Muazzez YURDAKUL

Son 24 yılda Bulgaristan Cumhuriyeti’nde yapılan parlamento, yerel ve Avrupa Birliği yasama organı seçimlerinden önce Bulgaristan Türkleri, Pomaklar ve diğer Müslümanlara karşı kışkırtılan sindirme, ürkütme ve bezdirme saldırıları bu yıl artık kişisel, yerel ve bölgesel saldırı düzeyinden ULUSAL ÇAPTA TOTAL SALDIRI DÜZEYİNE ÇIKTI.

Bu yılkı hortlama sözlü ve yazılı haber araçlarında, meydan toplantılarında siyah takım elbiselilerin boy gösterilerini aştı. Her yer kürsü oldu. Ak koyun bildiklerimiz kara koyunun peşince gidiyor. Şimdiye kadar “Skat” TV, “Ataka” gazetesi, Alfa “Skat” TV yayınları tarafından kışkırtılan, bu yıl hemen hemen bütün haber araçlarının ana konusu haline gelen  Bulgar olmayanları “ötekileştirme”, “sindirme”, onların bu topraklarda ekme, kovma, Bulgarlardan başka kimsenin Bulgar toprağında yaşama hakkı olmadığını kafalarına sokma propagandası yeni total, her yerde, her konuda, her zaman saldırı aşamasına girdi. Geçen yüzyıl pasif milliyetçilikten aktif ırkçılığa ve ötekilere karşı total saldırıya geçiş Almanya’da izlenmişti. Alman milliyetçiliğinin ırkçı yoğun saldırı aşaması 1929–1932 derin mali bunalım döneminde başladı. Öteki olanların malına mülküne el koymak en kısa birikim yoludur. Irkçı tırmanışın sonunda Yahudiler ve Çingeneler toplama kamplarında gruplar halinde imha edilirken, keyfi gasp olayları alabildiğine devam etti. 2014 Bulgaristan’ında Müslüman vakıf mallarını iade etmeme çabaları 1930’ların Almanya’sını andırıyor. O zaman Hitler Almanya’sında kurulan aşırı milliyetçi uç komandolar (spitzkomandolar) bizde de örgütlendi; oradaki sportif etkinlikleri destekleme kulüpleri, şimdi bizde 3 bin kişilik “futbol fenleri” şeklinde anti-Türk ve anti-Müslüman gösterici alayında örgütlendi; motor sporunu sevenler “rokerler” olarak her eylemin merkezinde motorize güç halinde vs. vs.

Bu hareketlenmenin özünde anti-Türk ve anti-İslam dalganın uyanması var. Ülkenin ekonomik ve mali olarak çökmüş olması ırkçılığın sosyal temellerini oluşturdu. Sofya’da yapılan son mitingde “siz bizim havamızı nefes ediyorsunuz” diyecek kadar küstah olabilenler, çöküşten sorumlu olarak “ötekileri” göstermeye hazırdır. Kendileri her zaman, her konuda ve her yerde haklı olduklarından, her gün biraz daha fazla böbürlenenlerin, her şeyden sorumlu olan “ötekileri” cezalandırması doğal ve yasaldır. Bu gidişle “Bulgar her konuda haklıdır ve asla cezalandırılamaz” teorisinin geliştirilmesini bekleyebiliriz.

