göre Rumların Türklere olan saldırılarının durdurulmasını isteyen Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Aralık 1963’te ABD Başkanı Lyndon Baines Johnson’a mektup göndermiştir. Fakat Başkan Johnson 1964’te yapılacak olan seçimlerde Rum lobisinin desteğini alabilmek için istenilen desteği vermediği gibi muhtıra niteliğinde bir mektupla Kıbrıs’a çıkartma planlayan Türkiye’nin uzun yıllar operasyon yapmasını da engellemiştir.
Kıbrıs sorunlarının artması ve bu sebeple Sovyet Rusya’nın Türkiye’ye saldırması durumunda ABD’nin “NATO Türkiye’yi savunmayabilecektir” açıklaması Türk halkının öfkesini arttırmış ve iki ülke ilişkilerinde yaşanan gerginleşme artarak devam etmiştir. Ecevit-Erbakan liderliklerinde 1973’te kurulan CHP-MSP Koalisyon Hükümeti’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı gerçekleştirmesinden sonra Rum lobilerini Kongre seçimlerinde karşılarına almak istemeyen ABD yönetimi tarafından, Türkiye’ye karşı 5 Şubat 1975 tarihinde 3 yıl sürecek olan silah ambargosu kararı alınmıştır.
ABD’nin ambargo kararı alması üzerine Türkiye, 1954 yılında açılan İncirlik ve diğer ABD üslerini kapatmış, ABD Senatosu’nun Eylül 1978’de ambargoyu kaldırmasına kadar üsler Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’ne devredilmiştir. Ayrıca 12 Mart 1971 askeri darbesi ile işbaşına gelen Başbakan Nihat Erim hükümeti döneminde durdurulan haşhaş ekimine yeniden başlanılmıştır. Ambargo döneminde Türkiye’nin Sovyet Rusya ile yakınlaşmasından çekinen ABD, Türkiye’nin NATO’dan çıkartılması gibi bir yaptırım uygulamayı tercih etmemiştir[1].
ABD’nin ambargo kararı ile Türkiye yeni stratejiler geliştirmiştir. Zira 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin kurulduğu açıklanmış, 25 Temmuz 1975’de ise Savunma İşbirliği Anlaşması Türkiye tarafından tek taraflı olarak feshedilmiştir. Ambargo nedeniyle Türk Savunma Sanayii’nin geliştirilmesi gerektiği anlaşıldığından hareketle 1975’de ASELSAN kurulmuştur.
Bu dönemde her şeye rağmen ABD’nin Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamadığı görülmektedir. İki ülke dışişleri bakanları tarafından 26 Mart 1976’da imzalanan Savuma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması’nın Washington’da imzalanmasının ardından 4 Ağustos 1977’de 1978 mali yılı için Türkiye’ye 175 milyon $ Dış Askeri Malzeme Satış anlaşmasının Kongrede onaylanması üzerine uygulanan ambargo kaldırılmıştır.
ABD ambargosu kaldırılmış ve 1952’den itibaren devam eden süreçte olduğu gibi ordu ve istihbarat içerisindeki etkinliğini sürdürmüştür. Çünkü 1960, 1971 ve 1980 askeri darbelerini gerçekleştiren unsurların bu jenerasyondan gelen gruplar içerisinden oldukları görülmektedir. Askeri rejimler döneminde ABD lehine birçok karar alınmış, ayrıca 11 Aralık 1980’de Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması (SEİA) ile İncirlik Üssü’nü yeniden ABD’nin kullanımına açan anlaşmalar imzalanmıştır.
ABD’nin Türkiye’deki etkisi açısından ordu ve istihbarat yapılanması ve gücünün tarifi için; Doğrudan emir almakla veya CİA için çalışmakla bile itham edildiği dönemler olduğu görülmektedir.
