Son dönemde ana dilimiz Türkçemizin yerel lehçe düzeyinden bir okumalı yazmalı edebiyat dili seviyesine çıkarılması sorunu hepimizi ilgilendirdi. Ben bir diş hekimiyim, dil uzmanı değilim, fakat Türk diplomasisinin sınırları söküp atarak bizi yeniden birbirimize kavuşturup kaynaştırması çabalarının dil kültürümüzün dengelenmesinden geçtiğine inanıyorum. Bu nasıl mı olur, hepimizin ortak çabalarıyla olur ve olacaktır. Önemli olan yürek olsun, istek olsun.
Türkiye’ye getirdiğim Türkçemde dil gedikleri vardı.
Bu irili ufaklı aralardan Bulgarca sözler dağ aralarından gelen rüzgâr gibi ana dilime dolmuş ve içine örüldükçe beni esir alıyordu. Okul ve iş dilim Bulgarcaydı. Ana dilimde beliren eksikler devamlı çoğalıyordu. Öncelikle yaşanan hayatı yansıtan, insanlar arasında irtibat sağlayan ana dilimiz, Türklerimiz geçten göçe azaldıkça, söz dağarcığı büzülüyor, gramer kurallarını kıra döke, birçok yerde çöpe bile atarak, dalsız yapraksız ayakta kalmaya çalışıyordu.
Özelikle Varna’da, Türk Turistin sevdiği tatil yerlerinde, “Albena” ve “Altın Kumlar” da, hele büyük kafileler halinde gelen Üniversiteli Türk gençlerinin şehre yerleşmesi, gençliğe has bir dinamizm ve hareketlilikle sosyal yaşama katılım sezilmesi sonucu bizim orada Türklük canlanmaya başladı. Kuşkusuz, çay ocakları henüz dizilmedi, Türk yemekleri kokan lokantalar dolup taşmıyor, dönerler dönüyor da albeni kıvamında kızarmıyor, fakat bu kibar şehirde sokaklarda yürüyenlerin moda çizgisini İstanbul belirliyor, komşuda olan bizde de olsun atılımıyla, dört tarafa bir çeki düzen verme hamlesi var, “gülme komşuna gelir başına” hayat buluyor.
Varna nüfusu soy boy açısından karışıktır. Varna’nın yerel kültürel dokusu düz değildir. Dobruca ve Deliorman Bulgarlarından başka burada kendilerine, yerlisiyiz havası veren, Kafkasların dört bir yanından kopuk gelmiş denizcisinden kaçakçısına kırk milletten insan var. Şehrin sokaklarında yüksek sesle konuşan Çeçen ve Gürcüler dikkat çekmeye devam ediyor. Son 15 yılda Türkiye’den büyük sayıda üniversiteli geldi. Şehir sokaklarında yürüyüş değişti. Varna havasına karşı dağların deniz kokusunu taşıyanlar kendilerini evlerinde hissettiler.
Varna’da Türkçe:
Varna’ya Türkçemiz açısından bakarsak, burada Türkçe konuşan, ellerindeki telefonlarla Türkçe konuşan çok, ama Türkçe ders verilen okul yok, şehirde yaşayan bir Türkçe öğretmeni de yok. Yaşlı yerli Türklerin hafızalarındaki Türkçemiz iyice paslanmasın ve bayramdan bayramdan demlenen gönül bağlarımız solmasın, niyetiyle Hak ve Özgürlük Hareketi ve Türk dilinde etkileşim derneği başkanı Ali Rüstem kahve toplantılarında kendi problemlerimizi güzel ana dilimizle anlatan yazılar okuyup kendini dinletiyor. Şiir geceleri düzenliyor. HÖH partisi gençlik kollarının Türk halk oyunları topluluğu kapısını açık tutuyor. Her gün İstanbul’a yolcu taşıyan ve İstanbul’dan gelen otobüsler Türkçe kokusunu tazeliyor. Varna’da Türkçenin yaşamasında en büyük pay çanak antenli TV yayınlarındır. Burada, yüksek öğrenimini T.C.de tamamlayanlar dışında, Türkçe okula gittiğini belgeleyen, Türkçeyi iyi konuştuğunu evrak üzerinde ispatlayabilen gençlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az olsa da, Türkçeden Bulgarcaya ve tersi sözlü çeviride başarılı olan pek çok genç var. Türkçeyi nerede öğren sorusuna alınan yanıt her defasında aynı “TV başında.” Bulgar dilini iyi bilen çocuklarımızın yıllarca Türk TV kanallarını dikkatle izlemelerinden gelen bir gelişmedir bu. Adına TELEVİZYON TÜRKÇESİ diyoruz. Ve onlar, TV Türkçesini İstanbul şivesiyle öğenseler bile, hepsi Türkçe bir mektup yazamayacak kadar cahil olsalar da, ben onları çok, çooook seviyorum. Ve ben, televizyon Türkçemizi konuşanlardan, Türk dilinde en güzel şiirlerin yazıldığı bu güzeller güzeli şehrin limanında, rıhtıma vuran dalgaların yüzümdeki serinliği geçmeden, Mehmet’ e seslenişi, Dikili Taşları ve aynı şairin “Kaptan sen beni o limana götüremezsin” eserini Cem Karaca’nın haykırışıyla dinlemeyi, ne kadar istiyorum, biliyor musunuz. Ve ben halkımın ana dilini doğru dürüst öğrenmeyi, kitaplı olmayı Nazımın memleketini özlediği kadar, özlediğine inanıyorum.
