Tarih: 11.07.2020
Osman BÜLBÜL                                             

Konu: Rumeli dendiğinde bizim Rum toprağında yaşadığımız anlaşılmasın.

            Vatanımız Rum (Yunan) toprağı değil, Roma ve Bizans diyarının hükümdarı

             olan Osmanlı varlığından bir parça ve hepimizin hak edilmiş vatanıdır.

            Küçük ve büyük vatan olmaz. Vatan ortak kutsal nimettir.

 

Viyana’dan Rumeli’ye, Balkanlar’a ve şimdiki Güney Doğu Avrupa’ya bir kuş bakışıyla göz gezdirip tarihin derinliklerinde özgün ayrıntılar aramam çok zamanımı almaya başladı.

İşte bir vaka:

Vaktiyle üç fesli genç Fransa’nın Leone şehrine dokumacılık öğrenmeye gönderilmiş.

Vardıkları yerde kayıt yaptırırken kendilerine

  • Siz nerelisiniz?” diye sormuşlar. Üçü de bir ağızdan:
  • Osmanlıyız” cevabını vermiş. Soru soran tatmin olmamış ve
  • Osmanlı’nın neresindensiniz?” diye eklemiş.
  • Rumeli’nden” demişler. Bunu da anladım, ama
  • Rumeli’nin neresindensiniz?” daha doğrusu,
  • Sizin oralarda hangi lisan konuşulur? Bulgarca? Hırvatça? Türkçe, Şipter dili?!… diye sıralamaya devam eden memura yine üçü birden,
  • Şipter, Şipter, biz Şipter cevabını vermişler ve durum anlaşılmış. Memur:
  • “Yani siz Osmanlılı Arnavutsunuz, evraklarınızı öyle dolduruyorum,” demiş ve mürekkep kalemi ağzına götürüp yazmış: “Osmanlı’dan gelen üç Arnavut genç!”

 

Osmanlı İmparatorluğunun yedinci Padişahı II. Mehmet’in İstanbul’u Fethiyle Osmanlılaşan diyar, ömrü MS 395 – 1453 yılları arasına sıkışan Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) toprakları üzerine yayılmıştır. Bu düvel Anadolu’yu, Kuzey Afrika ve Arap Yarımadasını, Avrasya Batısını- Hazar ve Karadeniz çevresini ve Balkanlar üzerinden Viyana’ya kadar uzanan engin toprakları kaplamıştır. Bu topraklar, Osmanlı olarak bilinir ve Leone giden 3 gencin elindeki teskerede “Osmanlı temasından” yazılı olduğundan ve herkes Osmanlı ümmetinden kabul edildiğinden dolayı milliyet ve etnik kimliğe işaret edilmemiştir. Fransız memurun öğrenmek istediği ise, gençlerin hangi etnik kimliğinden olduğunu ve nereden geldiklerini çıkarmaktır.

Bu arada Roma İmparatorluğu – Roma bölgesi veya Roma vilayeti anlamındadır. Ya da Avrupa’nın Romalıların egemenliğinde olan kısmı da denebilir. Bu imparatorluk en geniş olduğu dönemde 5 900 000 km 2 büyüklüğündeydi. Çöküş tarihi 4 Eylül 476’dır.

Fakat bu imparatorluğun ilk yıllarındaki idare şeklinde yönetenin tahta yalnız 6 ay kaldığından dolayı başlangıcın tam hangi tarihe rastladığını söyleyebilmek zor olduğundan, hatta ilk kurucu Sezar’ın bıçak darbeleriyle öldürüldüğü MÖ 44 yılının 15 Mart günü birçok tarihçi tarafından Roma İmparatorluğunun kuruluş tarihi olarak gösterilmektedir.

Konumuzun daha başında şuna da özellikle işaret etmemiz yerinde olur kanısındayım.

Roma ve Doğu Roma (Bizans) imparatorlukları – birincisi Cermenler, ikincisi de Osmanlılar tarafından yıkılmış olsa ve bu 2 bin yıllık var oluşun anlatılması sanki çok kolaymış gibi görünse de, konuyu işleyen bilim adamı eserlerinin hepsinin Girişinde yalnız “yüksek tarih öğrenimi gören üniversiteliler” ya da yalnız “Üniversite hocaları” veya “akademisyenler” için kaleme alınmıştır gibi düşülmüş notlar vardır.

Bu tarihin bizim açımızdan ve konumuz için doğru biçimde anlaşılıp yararlı uygulanabilmesi için birkaç noktaya işaret etmekte yarar vardır.