Bu arada, son çeyrek asırda,  Bulgar milliyetçiliği davasının bilimsel teorik esaslandırılması için devlet maaşıyla usulca çalışanların eserleri çıkmaya başladı. Akademik Prof. d-r Grigor Velev, 8 ciltlik 1762 – 2012 BULGAR ULUSAL DAVASI eserinin birinci cildini raflara dizdi. Bir inceleme-araştırma uğraşısı olan ve milliyetçiliğin ilham kaynağını oluşturan eserde, Bulgar kilise bağımsızlığının, ulusal bağımsızlık ve demokratik devrimin temellerinde bulunduğu ve Bulgar halkını nasıl uyanıp aydınlandığı anlatılırken, okurun kafasında Türkler ve Müslümanlar vakıf mallarını alır ve güçlenirlerse başımıza bela gelmez mi, fikri zonklamaya başlıyor. Karşılaştırmalı düşünme aşamasına geçen Bulgar milliyetçiliğinin anti-demokratik ve insan haklarına aykırı olan şiddet eylemleri, hukuk açısından haklı gösterilemese bile, kin uyandırılarak, düşmanlık hafızası canlandırılarak, birbirini kışkırtan 3 bin kişilik holigan ordusu toplayıp harekete geçirilerek, bu hortlamanın başında bazı belediye başkanlarının, bilim çevrelerinden bilinen kişilerin ve sabıkalı tiplerin, faşizm yanlısı olduklarını gizlemeyen tiplerin yer alması, durumu değiştirdiği gibi, bütün Bulgaristan’da sert rüzgar estirdi. Böyle bir durumda birkaçı hariç bütün hak hukuk erlerinin Türklerin ve tüm Müslümanların haklı olan davasını çürütmek ve düşürmek için asılsız, esasız, sahte ve tamamen uydurma delil ve kanıt toplama işine sarıldığı, bin bir dereden su taşındığı dikkati çekiyor. 600 senelik camilere “benimdir” deyebilen Hıristiyan külhan beylerinden başka bir şey beklemek tamamen yanlış olur.  Müslüman mal mülküne, vakıflarımızın taşınmazlarından büyük bir kısmına daha 1877 / 78 Rus Osmanlı Savaşından hemen sonra, başka bir kısmına Çar Ferdinand ve oğlu III. Boris döneminde, klan kısmına da sosyalizm ve totalitarizm döneminde el konuldu. Şimdi, 25 Şubat 2014 günü Kırcaali İl Mahkemesi’nde 18 dönüm arazi üzerine Müslümanların başlarıyla 1922-1930 yılları arasında kurulan ve halen 11 dönüm arasısına tapusu olan ve mahkemeye sunulan “Medrese” binasının geri alınması için açılan davada, devlet tarafından gasp edilen malların iade edilmesi yasasının 1945 yılından geri işlememesi gibi bir saçma iddia ileri sürülmesi ilginçtir.

Şöyle bir olay anımsatmakta yarar olduğu kanısındayım.

Sofya’nın Batenberg Meydanında, Merkez Bankası bitişiğinde ve Cumhurbaşkanlığı Sarayı karşısındaki tarihi taş yapı SOFYA BÜYÜK CAMİ binasıdır. Osmanlı’nın son döneminde kurulan ve görkemliğiyle dikkati çeken bu mimari esere göz koyan Bulgar Çarı Ferdinand, binayı Müzikal Tiyatro haline getirmeye karar verdiğinde, Osmanlı Sultanı Abdülhamit Sofya’ya bir mektup göndererek Çar’dan camiye dokunmamasını, tiyatro binası için gerekli olan bütün parayı altın lira olarak kendisine göndereceğini bildirir. Buna rağmen, Büyük Camii bugün tiyatro binası değil ama ULUSAL TARİH MÜZESİDİR. Bu gasp olayı İkinci Dünya Savaşı’ndan önce olduğundan dolayı, 1990’da çıkan devlet tarafından gasp edilen taşınmazların geri verilmesi yasası kapsamına girmiyormuş…

Birbirinin benzeri olan ve sürekli ateşlenen olaylar ateşlendiğinde, şimdiye kadar çakmak çakıp kıvılcım saçma ustası olarak geçinen faşistler başı “Ataka” şefi Volen Siderov, hükümetten ayrıldı, seçim hazırlıklarını yoğunlaştıran bir muhalefet gücü olarak, ırkçı saflarını sıklaştırmak için derlenip toparlanıyor. O da görüyor ki, artık yalnız hararetli konuşmalarla, küfür ve lanet savurmakla ırkçılık değirmeni dönmeyebilir, onun için yumrukları sıkıyor, gözünü Başbakanlığa dikmiş, büyük kargaşalık çıkarma yollarını arıyor.

