Firdevs BÜYÜKATEŞ
Tarih: 26 Temmuz 2020

Memleketteydim. Şumnu’yu solladım, Dobruca’ya uzandım.
Ağır makinalar, biçer döğerler, kamyonlar başağı ve samanı alınmış geniş tarlalarda. Bu sene, karsız kış soğukları, art arda düşen çiğ ve baharda uzun süren kurak etkisini göstermiş. Geçen yıl 500 – 600 kilo ekmeklik buğday alınan ovalarımızdan bu sene 200 kilo toplayanlar memnun. Rekoltenin 1 000 000 (bir milyon ton) az yani % 25 daha az olması hesaplanıyor. Ton başı 280 leva (120 Avro) gibi bir fiyat belirmiş bulunuyor.

Biri olmazsa, biri oluyor. Cevizler, kestaneler yüklü.
Bizim Deliorman’da kabak çekirdeği üretiminde uzmanlaşanlar da yan yana durmuş iri kabaklara bakıyorlar. Kiraz zamanı bitmiş, erik armutlar el atıyor. Dut ağacı olanlar karadut pekmezi yapmış, bal makinelerinden kovalara bereket akıyor. Avlulardaki domatesler de iri mi iri. Bu yıl üzüm yılı. Asma salkımları kendileri konuşuyor.

***

Şu korona virüs olayı var ya, insanımızı rahatsız etmiş ama bir kent-semt bulaşıcısı olduğundan köylerimizde pek tutunamamış. Kire-pise alışmış bu virüs, memleketimizin temizliğinden korkmuş gözüküyor…

Güzel memleketimin güzel havasını doya doya nefes ettikçe bizim kurtuluşumuz kendi toprağımız, kendi köylerimiz, ufku masmavi kendi gökyüzümüz diye düşündüm.

Kalıcı olan, bizim olan, güzelliklerine doyum olmayan vatan topraklarımız!
Bir daha inandım ki, devlet dediğin kendi hayatını yaşıyor.
Üzerimizden el çekse, kendi yağıyla kendi kavrulabilse, bizim ona ne ihtiyacımız olur ki!
Halkın hayatı başka. Biz Türkler millet olarak kendimizi yenileyebildikçe, dilimizi, kültürümüzü, dinimizi ve tarihimizi genç kuşağa aktarabildikçe, Bulgar devletine ihtiyacımız olmaz.
Kendi topluluğumuzu kuragelmiş bir milletiz ve onların topluluğuna da ihtiyacımız olmaz. Biz kendi kendimize her zaman yetmişiz ve yine de yeteriz…
Şu dünyada kaybolmuş kavimler, yok olmuş soylar boylar var.
Biz Türkler, yaşadığımız ortamı canlı tutup yaşatabildiğimizden, besleyebildiğimizden dolayı her zaman ayakta kalmışız, yakın ve komşu boy ve soylarla karıştıkça da güçlenmişiz, kendi önderlerimizi, öğretmen, hoca, molla ve aksakal üstatlarımızı da kendimiz yetiştirebilmişiz.

Bize kem gözle bakanlardan, bizi istemeyenlerde hiçbir hiç bir şey istememişiz. Bizden olmayana asla güvenmemişiz. Dermanı her zaman halkımızda toprağımızda aramış ve bulmuşuz.

Son gidişimizde çok kalabalık ayrıldık Vatandan!
Toprağımız, açan çiçeklerimiz, dalında kalan meyvelerimiz, hatta köy köpekleri bizi özlemişler. Orada hayata su veren ve onu yaşatan kardeşlerimizin her biri bir kahraman…

Düşünüyorum da biz büyük şehirlere yerleşince birbirimizden ayrıldık, uzaklaştık ve istesek de istemesek de devlete köle olmak zorunda kaldık.
Bizi 1989’da yola döken de işte bu kölelik korkusu ve yolun karanlık oluşuydu.  Köylerde insanların hayatı kendi kurallarına uygun, kendi deresinde şırıldıyor.
Hasat harman, bayramlar, tarhana yoğurma sonra turşular, kediler köpekler ve meeleşen koyun kuzular…

Korona virüs bize şehirlerde, daire ve yazlıklarda hayatın ne kadar mekanikleştiğini, telefon, video, maske ve kolonya şişelerine bağlanmanın ne kadar ezici olduğunu yaşattı.  En kötüsü de nedir biliyor musunuz? Evlerimize kapanınca biz kendi halkımızla, en yakın, öz insanlarımızdan uzaklaşmışız, hatta biz fark etmeden bağlarımız kopmuş.
Biz Büyük Türk Halkından, Büyük Türk Dünyasından “kopmaz, ayrılmaz, koparılamaz, parçalanamaz bir parçayız, oluşturucu ögelerden biriyiz” demek yetmiyor. Tüm geçmişimizi bugün yaşatmalıyız. Sadece TV ekranında değil, geçmişimize bugünün tatlarını tattırmak, güzelliklerini koklatmak ve geçmişle yaşama umudundan zevk almalıyız.

Bizi anlayamayanların en büyük sorunu, bizi kıskanmalarıdır. Kendi aralarında kedi-köpek olanlarla iyi geçinmemize gerek yok. Onlar zaten kendi dertlerine yenik düşmüşler. Bizim kapımızı çalmaya yüzleri yok.

