Tarih: 16 Ocak 2019
Yazan: Nedim AKIN
Konu: Nazım’a düğümlenen hayatlar.
Akın var, güneşe akın
Güneşi zapt edeceğiz!
Güneşin zaptı yakın
Güneşin zaptı yakın!
Hikmet
Çinliler ayın karanlık yüzüne bir araç indirdi bu hafta. Bizde domates tohumu 17. günde çatlar ve cücük salar. 16 gün önce nemli pamuğa sarıp yolcu edilen tohumlar ayda bitti ama orada sıcaklık sıfırın altında 170 derece olduğundan dolayı hemen kavrulup kurudular.
Gazete haberi.
117 yıl önce Selanik’te dünyaya gelen, 61’inde ebediyete karışan Nazım Hikmet’in kimliği, sayısız gezegenler arasında başka bir gezegen olan Dünya’da sürekli yer değiştiren karanlıkla aydınlık içinde nur saçarak yaşıyor.
Çünkü o ne bir suni araç, ne uydurma bir tohum ne de yabancı bir yerde yaşadı ve yarattı. Onun yaşam ve yaratıcılığı Türk Dünyası destanlarının, Divanı Hikmet’in, Yunus Emre’nin, bildiğimiz tüm çocuk masal ve şiirlerinin, umutlu hayat ufkunun devamıdır.
Nazım’ı yaşatan yalnız onu okuyan ve anlatanların öyküleri değil.
Onlar aynı öykü içinde bir kahraman göredursun kendini, insan kendi gölgesine istese de basamaz.
Nazım’ın gölgesine basarak yükselmeye çalışanlar ve onu ezmekten geçinenler vardı ve bu devam edecek…
Nazım Hikmet öldükten sonra 130 kitaba konu oldu.
Kimi ona erişmeye uzandı. Kimi karalamaya çalıştı. Nazım destanlaştı. “Mavi Gözlü Dev”i romanlaştıran, şiirlerini bağlama teline takan, çoksesli koroda seslendiren, oratoryuma yükleyen, diyar diyar gezip onun şiirlerini yazdığı ceviz ve çınar ağaçlarının altında, en güzel parkların çiçekleri arasında, deniz manzaralı yalçın taşlar üzerinde “şimşekli rüzgara binip güneşe gömülmek istediler.” Amaç pek “güneşi zapt etmekti”…
Nazım’ı hazmedecek kültüre sahip ol(a)madıklarından dolayı, fırsat buldukça onu “komünistlikle” itham edenler kendileri de iyi bilir ki, o her zaman ve her yerde cenazesi Anadolu’dan kalkan emperyalizmi dize getiren büyük bir halkın destanı kaldı.
Ve o en büyük kahramanları “havadan, sudan ve topraktan” yaratanın Türk halkı olduğunu anlatırken, İslam öncesi ve sonrası Türk destanlarının devamıydı. Onun ciltlere sığmayan yaratıcılığı ancak Türk halkının temel kültür hazinesinin zenginleştirilmiş yeni yansımasıdır. Nazım’ı okumadan 20. Asır Türk kodları anlaşılamaz. Nazım olmadan ve onu sevmeden 21. Yüzyıl Türk kimliğiyle güneşe akın edilemeyiz…
Nazım Hikmet doğal bir Türk destan olarak halkımızın ortak malıdır.
Bu büyük halkın kanadında bir tüy de biz – Bulgaristan Türkleri -olduğumuzdan dolayı, bizimde de gurur kaynağımızdır. Toplum sağ giderken o denge sağlamak için sola gitmiş biri değildir. Olay dikeydir. Türk toplumu zamanını yaşamış Osmanlı devrini olumsuzlarken bağımsızlık, egemenlik, cumhuriyet, barış ve özgürlük meşalesini yakanlardan biridir. Özellikle Türk dilinin arı ve zengin devrimsel dönüşümler dili olarak yenilenmesinde farklı görüş ve yeni değerlere kaynak olmuştur.
Anadolu’daki destansı tarih ve sosyal olaylar devrinde yaşamış ve yaratmıştır.
O bir tohum ağacı olduğu için gönüllere doldukça edebiyatta Nazım Çağı yaşanmış ve yaşanıyor. 20. Yüzyıl Türk yaratıcılığına nereden bakılırsa bakılsın, her simada Nazım’ı görebilirsiniz. Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanını Türkçeye ilk kazandıran, Cakomi Puçini’nin “Toska” operasını Ankara sahnesine taşıyan, “Şirin ile Ferhat” dramıyla dünyayı dolaşan, Yaşar Orhan Kemal’in Adanalı pamuk işçileri kavgalarına katılan, ressam Balaban’ın uzun sanat yolunca birlikte yürüyen, Kemal Tahir’in sazından Anadolu’yu dinleyen ya da Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Osmanlı Tarihini diyalektik süzgeçten geçiren ve yıllarını Kuvayı Milliye gönüllülerine veren odur.
Nazım Hikmet bir duygu topudur.
