Osmanlıda olup biten her şeyi kötü bir şeymiş gibi anlatmak gerçekçilik olamaz.
Türkleri sürekli ötelemekle ileri adım atılamaz.
Ulusal bütünlük özgün azınlık kültürlerini eksiksiz içermelidir.
Çingenelerin de Vatanı Bulgaristan.
Onları vatandaş olarak yalnız kâğıt üzerinde değil gerçekten kabul etmeliyiz.
Sizce, Bulgaristan’da işlerin yürümemesinin nedeni ne olabilir? Bu soruya yanıt veren Bulgarlardan yarısı yüzde yüz eşeği Osmanlı kazığına bağlar. Adına totaliter rejimden demokratik dizene Geçiş Dönemi dediğimiz şu yıllarda Bulgar halkının iktidarlara inanmadığa kesin tanık olduk. Kimi defa, kendimizi avutmak için, hükümet ortaklığında Hak ve Özgürlükler Partisi kişiliğinde Türkler ve Pomaklar olduğuna ısınamıyorlar diye düşünsek de, bir halkın kendi hükümetine inanmamasının derin kökleri olsa gerek. İktidar modelleri birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, hepsinde ötekilerden bir şeyler vardı. Çünkü hayat dünün bugüne uzanışı ve yarını arayışıdır.
Bizdeki derin kökler her defasında ancak Osmanlı yıllarına kadar iner. Osmanlı döneminde halkın Sultan’a ve hükümetlerine inanmadığı kanısı yerleşmiştir. Soru şudur. Sultana ve hükümetine inanmayanların saltanatı nasıl oldu da 800 sene sürdü. Türker soyunun iyi yürekli, âlicenap, sabırlı, yardımsever, komşuluğa değer veren, hürmetli ve çalışkan insanlar olduğuna fırsat buldukça ifade getirenler, başka durumlarda insanımızı öteleyen, hor görenlerin sürüsüne katıldıklarının farkına bile varmazlar. Bir ölçüde bu, hep hoşgörülü olduğumuzdan, karşılıksız oluşumuzdan, karşılıklı toleransı aramayışımızdan, zorunlu kılmamızdan kaynaklanmadı mı? Bulgar yazarlarından Yordan Yovkov Dobruca Türklerini anlattığı eserlerinde arabacı Salih’in simasını gerçekten başarılı yazarken, samimiydi. Uockov’un toplu yapıtları ikincile ve hurdaya düşmüş, kolilere dolmuş el arabalarında gördüğümde yüreğim kan ağılıyor. Şu Levski de Türklerden gördüğü iyiliklerden, onların helal ekmeğini yediğinden olacak, demokratik cumhuriyette beraber yaşayacağız, eşit olacağız diye yazmıştı. Eşitlik sözünün içi de kemirile kemirile boş kaldı. Oysa hep tıka basa dolu olması gerekirdi. Biz çok hayırsever ve hoş gönül bir etnik topluluğuz. Olumlu yanlarımız olumsuz yanlarımızdan kat kat fazladır. Sevgisi dolu iyiliklerimizin hepsi kendi dilimizde efsaneleşti, Bulgar bizden hep yedi içti de bizi biz olarak doğru dürüst ne anladı ne de okudu.