Televizyon Türkçesi:
Çanak antenler yıldızlara döneli evlerimize 225 Türkçe Kanal girdi. Görsel olmayan haberleri ve yorumları, TV tartışmalarını ve çok özel konuların anlaşılmasında güçlükler aşılmamış olsa da, Türkçeyi öğrenmeye hevesli olanlar, daha doğrusu koltukta otururken ana dilimizin kulaktan kafaya dolmasına “evet” deyenlere seçenek bol.
TV sahnesi, oyun ve söyleşi şeklindeki TV kadın programları, özellikle sağlık konusunu işleyen yayınlar, TV dizileri, hayvan dünyasını anlatan belgeseller seyircilerimizi ekran başına sürekli kilitlemeyi başarıyor.
Yayın bol da, Bulgaristan gibi dış ülkelerdeki Türk seyirciye Türkçeyi oyun şeklinde anlayan ve beyinlere kazınmışça yerleştiren becerikli hocalar henüz ekranda belirmedi. Yabancı dilleri ekranda öğretmenin anahtarı bulundu da Türkçeninki henüz bulunamadı. TV Türkçe hocaları kamera karşısında kendi anlattıklarını sanki kendileri anlamıyor gibi havalara girerek, izleme ve dinleme meraklılarını ekran başından kovuyor. Okul çağındaki bir çocuğa anadilini yüksek matematik algoritması gibi anlatmanın hiçbir anlamı yok. Bir şey anlaşılır bir dille sunulmadıkça anlaşılamaz gerçeği, TV-Türkçemiz için yüzde yüz geçerlidir.
Varnalıların devamlı açık tutukları ATV ve Kanal D gibi kanallar Türkçenin dünyaya yayılmasında ödüllere layık hizmet vermiştir.
Soydaşlarımıza, Trakya ve Rumeli’ye, Balkanlara yayın yapmak için kurulan özelleşmiş yayınlar, bölge seyircisi düzeyine inemedi, gönül kapıları açamadı. Kamaranın bir kiliseyi bir minareyi gösterdiği kadrolarla Türkçe sevgisi beslenmez. Türkçe sevgisi içimizde asla bulanmadan, dalgalansa da taşmadan, yatağını bırakmayan akan bir berraklıktır. Kimliğimizin öz suyu Türkçemizdir.
Lehçelerimizle edebiyat dilimiz arasındaki güzelliklerin farkını aşarak ve anadilimizi zenginleştirme yolunu bulamadık. Ana dilimizde yazan kendi yazar ve şairlerimizle Türkçe yazan edebiyatçılar arasındaki ince farklı apaçık gösteremedik. Yerel ile ulusal, yerel ve ulusal ile uluslar arası olanı bir teknede yoğurup bütünleştiremedik. Yerel ağızlarımızla söylediğimiz eserlerle yani kendi darcığımızdan türkü, oyun havası, kına, düğün seslendirilişleri ile sanatçılarımızın seslendirdiği eserleri birbirinden ayırarak aralarındaki bütünlüğü ve ince ayrımları açamadık, anlatamadık, öğretemedik.