Fakat ABD’nin sirayeti sadece bu kurumlarla sınırlı kalmadığı bilinmektedir. Sovyet Rusya’nın etkisini azaltmak ve komünizmle mücadele ediliyor denilerek “sağ görüş, sosyal demokrat, modern kesimler…” ayırt edilmeksizin çeşitli sivil toplum kuruluş ve vakıflarına sirayet edildiği bilinmektedir. Rockefeller bursları, Rotary ve Lions Kulüpleri ile verilen çeşitli burslarla finanse edilerek öğrenim görmeleri sağlanan gençlerle büyük şirketlerin yönetimlerine sızmalar gibi birçok yöntemlerle ABD lehine her türlü faaliyette bulunabilecek kadrolar oluşturulmaya çalışıldığı görülür[2].
NATO’ya girilmesinden itibaren ABD güdümünde yetişen bu kesimlerin etkin konumlarda yer almalarıyla birlikte askeri ve sivil vesayetlerle Türkiye’nin iç ve dış politikalarına ABD lehine olacak şekilde yön verdirilmiştir. Türkiye; 1960, 1971, 1980 askeri darbeleri ile 28 Şubat sürecinde ve hatta 2000’li yılların ilerleyen dönemlerinde Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarıyla da ABD taraftarı olmayan unsurlar çeşitli şekillerde yaftalanarak, itham edilerek tasfiye edildikleri dönemler geçirmiştir.
Türk-Amerikan ilişkileri ilk önemli kırılma süreci esasında 1990’lardan itibaren Sovyet Rusya liderliğindeki Doğu Bloğunun dağılmasıyla başlamıştır. Çünkü ABD ve Batı’nın birinci öncelikli mücadele alanı komünizm tehlikesinin bertaraf olması, Türkiye’nin konumunun sorgulanmasına sebep olmuştur. Bunu, tarihe 2003 yılında “1 Mart Tezkeresi” olarak geçen olayda Türkiye’nin topraklarını ABD askerlerine açmaması izlemiştir. Devamında 4 Temmuz 2003’te Irak’ın Süleymaniye şehrinde konuşlu TSK Karargahının ABD işgal kuvvetleri tarafından basılarak 11 TSK mensubu ve Türkmen mihmandarlarının gözaltına alındığı “Çuval Hadisesi” olarak bilinen olay takip etmiştir.
ABD’nin Irak işgaliyle birlikte Irak’ın kuzeyinde Türkiye karşıtı oluşum ve grupları desteklemesi de iki ülke ilişkilerinin gerginleşmesine sebep olmuştur. Fakat çeşitli toplumsal sorunların birikimi nedeniyle 2010 yılında Tunus’ta başlayarak neredeyse bütün Ortadoğu’yu etkisi altına alan Arap Baharı olaylarının 2011’de Suriye’ye sirayeti ile birlikte Türk-Amerikan ilişkilerine etkileri halen devam etmekte olan önemli bir kırılma daha yaşamıştır. Hiç şüphesiz ki 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde FETÖ taraftarlarının İncirlik üssünden desteklendiğinin ortaya çıkması ve nihayet Rahip Brunson olayı ile gelinen süreç yaşanmaktadır.
20 yıldır Türkiye’de yaşayan ve ABD vatandaşı olan rahip Andrew Craig Brunson’un çok ciddi suçlamalarla 9 Aralık 2016 günü tutuklanmasıyla başlayan süreçte başta ABD Başkanı Donald Trump olmak üzere birçok ABD’li yetkilinin Türk Mahkemelerini yok sayarcasına hareket ettikleri görülmektedir. Nihayet Donald Trump yönetiminin ABD evanjeliklerinin oylarını alabilmek adına[3], Türkiye’ye karşı yaptırım kararı almaları ikili ilişkileri bitirme noktasına getirmiştir.
Gelinen süreç karşısında başta Rusya, İran, Almanya ve Katar olmak üzere birçok devletin Türkiye’yi destekler açıklamalarıyla Türkiye’nin yanında yer aldıklarını göstermesi önemlidir. Yaşananların ABD iç kamuoyunu da rahatsız ettiği uluslararası basında yer almaktadır.
Sonuç olarak;
İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinden olan Sovyet Rusya, zafer elde etmenin verdiği cesaretle ve o zamanın şartlarının müsait olduğunu varsayarak Türkiye’den toprak ve boğazlar bölgesinden üs talep etmeleri karşısında Türkiye Batı Bloğuna yönelmiştir. Türkiye’nin Sovyet Rusya’ya karşı ABD’nin himayesini bir zorunluluk olarak algılaması sonucunda NATO’ya girmekle tam bağımsızlık ve egemenlik ilkelerinden kısmen vazgeçtiği şeklinde değerlendirmek mümkündür. Fakat olayları zamanın şartlarına göre değerlendirmek doğru olacaktır.