Sülalesi, Osmanlı, Avrupa ve Türkiye tarihinin en büyük çelişkili olaylarının burgacından çıkmıştır. Annesi Celile Hanım soy kökleri Macar (1848) İhtilaline katılan Leh subayların Avrupa’dan kaçıp Osmanlıya sığınmasına dayanır. Macar Cumhuriyeti ilan eden bu subaylar daha sonra Osmanlı ordularında görev almış, Kırım Savaşına katılmıştır. 1878 Berlin Antlaşması görüşmelerine Osmanlıyı temsilen katılan diplomatlarından biri olan Mehmet Ali Paşa da aynı soydandır. Balkan Harbi kahramanı, Şkdra kuşatmasına katılan (1913), Çanakkale şehidi Ali Riza bey de onlardan biridir. Bu simalar N. Hikmet’ın memleket sevdalı kimliğinin oluşmasına damga vurmuştur.
Baba tarafından Mevlevi dedesi Nazım Paşa ise, bir Türkçe sevdalısıdır.
1918’de Konya Valiliğinden alınıp İstanbul idaresindeki İngiliz Osmanlı Komisyonunda görev alırken Nazım Bey değişik şikâyetlerle Anadolu’dan gelen köylülerin dilekçelerinin tercümesinde çekilen zahmeti dikkate alarak, yeni Türkçeyi öğreten 4 sınıflı bir okulu kendi parasıyla açmıştır. Onun için dil demek, düşünmek demek, anlamak demek, anlaşmak demek, kısacası özgür insan olmak demektir.
Nazım’ın dimağına daha genç yaşta çok derin işleyen bu fikirler demokratik bir cumhuriyet anlamında, özgürce yaşamak, eşit olmak ve gururlu olmak şeklinde güç toplamış ve şairin yürekli yaratıcılığına kanat açmıştır.
Nazım KEMAL kalemini sivriltirken, Türk dili, halkımız için var veya yok olmak demekti.
Türkçe yaşarsa Türk milleti olacaktı. Türkçe’nin yok olduğu her taşın ardı Türk mezarıydı. Dilin milli kimlikte yaşadığı bilincine varan ve Türk dili için onun yaptıkları bir enstitünün yapabildiğinden fazla olan şair, Nazım Hikmet’tir. Bu davada, 4 köşe Türkçe binamızın bir çapında Namık Kemal, ötekinde Yahya Kemal, diğerinde Mehmet Arif nöbetteyse, biri de Nazım Hikmet kimliğinde yaşar.
Toplumsal gelişmeler Nazım Hikmet Türkçesinde tohum olmuş, yansıttığı çekirdek olay – Türk halkı tek yürek ve tek vücutta birleşip milli kurtuluş savaşı verirken sonuç belirleyici olmuştur. Bu savaş “yüreğini gönlünün kafesinden çıkaranların” kavgasıdır. Kutsaldır!
Nazım, kahramanların psikolojisiyle ve zafer inançla yazmıştır. Türklüğün zihniyet değişikliğini müjdelemiştir.
Biz, tam onun gibi diyemesek de, o çadır kültüründen gelip bir dünya millet ve devleti kuran zihniyeti çok başarılı beslemiş ve yüceltmiştir. Türk’ü bir ırksal ifadesi olarak değil sınırsız güce sahip büyük bir halkın atılımlarını anlatmak için kullanmıştır. Onun satırları Vatan sevgisiyle yanıp tutuşan aydınlar ordusu yaratmıştır.
Toplumu değiştiren sosyal olayları, güneşin bir damla suda yansıdığı misali, Bursa hapishanesinde yazdığı “İnsan Manzaraları” nda ayrı ayrı simalarda anlatan, dünyada anti-emperyalist savaşlar çağını başlatan Türk halkını ve ulu önder Atatürk’ü efsaneleştirirken, Cumhuriyet Türkiye’sinin gök kubbesini çizen odur.
Nazım Hikmet 20. Yüzyılda tam olarak görülememiş, değerlendirilememiş ve küresel havayı değiştirmesine olanak tanınmamış bir şairdir. Onu, Moskova’ya gidip gelen ve Anadolu örsüne farklı çekiç vuran biri olarak görenler yanılgı içindedir. Nazım, bizim tarlaya düşmüş yabancı bir tohum değildir. Onun büyüklüğü zaman gelir beş, zaman gelir yüz bin ya da milyon yürekle birden çarpmasındadır. O suda balık, ağaçta yaprak ve çarpan yürektir. Ve bu felsefi yaklaşımın, Balçık şehrimizde 1957 yazında kaleme alınan “Ceviz Ağacı” şiirinde ifade bulması kayda değerdir. Ve biz Bulgaristan Türk toplumunun yarını olan çocuklarımızın, dillerin en güzeli Türkçe yüklü Nazım dallarından bol bol meyve koparma zamanı geldiğine inanıyoruz.
Ceviz Ağacı
Başım köpük köpük bulut, içim dışın deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
Koparıver, gözlerinin gülüm yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne de polis farkında.
1 Temmuz 1957/ Balçik / Bulgaristan
Tohum ağacından koparın ve komşularınıza da dağıtın.
Bizim için en değerli tohum Türkçemizdir.
Okuyanlar paylaşsın.
Teşekkür ederim