Tarihçi Christiyan Marek’in anlatımıyla kendilerini Bizans imparatorları diye nitelendiren Romalılar, I. Justinyan (527–565) döneminde “bir kez daha Küçük Asya’yı (Anadolu) da içine alan, Akdeniz’in hemen hemen bütün kıyılarını kapsayan bir imparatorluğu Bizans olarak” yeniden kurmuştur. 7. Yüzyılda başlayan “Arap ve Türk topluluklarının akınları” Boğazdaki egemenleri “sürüp giden çok cepheli bir savaşa “ zorlamıştır. Örneğin Araplar 674’de “Bizans başkentinin surları önüne” gelmiş ve 400 yıl süren başarısız kuşatmadan sonra, Bulgarlar Çarı Tervel (700 – 721) tarafından kovulunca geri dönmüşlerdir. Bulgar Çarı’nın Müslümanlara karşı bu ilk başarısı onların bugün de Bulgaristan’daki yerli Müslümanlara ve sığınmacılara karşı azan ve gem almaz gaddarlığında cesaret kaynağıdır.

Bugün, eski kıtada egemen olan Avrupa Birliği temellerimden biri I. Justinyan hukuku, diğeri de Hristiyan dinidir. Avrupa bir Hristiyanlar topluluğu dediğinde, Bulgarlar Bizans’ı Araplardan korurken 718 zaferiyle böbürlenip kan kabartıyorlar.

Osmanlılı üç Arnavut gencin dokumacılık eğitimine gönderdiği Leone ‘de 732’deki Tours Savaşı adıyla bilinen Endülüs Müslüman ordularına karşı Fransız General Martell’in zaferi ile kıyaslamalar yaparak, 1000 yıl önce Avrupa’nın İslamlaşmasına set çekenleriz, demekten geri durmuyorlar. Günümüzde Türkiye Bulgar devlet sınırına tel set çekme hevesleri buralardan kaynaklanıyor. Son yıllarda en sık kullanılan tümce “Avrupa’yı Müslüman selinden koruyoruz!” oldu.

Gerçek durum.

Onlar, bir yandan İslamın Avrupa’ya yayılmasını gelmeyenlerin başında geldiklerini söylerken 2016’da İngiltere’de dünyaya gelen çocuklardan % 51’ine Muhammed ismi verilmesinden; Fransa’daki cami sayısının kilise sayısına erişmesinden ve 2050’de Hollanda nüfusunun % 52’sinin Müslüman olacağı haberlerinden endişe ettiklerini vurguluyorlar. Ayrıca da Avrupa çehresinin git gide Afrikalı-Asyalı çizgiler almasından da rahatsız olduklarını gizlemiyorlar. Çağrışımlı propaganda yaparak hem yerli Müslümanlara hem de sığınmacılara karşı sert davranıyorlar. Kısacası kendilerini Hristiyanlığın ve Avrupalılığın koruyucusu ilan ederken hırçınlaşıyorlar. Bu çizgiler ve Osmanlının bağrında uyanış, diriliş ve aydınlanma çağı yaşamaları onlara sanki Müslümanlıktan üstün olduklarını ima ediyor. Ve var olabilme ve ilerleme umudunu sanki yalnız İslam’la ve Müslümanlarla mücadele etmekte görüyorlar.

Oysa daha 11. yüzyıldan sonra Bizans yönetimi ve Bulgarlar gibi dayandığı güçler “Doğu Hıristiyanlığının koruyucusu olma sınavını” veremez olmuştur. Çünkü bütün Avrupa’ya Türklerden başka kimsenin doğası gereği (doğuştan) asker olamaz gerçeği, hiç kimsenin reddetmeyeceği bir hakikat olarak yayılmıştır. Olaylara günümüz ve kendi çıkarlarımız açısından bakalım.

Rum

Marek’in Selçuk sultanlarının “Rum” adını almasıyla ilgili savını açıklayabilmem için “Rum” kavramının Osmanlı İmparatorluğu için de geçerli olduğunu dile getiren araştırmacı yazar Özbaran’ın ”Bir Osmanlı Kimliği” kitabına yer vermek aydınlatıcı olabilir. Osmanlılar aynı Orta Çağın Küçük Asyası’ndaki diğer halklar gibi(Doğu) Roma sakinleri anlamına gelen, ‘Rumi’ diye adlandırılmışlardır. Bu, temelde coğrafi bir adlandırmadır ve esas olarak halkların yaşadığı yeri belirliyordu. Ancak merkezi İslam topraklarından bakıldığında, bir sınır belgesi olan Rum’un Türk-Müslüman nüfusunun, onları gerek İslam dünyasından, gerekse diğer Türklerden farklı kılan kendilerine özgü ve alışılmamış yönlere sahip oldukları anlaşılıyordu. Şöyle ki, bir Rumeli Türk olmak aynı zamanda İslam uygarlığının yeni bir bölgede kendi yaşam biçimini oluşturan, diğer taraftan rakip bir dinsel uygarlığa yönelişte siyasal egemenlik kurmak için uğraş veren yeni bir bölgesel görüntüsüne ait olmak anlamına geliyordu.