İstanbul’da bir sanat ustasıyla vaktiyle yaptığım bir görüşmeyi hatırladım. Bana “canını sıkan bir şey var mı?” sorusunu sormuştu. Ben de “şu bizim Ayva da çiçek açmış, Yaz mı gelecek!” türküsü var ya, İbrahim Tatlıses onu da bir gün söylerse, artık hiçbir özelliğimiz kalmaz, biz de Gazi Anteplilere benzeriz diye korkuyorum, cevabını vermiştim. Ve bize yönelik özelleşmiş TV yayınlarının her şeyi yağmur taşıyan bulut gibi görmesine şaşıyorum. Merkez cahil olunca, biz halktan nasıl bir kültürel fışkırma bekleyebiliriz ki!
Yanlış anlaşılmak istemem. Biz zar zor, çok mütevazi yetiştik. Korku içinde büyüdük. Yağmur doğalarında hocamızın “Rahmet komşu tarlasına düşsün, nemi bize yeter!” sözlerini bugünkü gibi hatırlıyorum. Tarlalarımız kuraklıktan çatlarken, denize düşen yağmuru kimseden kıskanmadık, Nasip öğleymiş, deyip gönül avuttuk.
TV yayınları ile ilgili eleştirel yaklaşımımın olumlu ve kurucu algılanmasında ısrarlıyım. Stratejik araştırma merkezimizin açıkladığı görüşler uzun süreli izleme ve inceleme sonucu oluşur.
Bir de, köy meydanlarında çekilen Türk halk oyunlarının Çingene kızlarının kıç baldır sallamasıyla eşdeğer gösterilmesi canımı sıkıyor. Halk oyunlarındaki her hareketin ne anlama geldiğini bilmeden, inceleyip öğrenmeden, ne bileyim ben havasına girip, bir şeyler sunmak ya da yorumlamak, pişmiş aşa soğuk su katmaktan farklı bir şey değildir. En iyisi 24 saat yağlı güreş yayını yapılsın da aramız açılmasın. Olayların derinliğine inmeden sahne düzmek, çok yanlış bir yaklaşımdır. Sonra şu şarkı türkü sunuşunu da halkın seviyesine indirelim lütfen. Bizde türkü nasıl dinlenirdi, saz nasıl çalınırdı, size zahmet bir hatırlayalım.
TV Türkçesini yazıya dökelim:
Bizde yazıp okuyamayan herkese “cahil” denir. Lehçelerimizde “kör cahil” veya “kara cahil” gibi değişler yoktur. İnsanımız alaylıdır, zekâsı bütün olup doğal algıdan bilgedir. Bir dili su gibi dili konuşmak, okumuş olmak için yeterli değildir, halkımız yazıp çizmeyi, heceleyip okumayı beceremeyene “okumuş” demez.
Öyle böyle olsa da, futbol karşılaşmasıdır, saçtır, yarıştır, oyundur, alış veriştir derken TELEVİZYON TÜRKÇESİ konuşan bir genç kuşakla övünüyoruz.
Kullandıkları bazı sözlerin anlamını bilmeseler de, temasları mükemmel, yakın iletişim kurabiliyorlar, konuşmaları çekicidir. Şu yazı işi var ya, Televizyon Türkçesi okuma yazmayla beslense, ne güzel olacak. Ekrandan o kadar oluyor besbelli konuşuyorlar, fakat yazıp okuyamıyorlar, Türkçe aritmetikleri yok. İş yine sakat tabii. Sultan divanında alınan o eski karar sanki bugün de geçerli. O zaman da oba ve köy kadınları Türkçe konuşuyor, ama okuma yazmaları yoktu, hendeseleri gelişmemişti. Birçok işte kısmetimiz tam da, şu ana dilimizi doya doya basa basa geliştirme ve yerleştirme konusunda aşamadığımız eksiğimiz var.
Eh şu eski öğretmenlerimizi göç selleri alıp götürmeseydi, ne Sabahattinler, ne Nazımlar yetişirdi bizim memlekette. Ankara da hiç tekin durmadı. 1950’lerde bir dış ülkede Türkçe öğretmenliği yapanlara “Türkiye’de emekli maaşı vereceğim” dedi. Öğretmenler kaçtı gitti. Emekliliği beklemeden koşa koşa Türkiye’yi boyladı. O zaman buna akıl eden Ankara, bugün Türkiye’de emekli olup da geldiği köye veya kasabaya Türkçe hocası olarak dönmek isteyenlere ikinci bir emekli maaşını neden çok görüyor, buna da akıl erdiremiyorum
Türk dili, Türklük bazılarının iki dudağının arasına sıkıştı kaldı. Her soruna bir çözüm bulunuyor da bizimkiler çözülmüyor işte.
Yaşasın TV Türkçesi.