Tüm bunlara rağmen kendi insanımızla, köydeşimizle, hemşerimizle, eski dostlarla, iş arkadaşlarımızla ilişkilerimizle temaslarımızı, bağlarımızı, diyaloğumuzu diri tutmamız, iletişimi asla kesmememiz, halkımıza dönüş yolunu açacak en büyük güçtür. Bu aynı zamanda “Covid-19” gibi baş belalarıyla bize saldıran illetlerden de tek ve en emin kurtuluş ve savunma, huzurlu yaşama yolumuzdur. Köylerimizde bunun kalkanı olduğunu gördüm, buralara pek girememiş olduğunu gördüm…

Biz bütün değerleri ayar olan bir milletiz. Deliorman ve Dobruca yollarında Ayaklanma merkezlerimize uğradım. Şehitlerimizi andım. Saçı sakalı artık ağırmış kahramanlarımıza hal hatır sordum. Bizim ayaklanmamız Bulgaristan tarihinde bu topraklarda olmuş olacak tüm başkaldırılardan farklıydı, farklıdır. Biz yediden yetmişe tek vücut yürümüştük. Zulüm bizi birleştirmiş, hayallerimiz birbirine kenetlenmiş ve kanatlanarak uçmuştuk.  20. Yüzyılda ne kadar kapalı tutulmuş, ne kadar baskı altında bulunmuş, ne kadar dünyayı görmememiz istenmiş olursa olsun ve üstelik Batı ve Doğu dünyasının baskısıyla ne kadar bireyselleşmiş olursak olalım, birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için can vermeye hazır olduğumuzu gösterebildik. Bu bizim Türk kimliğimizin özünde kimliğimizi belirleyendi ve en zor günlerimizde bize güç, cesaret, atılganlık ve yılmazlık kaynağı oldu.

***

Bu topraklarda asırlar önce Bulgar kıpırdanışları da olmuştu.
Osmanlıya başkaldıran çorbacı (toprak sahibi zengin) ve raya (zengin Bulgar çiftçilerin tarlalarını işleyen) olmamıştır. Osmanlıya karşı komita kurmak için kasabalılardan para toplamaya çalışanların “halkın başına bele açan deli zurnalar” ithamıyla tekme tokat sopayla kovuldukları anlatılır.

1899 yılında Tuna incisi Ruse (Rusçuk) şehrinde Bulgaristan Tarihini kaleme alırken, yerli gazetelere de yazı gönderen Çek yazar Konstantin İreçek, Osmanlıya kılıç çeken kanı zehirli çete başı Hristo Botev’i şöyle anlatmıştır.

“… Bulgar’la Bulgar asla anlaşamaz. Aralarında yüksek sesli kavgaları asla bitme.

… Bulgaristan’ın 2 milyon nüfusu var. Bu insanlar 3 gruba bölünmüştür: Eski Bakanlar; Bakanlıklarda olanlar ve Bakan olma hayâlıyla yaşayanlar.

… Bulgarlar yabancılara karşı naziktir ve onları hemen kendilerine katar. Baş belası olan ise, kendi aralarında bir türlü anlaşamamalarıdır.

… Hristo Botev Tuna nehrini geçip çetesiyle Bulgaristan’a geldikten sonra Vratsa (Vraça) şehrine yöneldiğinde, çeteye katılmamak için köylülerin hepsi ormana saklanmış. Çetecilerini beslemek için çobanlardan koyun kuzu alan Botev, çobanlarla el sıkışıp saatlerce pazarlık etmek zorunda kalmış ve “ben kimi kurtarmaya geldim” çığlığı atarak, bir taş üzerine oturup ağlamıştır.

Sonunda da bir çatışmada öldürülmemiş. Düşman kurşununa da kurban gitmemiş, bir gece bir çoban kulübesinde uyurken paralarını ve silahını çalan Bulgar çobanlar tarafından öldürülmüş ve “bir kör hendeğe dpsiz bir uçuruma atılmıştır.”

Bu yazının yazıldığı tarihten 121 yıl sonra Bulgar halkı için pek farklı bir şeyler söyleyebilecek durumda değiliz. Kurtulamadıkları bir mit var. Kendilerini herkesten daha büyük görüp, böbürleniyorlar.

Salamander” ayakkabı ile gezmek isteseler bile, onların ayağına uygun olan bugün de o eski çarıklardır.

Sokaklarda gerginlik var. Halk, gençler ileri geri yürüyor. Halk siyasi sistemin değişmesini istiyor. Birilerin gelip işleri yerine koymasını bekleyenler de var. Ne olursa olsun, durum eski hamam eski tas, kimileri eski bakan, bazıları bugün bakan ve diğerleri de geleceğin bakanları.

Ne yazık ki, 21. yüzyılda bu sözler ve tespitler ne bir kader, ne bir teselli ve mehlem, ancak ulusal trajedi tercihidir.

Gümbür, gümbür gelen hasretin sesi
Darbe gibi indi gönlüme yası
Birkaç adım sonra sınır ötesi,
Bir daha görüşmek ömür vefası.
Kaymaklı kahvemin tadı ayrılık
Bir tabak gökyüzü
Bir deste memleket kokusu
Birinde gençliğin yüzü
Birinde hasret tortusu

Gönderiyorum iyi akşamlar niyetine
Bunlar benim izlenimlerim, kalın sağlıcakla
Hepinize sağlık, huzur ve problemsiz hayat dileklerimle.

Okuyanlar lütfen paylaşsınlar.

Reklamlar