Bulgar milliyetçiliğinin ırkçılığa tırmanma aşaması Hak ve Özgürlükler Partisi yönetiminin pasifliğinde, Bulgar milliyetçiliğine karşı tutarlı bir ideoloji ve politik yaklaşım geliştiremeyişinde, faşist yayınların serbest basılıp satılmasında, faşist fener alaylarının yolunun kesilmemesinde, idesel gelişim ortamı ve  güç kaynağı buldu. HÖH lideri Ahmet Doğan’ın hele ulusal sorun ve etniklerin geleceği konusunda yazıp çizdikleri, ıhlasak da gıklaşsak da kaderimizin erimek ve Bulgarlaşmak olacağına ima etmesi aşırı milliyetçilerin ekmeğine yağ bal sürdü.

HÖH Genel Başkanlığı’nı üstlenen Lütfü Mestan’ın da tarihsel kimliğimizi savunma ve Bulgar ulusunun geleceğinin etniklerle dobra dobra anlaşmadan geçtiğine kimseyi ikna edememesi, ideolojik olarak yetersiz kalması ve ana dil konusunda bile saman ateşi gibi rüzgâra göre yanıp sönmesi umutsuzluk doğurdu. Öte yandan, Ahmet Doğan’ın Saray’da turp gibi olduğu, hastalığının numara olduğu açıklandı. Olumsuzluklara karşı kendi iç dünyasını tamamen kapayan Doğan’ın hiçbir şeyden ilgilenmediği, devletin onun yemesi içmesi, korumaları ve öteki ihtiyaçları ayda 70 bin vela ödediği ve ondan yalnız Türk ve Müslümanlık konularında tamamen susması talep edildiği öğrenildiğinde, halkımız daha da bir karamsarlaştı. Onun hepimizi aldattığına, oyuna getirdiğine, çok derin bir hain olduğuna artık herkes inanmaya başladı.

Bulgar milliyetçiliğinin ırkçılığa tırmanması ve ulusal saldırıya geçmesi, HÖH yönetiminin iktidar ortaklığı pahasına kimliksiz ve niteliksiz kalması, dost olmayan güçlere tamamen teslim olması, politikada kalabilmek için davamıza sırt çevirdiği bir dönemde palazlandı.

Ne yazık ki, 1989 öncesi mücadelelerimizi bilenler, Hak ve Özgürlükler Partisi’nden Bulgaristan’da demokratikleşerek yenileşme motoru olması beklenirken, parti yönetiminde görev alanların elini kolunu dalavere dolabına  kaptırması, mafya babalarıyla sarmaş dolaş olması ve oligarşiye hademelik yapma yolunu seçmesi, milliyetçilere ekip biçme, seçip ezme, seçip kesme olanakları tanıdı, hortlamalarına ortam yarattı.

HÖH partisi Bulgaristan Türklerinin anti totaliter davasına, adaletli bir toplum kurma davasına yüz çevirmemiş olsaydı, bugün bizde milliyetçilik hortlayamazdı.

HÖH partisi vakıf mülklerimiz konusunda kesin kararlı bir karar alsa ve sağ sola sapmadan öz davamızı takip etse ne Plovdiv ne de Kırcaali hortlamaları olurdu. Cami taşlamanın ne anlama geldiğini anlatmamıza gerek kalmazdı. Şunu belirtmek zorundayız, mahkemede yenilmek, yüzde yüz haklı olduğumuz davaları kaybetmek savaş meydanında yenilmeden çok daha ağır sonuçlar doğurur. Bulgar milliyetçi faşizan zihniyeti tamamen haklı olduğumuz konularda bizi mahkeme salonlarında yıldırır ve haksız göstermeyi başarırsa sonuçlarına katlanmak çok zor olur.

