Bayramdan dönüyorum. Haskovo üzerinden eski yolu takip ediyorum. Haskovo denice bizimkilerim aklına hep “has ekmek” gelir. Oysa şehir ismini Osmanlı zamanında bu topraklarda Trakya tımarlarının en büyük olmasından alır. “Mineralni Bani” kaplıcaları yolunca şehre indiğimde sabah erkendi, sütlü kahvemi içmeden gitmeyeyim, dedim. Belediye binasının ardına dizilmiş geceleri ışıklı içkili, sabahları ise, yalnız kahvehane olarak çalışan bu yarı açık yarı kapalı tesislerin birine oturdum ve siparişimi verdim, ama ne ikramdan ne de kahveden pek memnun kalmadım.

Neriman ERALPGece boyu düşmeye yer arayan güzelim güz yapraklarından bazıları yolları, kaldırımları beğenmeyip masa ve sandalyelerin üzerlerine serilmişler. Garson genç kızların işi yaprak süpürmek olmasa gerek, kahvemi içerken renklerine gönlümce sevindim, aralarından en güzellerini seçerek saplarından tutup bir demet yaptım ve ayrıldım.

Haskovo’dan Dimitrovgead yolunca eski yola çıktım. Köylerin kenarından geçiyorum.  Evlerinin önüne tezgâh açmış patates, soğan, kabak ve lahana satanlar var. Güzel bir köşede Balkan çiçeklerinden “buket bal”, “akasya balı”, “ıhlamur balı” ile yan yana “eşek dikeni” balı kavanozda dikkatimi çekiyor. Harmanlı kasabasından sonra kaşar peynir yuvarlakları, beyaz peynir tenekeleri hep aynı yerde, file torbalarda 5 kiloluk kabuklu ceviz, bir kilo paketlerde ise kelebek ceviz sunuluyor, fiyatlar uçmuş. Yine aynı mıntıkada bir köylü çavuş ve kırmızı pamit üzüm kasalarını üst üste dizmiş, 3 leva fiyat yazmış, üzümleri tadan alıyor, iri salkımlar İvaylovgrad (Orta Köy) bağlarından seçilmiş.

Sağ ve sol yanda düzlük alanda güz ekiminin son işlerini gören traktörler, birer ikişer dikkati çekiyor. Tarlalar baştanbaşa sürülmemiş, bölge, bölge, keleme keleme işlenmiş. Kırda güz işleri tamamlandı tamamlanacak.

Sosyalizm yıllarında özellikle tütün gibi teknik ürünlerin üretiminde hem başı çeken hem de ana üretim gücü olan Türkler, tütüne kota uygulanmasıyla üretici güç olarak geri plana geçti. Bu ovalarda toprak mülkü sahibi olan insanımızın arazileri küçük parseller halinde. Göçlerle küçüle küçüle, kayıplara karışa karışa ufalmış ve el değiştirmiş.

Bu el değiştirmenin özünde eski savaşlar sonrası göçlerde sınırdan şu kilometreye kadar topraklara senden gelenler, şu kilometreye kadar ise, benden gidenler yerleştirilecek mantığı hakim olmuş, ikili Türk Bulgar Sözleşmeleri rol oynamıştır. Bu gibi uygulamalar sonucunda nadas kalan, otlak haline gelen,  işlenmeyen, kimilerine verilse de beğenilmeyen arazilerin, göç edenlerin bırakıp gittiği toprakların belediye ya da devlet mülküne geçmesi türünden örnekler çoktur.

Yakın geçmişte kooperatifçilik döneminde bu toprakların hepsi işleniyordu,  alabildiğine sınırsız ve engin ovalar insanın gönlünü dolduruyordu. Şurası senindi burası benimdi şeklindeki uygulamalarla sözde köylü toprağına geri çevirilerken aslında ileri bir üretim biçimi bozuldu.