Bu anlamda Rum sözcüğü;

  • “Roma sakinleri”;
  • Coğrafi bir adlandırmadır ve ancak yaşanılan yeri / ülkeyi anlatmaktadır.
  • Rum’un Türk Müslüman nüfusunu, onları gerek İslam dünyasından, gerekse diğer

Türklerden farklı kılan özgünlüklerini anlatmaktadır.

  • Rumi Türk olmak, İslam uygarlığı kapsamında bir yandan yeni bir bölgede kendi

yaşam biçimini oluşturmak, diğer yandan rakip bir dinsel uygarlığa yönelişte siyasal egemenlik kurmak için uğraş vermek demektir.

Rumeli’de kimler vardı?

Osmanlı idari mekanizması içinde yer alan Rum, Bulgar, Sırp, Yahudi ve Ermeni kökenlilerden Alman, İtalyan, Rus, Çerkez ve Leh gibi unsurlar kadar çeşitlilik gösteren kimselerdi. Bunlar ve eyaletlerdeki “devlet temsilcileri,” merkez oluşturuyordu.

İmparatorluğun Balkanlar’daki / Avrupa’daki nüfusu, Macar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Romen, Bulgar, Yunan ve Türklerden oluşurken, dil çeşitliliği yanında, din ve mezhep farkları barındırıyordu.

Çok dillilik ve çok kültürlülük

Böyle bir nüfus yapısı, hiç kuşkusuz çok-kültürlülük özelliği taşıyordu ve çok kültürlülük her zaman çok dillilik ve birden çok dinin bir arada var oluşu demektir.

Osmanlı’da dil, etnisite ve din farklılıkları, resmi dilin Türkçe olmasına karşın, bir Türk imparatorluğu haritası çizmiyordu. Balkan topraklarında Müslümanlığı kabul etmiş bir kişinin kendi etnik ve kültürel özelliklerinden vazgeçmesi, gelenek ve göreneklerini terk etmesi zorunluluğu da yoktu. Asıl olan, kişinin veya uyruğun istenen hizmeti yapması, vermekle yükümlü olduğu vergiyi vermesi ve egemenliği kabul etmesiydi. Bağımsız ve perakende grupların kapalı ve özgün yapısını korumaları, merkezi yönetimin de tercihiydi.

Biz buradan şu sonuçları çıkarabiliriz.

Osmanlı imparatorluğu, Roma ve Bizans kültürünün başat olduğu coğrafyada kurulmuş ve bu kültür birikimi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da varlığını sürdürmüştür. Geniş bir egemenlik alanı olan bu İmparatorluk, farklı kültürleri, dilleri ve dinleri olan insan topluluklarını bünyesinde topladığı için, Osmanlı toplumu daha baştan itibaren çok-kültürlü, çok-dinli ve çok-dilli bir özellik taşımıştır.  İmparatorluk içinde yaşayan ve görünüşte Müslümanlığı seçen insanlar veya topluluklar, kendi etnik, kültürel özelliklerini, farklılıklarını, gelenek ve göreneklerini korumuştur. Tarihin aynasına baktığımızda Rumeli’de ve Balkanlarda görebildiğimiz çeşitliliği ve farklılığı bugünkü Güney Doğu Avrupa’da 12 devletli, 24 etnikli, 3 dinli ortamda görebiliyoruz. Bu devlerden biri Bulgaristan’dır ve bütün çelişkili bütünsellikleri içinde barındırır. Bu çelişkilerin en şiddetlisi ülkede yaşayan etnik Türk, Pomak, Çingene ve Gagavuzların kendi etnik kimliğini oluşturma davasında dil, din, kültür, gelenek ve görenek özelliklerini savunmaya çalışmasında izliyoruz. Birçok balkan ülkesi bu çelişkiyi açarak çok-kültürlü medeniyeti seçerken, öte yandan 1996’da olaylar Srebrenitsa Soykırımına ve Yugoslavya’da iç savaşa, NATO müdahalesine ve kitle göçlerine kadar derinleşti.