Bu denli ağır bir politik ortamda, HÖH partisi yönetiminin öz davalarımızı savunmada yetersiz kaldığı günlerde, birçok yerde öz davamıza sırt çevirdiği bir aşamada, “ben işleri düzelteceğim” sloganıyla seçmenimizden oy isteyen Kasım Dal’ın Onur ve Özgürlükler Partisi ne mi yapıyor? Ömründe hiçbir reform yapmamış, neyin nasıl yapılacağını bilmeyen ve bilse de halka açıklayamayan Reformcu Blok’a yamanan Korman İsmailov ile Kasim Dal ortaklığı idesel politik alanda ilk adımlarını henüz atamadı. Önce bu parti politik çalışmaların oy toplama kampanyası yürütmekten çok ama çok farlı bir şey olduğunu anlamada yetersizdir. Bulgaristan’da politik çalışmalar yürütmenin Türkiye’den alınan paraların üzerine oturmakla olmayacağını, aç susuz kalmış, elektriğini ödeyemeyenlere 20 leva sıkıştırmanın politik anlayış ve bilinci ne etkilediğini ne de değiştirebileceğini anlama zamanı da artık gelmiş olmalıydı, ama henüz gelmedi.

Bu arada önemle vurgulanması gereken sorun da, HÖH ile OÖP partilerinin kendi aralarında kıvılcım çakan bir kavga eşiğinde bulunmalarıdır. Bilindiği üzere, aynı köyden olsalar da A. Doğan K. Dal küpünü açacak ve herkes bu kavganın kokusunu da koklayacaktır. Bilinen şudur ki, bu kavganın temelinde yatan, kokuşmaya başlayınca üzerinde sinekler uçulan ve söylenecek çok şeyler olmasına rağmen, devamlı neden susulduğu belgelenecek. Ahmet Doğan’ın arkaladığı Delyan Peevski basınının Dal ile eski Tarım Bakanı Nihat Kabil ilişkisinde 80 milyon Euro tutarında  “al gülüm, ver gülüm” dalaverelerini ipe sermeye hazırlandığı gözden kaçmıyor. Bu ipte daireler, tarlalar, deniz kıyısındaki arsalar, Volvo ve Audi Jeep araçlar, özel şoförler, özel korumalar, viskiler ve purolarla köylü kokusunu uçurma çabaları olacak.  “Parasızlığı” ve 24 yıldan beri “hiçbir gelirim ve param yok” boş  vergi beyanları asılacak. Daha ince tartan bir teraziden çıkacak yeni fişler olacak.

Bu belgeler de  “TEMİZ ELLER” OPERASYONUNA KONU OLDUĞUNDA, Onur ve Özgürlükler Partisi’nin Reformcu Blok’tan atılmasına vesile de olabilir.

İşte böyle bir durum var memlekette. Bir yandan milliyetçilik kazanı kaynarken, aynı zamanda bu kazana odun taşıyanlar da “biziz.” Politikada tok gözlü olmazsan olmaz, yem olursun, yenirsin, adamı bitirirler, iz bile kalmaz. Adam dediğimiz adam olmadığında yara alan hep halkım oldu ve olmaya devam ediyor.

Politik mücadelenin kuralları vardır. Politika zenginleşme teknesi değildir. Çok imkânlar sunar ama insanı soyada bilir, sıfırlar, hiç eder. Hele şu milliyetçi ve ırkçılarla mücadele âmâsız ve gaddar bir aşamaya girdi. Bizim bütün yanlışlarımız yeniden başımıza vurulurken, hepimizi yeni ve kavgalı bir Vatan mücadelesi beklediğini haber verdim. Onlar total saldırıya geçtiğine göre bizim de total müdafaaya geçmemiz zamanı gelmiş demektir. Kolay gelsin.

 

Reklamlar