İnsanlarımızın ortak çalışma, tarım araçlarını, suyu, ambarları, tesisleri ortaklaşa kullanma kültürü gömüldü, değerli geleneklerimiz baltalandı. İş yüz üstü yatırıldı.  Küçük toprak parçalarına traktörler sığmadı. Yerine iş gücü olarak öküz, at, katır ve eşeğe dönülmesi genç kuşağı topraktan iyice soğuttu, kopardı, köyden şehre geçip orada da iş bulamayanlar soluğunu Avrupa ana kentlerinde aldı. Şimdi dış ülkelerde çalışan gençlerimizin ailelerine yakınlarına yıl başından beri 1 milyar Evroya yakın para gönderdiği haberleriyle övünüyoruz. Ne yapsınlar yakınlarını sefalet içinde mi bıraksınlar?

Bu iş böyle olmamalıydı. Tarım kooperatiflerimizin bozulması çok acemice yapıldı. Şu an göz gezdirdiğim Vatan toprağımız öksüz gibi. Toprak sürülmek, sevilmek, ekilmek, doğurmak, başak verip işleyeni mutlu etmek ister. Bu yapılmazsa ağalar.

Şöyle de düşünüyorum. 1989’da Bulgaristan Türküne göç kapısını açmakla, onu ana toprağından koparmakla çok büyük bir yanlış yaptığını anlayan Türkiye Cumhurbaşkanı Sn.Turgut Özal bu yanılgıyı telafi etme yolu aradı.

500 bin kişilik bir kafilenin yurt değiştirmesiyle Bulgaristan gibi küçük bir ülkenin ekonomik ve sosyal olarak çökeceğini hesaplamış olmalıdır. Bulgar ekonomisi çöktü ama gelemeyenler, oralarda kalan, harabe altında ezilenler de bizim canlarımız değil mi?

Filip Dimitrov hükümeti kooperatifçiliğimizi likide etmeye kalktığında, köylülerimizin eline bir iki kâğıt parçası tutuşturarak, traktör parkları, makineler, su pompaları vb. hurdaya çıkarıldı,  tesisler, binalar, hatta barajlar satıldı, kiralandı ve asıl bozgun o zaman oldu.

Özal, bu ekonomik ve sosyal çöküşün altında kalanların ağır ve derin yara aldığını gördü. Onarılmasının da ekonomik birikimi, özel çalışma deneyimi olmayan soydaşlarımız için ağır olacağını düşündü, görmüştü.

Topraksız, az topraklı ve orta halli Bulgaristan Türk ve Pomak köylülere arka olmak gündeme geldi. Tam o dönemde sefil düşen köylülerimize karşılıksız destek verilerek, yeniden ufak ölçekli üretime başlamalarına arka olunmasını sağlamak üzere Türkiye Cumhuriyeti devleti Hak ve Özgürlük Hareketi yoluyla hepimize milyonlara varan US Doları para yardımı göndermişti. Bu paralar Hak ve Özgürlük Hareketi (HÖH) gösterdiği bir Filibe, Plovdiv bankasına girdi. “Sayın” Ahmet Doğan, bu milyon US Dolarla Rodoplar’da, Plovdiv ovasında, Deli Ormanda ve Dobruca’da sefil düşen, iş başı yapamayan, eli kolu bağlı köylü ailelerimiz küçük ölçekli tarım işletmelerinde yeniden örgütlenmelerinde, herhangi bir işe başlatmasında arka olacağına, traktör, biçerdöver, alıp köylerimize dağıtacağına bu paralar nereye gitti acaba?

Daha sonra paralar kayıplara karıştı. Yapılan araştırma bu kadar büyük bir paralardan sadece bir “DC” generaline Kuzey Batı Bulgaristan’ın Tuna kıyısında bulunan Vidin ilinde bir inek çiftliği kurulup hediye edildiği izine ulaşılabildi.

Bu yolsuzluklarda mülkiyet belgeleri bambaşka kişiler üzerine hazırlanmıştır. Türkiye devletinin HÖH’e karşılıksız yardım etme eylemlerini kesmesinin ardında bir de bu gibi gerçekler bulunuyor.

Bunları düşünürken etrafımdaki tarlalara bakıyorum, öksüz gibi, kargalar uçuşuyor, kış yakın,  eskiden bu topraklarda gelip geçenin durup imrendiği elma bahçeleri olduğunu anımsadıkça, doğrusu ağlayasım geliyor desem az, başım zonkluyor. Burada milliyetçi partileri ise hiç göremiyoruz ne yazık. Bir devletin hünersiz yönetimi halkına ancak bu kadar büyük kötülük edebilir, diye düşünüyorum.