Tarihin derinliklerindeki ümmet kardeşliği

Çok eski kavramları kullanırken,  önce 3 Arnavut genç örneğindeki bölgemiz tarihinde henüz “millet” ve “etnik” gibi kavramlar türememişken, Osmanlıya yerleşmiş olan ve bugünkü uzlaşmazlıklara çözüm anahtarı olabilecek “ümmet” anlayışına değinmek istiyorum. Konuya hakim olan Profesörlerimizden Kemal Karpat, “Medine Sözleşmesi” adlı eserinde şöyle demiştir:

“Medine İmtiyazı/Ayrıcalığı olarak da bilinir. Bu sözleşme Hz. Muhammed tarafından 622’de (Bizans çöküşünden ve Osmanlı kuruluşundan tam 227 yıl önce) düzenlenmiştir. Sözleşme “Müslümanlar, Yahudiler ve Paganların” barış içinde bir arada yaşamalarının çerçevesini çizmiştir. (Paganlar –çoktanrılı olanlar). Farklı dinlere mensup topluluklar arasındaki şiddetli iç çatışmalara bir son vermek amacıyla hazırlanan bu sözleşmeyle, Medine’deki Müslüman, Yahudi ve Pagan toplulukların “ümmet” adı altında hakları ve sorumlulukları belirlenmiştir. Dolayısıyla, Medine Sözleşmesi farklı dinlere inanan toplulukların eşit haklar ve yükümlülükler çerçevesinde bir arada yaşamasının güvencesi sayılır. Bu sözleşme İslam’da çoğunluk / çoğulculuk ve tolerans – hoşgörü düşüncesinin çıkış noktalarından biri, hem de geliştiricisi olarak nitelendirilebilir.

Ümmet

Medine Sözleşmesi’nden sonra kendilerini Müslüman sayan tüm ülkeler ve hükümdarlar, muhacirlerin, göçmenlerin eşitliğini, haklarını, onlara şefkat ve yardım gösterilmesini emreden Kuran surelerini uygulayarak, bir göçmen hukuku ve kültürü yaratmışlardır. Bu ilke, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar uygulandığı gibi, geçen asrın sonunda ve bugünkü Türkiye tarafından en medeni bir biçimde uygulanıyor. Ülkenin güney sınırlarında misafir edilen 3-4 milyon savaş kaçağı, sığınmacı göçmen, huzur arayan yaşlı ve çocuklu aileler buna kesin örnektir. Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan tarafından yönetilen bu siyaset bütün Avrupa ve dünya halkları tarafından takdir buluyor.

Yeni ortak doku olabilir mi?

Biz göçmen krizinden, sığınmacı selinden, dil, din ve çok-kültürlülükten çıkarak yeni “ortak bir doku” oluşturmak isteyenlerden de değiliz. Böyle bir beklentimiz yoktur.  Biz kültürleri yerinde yan yana duran, birbirine benzeyen taşlar olarak görmüyoruz. Her kültür diğer kültürü etkiler ve onlardan etkilenir, ama birbiri içinde eriyip kaybolmaz. Eğer bu böyle olsaydı, Balkanlarda her ulusun ve etnik azınlığın kendi dili ve kültürü olmaz ve bunlar özgün özelliklerini koruyamazlardı. Bulgaristan Türklerinin dil yasağı, anadilde konuşana ceza, okulsuzluk, Türkçe baskı yasağı ortamında vatan dilini koruyabilmesi ve kendi edebiyatını yaratması, ezilen halkların tümüne örnektir. Tabii kültürel etkileşimden bir ara kültür doğması da bir umuttur. Fakat Osmanlıdaki etnik topluluk kültürlerinin etkileşiminden ara kültür doğmamıştır. Bugünkü İstanbul kültürü kendi Türk kaynaklarından yükselmiştir. Bulgaristan Türklerinin özgün kültürlü kimlik davasında, ara kültürleri bir Müslüman Bosnalının ya da bir Kosova’lı Arnavut’un ara kültüründen doğal olarak farklı olacaktır ve farklıdır. Bu durumda azınlık toplulukları kültürlerinin ulusal ve uluslararası kültürler arasında yapboz tablosunda özgün bir renk olarak kalmaları dikkat çekiyor ve daha öte var olabilmeleri için özel gayret gösterilmesini zorunlu kılıyor. Yanlana yaşamayı kabul edemeyenler yok olmaya mahkûmdur. Fakat bu diyalektin zıddiyet ve bütünlük her etnik özelliği ön plana çıkardığı gibi, Rumeli ve Balkan varlığı temelinde genelleşmeleri de kesinlikle reddediyor. Bugün Makedon ve Bulgaristan’daki genel ve etnik durum birbirinden dağlar kadar farklıdır.

