Her nasılsa, neredeyse ansızın büyümüş, delikanlı oluvermişiz Tuna boylarında.Bir mecnunluk havalarında ol civan Alişim edası ile kızlara iltifatlar etme, “sevda sözleri” söyleme zamanları gelip çatmış başa,bir de Anadolu’nun sıcak bağrından kopup gelmiş Cemal Süreya şiiri haykırıp duruyor akşam sabah içimizde dışımızda.

Cemal Süreya’nın”Kanto’sunu” okuyoruz ulu orta,yüksek sesle,etrafta işitilsin diye.Dünyada güzel sözlerin var olduğu duyulsun diye,o sözler şirin Tuna’nın mavi dalgalarında doya doya çalkalansınlar diye,Tuna kyısında sazlar akşam rüzgarlarıyla o unutulmaz dizelerin gizemini uzaklarda kızların rüyalarına taşısınlar diye…Nereden nasıl geçtiyse ele,el yazmalar, eksik yazılmış mısralarla kızların gök mavisi gözlerinin derince pınarlarına damlayıp:

” Ben nerelerde bir çift göz gördümse/Tutup onu güzelce hep sana tamamladım /Sen binlerce yaşayasın diye/Sen benim olasın diye yaptım bunu.”diyerek ısrarla okuyoruz.Şaşalı,efsunlu, gururlu delikanlı rüzgarlarıyla tantanalar basıyoruz, garsonu çağırıyoruz. Garsonun adı Barba,getirdiği bira,garsonun adı Hakkı,getirdiği rakı.Efkardan gemiler,abalar tutuşup yanıyor,halimiz harap,garsonun getirdiği şarap.Hey gidi deli dolu gençlik hey… Sonra uzun bir zaman diliminde yaşanılacak büyük acılardan yılmamayı, gencecik beyinlerimize cesaret,umut aşılayan Cemal Süreya şiirlerini okumaya başladık.
1950′ lerde Bulgaristan’dan Türkiye’ye bir büyük göç yaşanmış.İki devlet arasında anlaşmazlıklar,iki tarafın birbirlerini suçlamaları olmuş,sınır kapıları kapanmış,soğuk savaşın soğuk rüzgarları esmeye başlamış.Asırlarca yüzüstü bırakılmış fakir fukaranın, sefillerin yegane umudu olan sosyalizmin ,sosyalist sistem günün emperyalist güçlerine karşı koyabilme kaygısı ekseninde,bir savunma cabası ile bir işgüzarlık çaresizliğinde “demir perdesi” ülkelerinde , uykularda olan o milliyetçilik akımları hortlamış.Ne bileyim,belki de dünyayı yöneten katran gibi karanlık güçlerin bir büyük oyunu devreye konulmuş.Dünyanın çok köşesinde şoven kapılar ardına kadar açılmış ve Türkiye’den Bulgaristan’a her çeşit kitabın sokulması yasaklanmıştı.Bu sebeplerle Cemal Süreya’nın şiirleri aslından farklı farklı,herkesler kendinden bir şeyler ilave ederek elden ele dolaşıyor,gönüllere yerleşiyordu…Ta ki 1985 cehenneminde,Müslüman azınlıkların adları Hristiyan adları ile değiştirilip,koca memleket kocaman bir toplama kampına dönüştürülüp, Müslüman olan Türklerin,Pomakların, Romanların, hatta Hristiyan Bulgarların bile bir hafıza tutulmasına mahkum edilip, 1989’da milliyetçi Jivkov rejiminin çökmesine kadar…
Lakin alem yine o alem,yine göç, yine sokaklar,meydanlar ırkçı söylemlerle çalkalanmakta…Tehditler,tedhişler durmadan artmakta…
Ve Ocak 1990…Silistre şehrinin buz tutmuş kaldırımlarında,ellerinde Bulgaristan bayrağı ile binlerce yurttaşım,vatandaşım, meslekdaşım,hani şairin sitemler ettiği gibi /Fakat alıp verilir bir selam kalmıştır/dercesine kapı komşum,hani çocuklarımızın çocuk parklarında kaydıraklarda peş peşe koşuştuğu, salıncaklarda hep beraber sallandıkları çocukların anaları,babaları,beraberce oturup muhabbetler ettiğimiz insanların:

“Bulgaristan Bulgarlara!”
“Türkler Türkiye’ye!”
Diye bağrışları,çığırtkanlıkları Tuna düzlüğünü çınlatırken, bir de acı haber Türkiye’den geliyor.Cemal Süreya öldü… 9 Ocak 1990…
Olamaz diyorum, olmamalı diyorum.Şimdi değil zamanı!
“Ben nereye gittimse bütün zulumlardı /Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm/ Kötülüklerin büsbütün eğemen olduğu/ Namussuz bir çağ bu biliyorsun”diye haykıran,acıların cehennemini yaşamış, “kan var bütün kelimelerin altında” diyebilen hüznün şairi,”zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar” diye isyan eden, sen değil miydin Cemal Süreya ? Sen bir umut ağacımız iken, bizi böyle yüzüstü koyup ölümün sükutuna nasıl sığınabilirsin? Olamaz diyorum ve irkiliyorum…

Çaresizliğin çıkmaz sokaklarında yine o büyük şiirin şairi Cemal Süreya geliyor yorgun parmaklarının arasında yorgun sigarasıyla:

“Bir çocuktun sen parıltılar yaratacaktın düzensizliğinden ” diyerek ve ey çocuk,sitemini başka zamanlara sakla diye tenbihlerce:

“Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere ” deyivereyim mi ağabey ve birdenbire,birdenbire o barbar akşamlar sabaha dönüşüyor.Terlemiş gibi duruyor buzlu kaldırımlar. Buzlu kaldırımlarda gözünü milliyetçilik bürümüş faşizan isteriyle, düşmanca çığlık atan,feleğin iradesiz oyuncağı olmuş o aldatılmış kalabalıklar bir masum çocuğu andırır gibi oluyor gözlerimde,gözlemlerimde. O gün bu gün yazmaya çalıştığım şiirin ilk mısaralarını mırıldanıyorum sessizce:
“bir çocuk geçiyor terli kaldırımlardan sabah sabah
kül rengi ışık salvosunda kayboolmuş gözleri
adı Cemal Süreya”

Cemal Süreya Şimdi Geçer Buradan
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

“Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”
Cemal Süreya

Bir çocuk geçiyor terli kaldırımlardan sabah sabah
Kül rengi ışık salvosunda kaybolmuş gözleri
Adı Cemal Süreya.
Kahvaltısı dağılmış dört bir yana” Anadolu şiiri”
Güneş taptaze doğuyor çiyli tepelere
“Aşkı haraca bağlanmış”kızlar
Kale duvarlı evler
Sisli yalnızlıklarında bir Cemal Süreya şefkati bekler.
Tüfekler iyi niyet bağdaş kurmuş
Düz yazı suskunluğunda sığ sular
Yollarda jandarma ,eşkiya
Kahvaltı sofralarında bir Cemal Süreya arar.
Sen ki
Yersiz yurtsuz edilmiş bir göçebe çocuğu
Damağında döllenir tadı yol kavşağı kahvaltıların
Hasbelkader yudum yudum yaşadın savrulmuşluğu
Ve hasım düşlerin gelir “yırtılan ipek sesiyle”
Peyderpey gelirler otururlar sofrana sefil sefil
Çilesi dolmamış evlerden
Yıkılmış çadırlardan gelirler “Afrika dahil”
Beklediğin “geniş zaman” uslanır telgrafın tellerinde…
Kalk gidelim Necibe “vakit var daha “deme
Kalk gidelim geç kalmadan
Cemal Süreya şimdi geçer buradan…

Galip Sertel

Reklamlar