Ayrıca hep konu edilen, sohbetlerden inmeyen şu hesap sorma meseleleri var. Kimden hesap sorulacak, kardeşlerim hesap sorulacak insanlar kazık gibi aramızda, etrafımızda, önümüzde. Tuvaletsiz bir evden çıkıp halen Zırhlı araçlarla gezen, korumalı Saraylarda yaşayan, hafta sonlarında Viyana Kahvesini Bern’de içenler gözlerimizin önünde, kulakları duymaz oldu, Türkiye’yi de Bulgaristan’ı da sağdılar, hala aramızda yaşıyorlar sefa sürerek sırtımızdan… Onları adam eden Türk halkı hep beraber bizlerdik, bizleriz. Onları ayakta tutanlar bizdik, ve halen bizleriz. Aklımız başımıza gelmezse ve oyumuzu suya giden koyun sürüsü gibi vermeye gidersek ve hep onları desteklersek suçlu olan aslında sen, ben, biziz.

Evet değerli hemşerilerim, artık hesap soran da tarih ve vicdanımız olacak ve olmalıdır.

Ortada faili meşgul bir olay yok, her şey gözlerimiz önünde oldu, bilmeyen yok, ama hesap soran da hala yok. Belki gelecek nesil, tamamen vatansız kalınca, vicdanı konuşabilir.

Aklıma şu fıkra geldi.

Bulgar gazeteci Elena Kuleziç TV’de anlattı. Adı ERİŞİLEMEYENLER

Bir at Sirk Müdürü’ne telef etmiş.

Allo! Alooo!

Buyurun Efendim. Ben Sirkin Müdürüyüm.

Ben ise, şarkı söyleyen bir atım. İş arıyorum, Lütfen beni işe alın. Seyircileriniz artacak, Şarkı söylemekte çok başarılıyım. Lütfen!

Saçmalama. Şarkı söyleyen bir at görmedim. Kapatıyorum.

Lütfen kapatmayınız.

Kapatıyorum..

Lütfen kapatmayınız!

Neden!

Çünkü sayın müdürün, ben bu nallanmış tırnaklarımla 5 günden beri telefon açmaya çalışıyorum.

Biliyor musunuz size ulaşmak ne kadar zor. Lütfen kapatmayınız.

Durum bu, yukarısı sakal, aşarsı bıyık. Siz A.Doğan veya ya L. Mestan ile görüşmeyi hiç denediniz mi?

***

“Kapitan Andreevo” sınır kapısına yaklaştıkça sıkıntı artıyor. Turistik otobüsler sırada, yolcular inmiş, ellerinde sigara laflıyorlar. Önümdeki otobüse iyice yaklaştıktan sonra ben de indim. Kafile memleketin dört bir yanından toplanmış, sohbete ben de katılıyorum. Gelibolu’ndan çıkmışlar, Selanik şehrini ziyaret etmişler.

Mustafa Kemalin doğup büyüdüğü müze evine uğramışlar, Kaleyi gezmişler, Makedonya’ya “Demir Kapıdan girip Vardar ırmağının iki yakasındaki bağların güzelliğinden etkilenerek Üsküp’e varmışlar. “Büyük büyük heykeller şehri olmuş” diyorlar, güzel binalar hep Makedonların yaşadığı tarafa dikilmiş, birbirini aşmış dev heykeller, dev atlar üzerinde tarihi simalar,  şehir merkezi bir arkeolojik müze haline gelmiş.

Türk çarşısı, medreseler, camiler geleneksel haliyle korunmuş, yemeklerin tadı hep aynı, çarşıda emsalsiz bir şark havası var. İnsanlarının yürüyüşü, mütevaziliği, konukseverliği dillere destandır. Çarşı kapısında içilen ayran, sunulan su börekleri, Makedon kol börekleri tatmaya değer gibi izlenimler sıralanırken kafile çekildi ve hiç kimseden bir adres, bir telefon dahi aşmadan ben de sınır kapısından geçip Anavatan’a girdim.

Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.

 

Neriman ERALP

Reklamlar