Bu anlamda bir tarihsel Rum Başkenti olan İstanbul’da çeşitli köklerden gelenlerin yaşadıkları orta kültür ortak ortamın ürünüdür. Fakat balkanlara dağıldığımızda Gümülcüne,  Atina’dan farklı, Sofya’da ve Üsküp’te de farklı bir bileşim ve biçimlenme gözlenir. Bunların Müslümanlık temelindeki ortak çizgisini bulup su üstüne çıkarmak dahi oldukça güçtür. 70 yıldan beri Türkçe’nin yasak olduğu Bulgaristan’la okullarda Türkçe eğitim verilen ve Yunus Emre Enstitüsü derneklerinin kapılarını ardına kadar açtığı Üsküp şehir ortamını karşılaştıramayız. Bulgaristanlı Türkler anadil kavgasını bütün diğer kavgaların önüne çekmiştir. Bu farklılık belirleyici durumdadır.

Bundan dolayı, Leone tekstil işi öğrenmeye giden üç Arnavut oğlan kendilerine Türk dememiştir, ülkelerini de Türk olarak tarif etmemişlerdir. Ne ki onlar aynı Rumeli’de Osmanlı üst dokusuna sarılmış olarak yaşasalar da, asırlar boyunca alt dokularını da koruyabilmişler ve geliştirmişlerdir. Bu yüzdendir ki, biz Bulgaristanlı Türkler aynı Rumeli’den Bulgaristan payına düşen ve vatan dediğimiz topraklarda, kendi Bulgaristanlı Türk Müslüman kimliğimizi biçimlendirmeye çalışırken, öncelikle alt kimliğimizin köklerinden, halk kültürümüzden, yerel geleneklerimizden ve halk dinimizden geldiğimizi ve üst kimliğe bulmaya çalıştığımızı itiraf ediyoruz. Verdiğimiz hak ve özgürlükler mücadelesi alt kimliğimizi koruma ve asırlarca adı ümmet olan üst kimliğimize, yeni koşullarda yeni biçim verme yolunu izlemiştir. Onun serbestçe dal budak salma, açıp bağlama hakkı istememiz mücadelemizin ana hedef olmuştur.

Üst kimliğimizin siyasi biçimi 1989 Ayaklanmamızdan ve Büyük Göçten sonra yeni baştan oluşmayı seçmiştir. Bu çalışmaların tabanında derneklerde örgütlenmek ve güç toplamak, her türlü yayın araçlarıyla her zaman halkımıza ulaşmak başta gelmektedir. Bulgaristan’da kalan kardeşlerimizle Türkiye’deki 700 binden fazla soydaşımızla bütünleşmemiz, yaraları sarıp yeniden dirilmemiz ve siyasi sahneye çıkmamız verdiğimiz kararlı mücadelenin yeni adımlarıdır.

BGSAM – Bulgaristan Türkleri Stratejik Araştırma Merkezi çalışmaları ve BULTÜRK -Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet derneğinin tüm etkinlikleri hep aynı çizgide ve ödün vermeden, sapmadan güç toplayarak ilerliyor.

Doğu Roma ve Osmanlı tarihlerinde Bulgaristanlı Türkler kavramı yoktur.

Fakat 138 yıldan beri böyle bir etnik topluluk var.

Son 26 yılda anayasa ve yasaların dışında kalsak da kendi ahlak ve hukukumuzla yaşamaya devam ediyoruz, demokrasi ve adaletli bir toplumda var olma kavgamız devam ediyor.

Bugün artık sivil toplum örgütlerimizin öncülüğünde yeniden dirilerek dünya mazlum halklarının daha mutlu ve daha varlıklı yaşama kavgasından önemli bir parça olduk.

Bu kavga diğer zulüm görmüşlerin kavgasından doğal bir parça olarak bütün tarihsel özelliklerini özünde taşıyor ve taşımaya devam edecektir. Biz herkesten fazla ezildik, herkesten fazla direnmek için kanatlanıyoruz. Bu kavga bizim öz kavgamızdır.

Rumeli dendiğinde bizim Rum toprağında yaşadığımız anlaşılmasın.

Vatanımız Rum (Yunan) toprağı değil, Roma ve Bizans diyarının hükümdarı olan Osmanlı varlığından bir parça ve hepimizin hak edilmiş vatanıdır.

Küçük ve büyük vatan olmaz. Vatan ortak kutsal nimettir.

Reklamlar