Türkiye NATO’ya girmekle Batı Bloğu ve ABD ile dost ve stratejik müttefik ilişkisi içerisinde hareket edileceğini varsaymıştır. Fakat ilerleyen süreçte ilişkilerin seyri ABD’nin bölgedeki çıkarları ekseni üzerinden yürüdüğünü görmekteyiz. İktidarda olan hükümetlerin ABD çıkarları hilafına iç ve dış ilişkilere meylettiği dönemlerde askeri darbeler veya muhtıralar ile müdahalelerde bulunulduğu görülmektedir. Bu müdahalelerin bir zorunluluk karşısında yapılmış olduğu algısının oluşturulması için öncesi ve sonrasında askeri ve sivil yandaşlarını kullanarak halkı psikolojik olarak hazırladıkları artık bilinmektedir.
Millî Mücadele’den başarıyla çıkılmış ve emperyalist devletlerin mağlup edilmiş olmasından dolayı Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye karşı devam eden olumsuz tutumları nedeniyle Türkiye’nin ABD’ye yakınlaşması farklı bir zorunluluktu. Askeri ve ekonomik olarak güçlü olabilmek adına ABD’den alınan yardımların da etkisiyle ABD’nin türlü olumsuz tutumları zaman zaman görmezden de gelindiği olmuştur. Fakat yeri geldiğinde ülke güvenliğinin tehlike arz ettiği hallerde Kıbrıs Barış Harekâtı ve son dönemlerde Suriye’de icra edilen harekâtlarda görüldüğü gibi yapılması gereken operasyonlardan da kaçınılmadığı görülmektedir.
Türkiye NATO üyeliği devam ederken gerek ABD gerekse Batı ile çelişen durumlar yaşamıştır. Türk-Amerikan ilişkilerinde gelinen süreçte güney sınırlarında Suriye ve Irak’ın kuzeyinde yaşanan gelişmelere ek olarak rahip Brunson olayını bahane ederek yaptırım ile karşı karşıya kalınmış olması, henüz NATO’dan ayrılmayı gerektirir bir durum olarak görülmeyebilir.
Fakat ABD ve Batı gayet iyi bilmektedirler ki günümüzde artık NATO Türkiye için bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır.
Türkiye, Rusya-İran-Çin ve Pakistan’ın da dahil olacağı ittifaklar başta olmak üzere farklı ittifaklar kurma serbestisine sahip bir ülke konumundadır. Artık şartlar 1950 döneminden farklıdır. Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumu farklı ittifaklar kurmaya müsaittir ve büyük devletlerin de “ha deyince” vazgeçebileceği bir ülke değildir. Dolayısı ile ABD’nin yaptırım kararından hemen sonra birçok ülkeden Türkiye’ye destek hamleleri ard arda gelmeye başladığı görülmektedir. Yeter ki Türkiye gücünün farkında olsun ve dost-düşman herkese bunu hissettirebilsin.
Son söz olarak; ABD yönetiminin kendi iç çekişmelerini ve zafiyetlerini örtebilmek, iç kamuoyuna mesaj verebilmek adına Türkiye ile yaşanan krizi paravan olarak kullandığı bilinmelidir.
İsmail CİNGÖZ; Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı/M.Sc.
[1] SDAM; “İncirlik Hava Üssü İle İlgili Açıklamalar ve Geçmişten Günümüze Türkiye-ABD İlişkileri”, Strateji Düşünce Analiz Merkezi, 09.01.2017.
[2] SDAM; a.g.m. [3] Kadir ÜSTÜN; “Washington Tehditkar Tutumuyla İç Siyasi Hesaplar Peşinde”, SETA, 27.07.2018, https://www.setav.org/?s=Washington+Tehditkar+Tutumuyla+%C4%B0%C3%A7+Siyasi+Hesaplar+Pe%C5%9Finde