Açmak istediğim konuya bir başka açıdan bakarsak şu örneği de verebilirim. Zaman kesimi Almanya Kansleri Oto von Bismarck (171–1890) dönemidir. İstanbul başkenttir. Alman diplomatlarından birinin bir kız çocuğu vardır. Kız okul çağındadır ve sorun olur, haşmetlinin kulağına gider. Sultan hazretlerinin de o dönemde okul çağında bir torunu vardır Bunların ikisi Sarayın bir köşesinde özel öğretmenler tarafından yıllarca eğitilir. Hocaları Divandan, Tasavvuftan çağdaşlaşan dünyaya edebiyat dolu, bağlama ve tamburasından Türk Osmanlı sanatıyla gönül sıcaklığı akan bir ozanlardır. Okul bitiminde ikisi de oğlan gibi giyinmiş,
Tekke, kervan saray, cami medrese Anadolu dolaşmışlar o memleketin yerel kültür dallardan balı toplarlar. Zaman geçer Alman diplomat kızıyla birlikte Almanya’ya döner. Kız Alman dil bilimi ve edebiyatı okur ve İkinci Dünya Savaşı öncesi ve savaşın çok ağır yıllarında İstanbul okulunda ve Anadolu gezisinde aldığı notları işler. Türklerin yaşayışını, hayatını, adetlerini, törelerini, sanatını ve sözlü edebiyatını yazar. Türk halk edebiyatını, masallarımızı, öykülerimizi, şiirimizi, manilerimizi, taşlamalarımızı birer birer oya gibi işler ve 12 cilt halinde Almanca olarak kitaplaştırır. Büyük Savaştan hemen sonra, bitkin ve yorgun Alman ruhuna yeniden hayat bulması için manevi gıda olarak 1947’de sunar. Eser sevilir. Ruhunu savaş karanlığından, canını acılardan kurtarmaya çalışan Almanlar, Türk sanat ve kültüründe, gelenek ve hoşgörüsünde, masallardaki emsalsizlikte sıcak bir derinlik bulur ve yeni bir dünya aramaya başlar. 1950’den sonra. Almanya’nın yeniden kalkınması gündeme geldiğinde dış ülkelerden işçi alınması gerekir. Halk oylaması yapılır. 12 ciltte toplanan Türk masalları Almanları öyle büyülemiştir ki, Türkler oylamayı kazanır ve artık 3.5 milyonu bulan Almanya Türk topluluğu böyle oluşur.
Bunu yazıya dökmekle, bir kişinin bile gerçekçi olduğunda, dünyayı doğru okuyup doğru anlatışında düşmanlıklardan dostluklar yaratacak güçte olduğunu ortaya koyabilme gücüne sahip olmasıdır.
Bu yazımı yazmama vesile şudur. Kısa adı “VMRO” – (Makedonya İç Devrim Örgütü) Başkan Yardımcısı, hukukçu ve “Sansürsüz Bulgaristan” Partisi Avrupa Birliği Parlamentosu milletvekili aday listesinde ikinci sırada bulunan Angel Cambazki’nin Bulgar TV programlarına çıkıp, Avrupa Birliği’ne gitme nedenlerini şöyle anlatmasıdır:
“İLK VE EN ÖNMELKİ VAZİFEM TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE ÜYE OLMASINI ÖNLEMEKTİR. TC. AB’ye girerse biz biteriz!”
Şaşma da dur. Olacak iş değil. Allah’ım bir Avrupa’dan ne kadar gerideyiz?
Bunların hedefleri Bulgaristan Türk ve Müslümanlarını Türkiye’den koparıp ezmektir. Başka bir hedefleri olduğuna asla inanmıyorum. AB milliyetçileriyle bu işte birlik olmak istiyorlar. Aynı partinin arkasında duran ise, bir Rus para babası, gazeteler yazdı, 8 milyar 800 milyon US Dolar parası varmış ve bu kopoyları yemliyor.
Türklük ve Türklükle ilgili, tarihimiz ve bugünümüzle ilgili her şey ters okunuyor.
Bulgarlarla 6 asırlık ortak hukukumuz var. Bizim elimiz ve gönlümüz açık olduğundan, birçok şeyimizi isteseler de istemeseler de öğretip devretmişiz. 6 asır Yahudilerle yaşasalar parmak yalarlardı. Türkler sayesinde barbarlıktan kurtulduklarını unuttular.
Bu açıdan baktığımızda, Bugün Bulgaristan halk “hükümetini sevmiyor,” çünkü içinde Osmanlı zamanından kalma bir hükümet düşmanlığı varmış ve bir türlü aşamıyor. Ya kardeşim memleketin nüfusu bitiyor, bunlar karılarıyla anlaşacaklarına, Türklerle kaşınıyorlar. Buy iş biraz, ev su altında kalmış, karı koca mobilya kavgası yapıyor, masalına benziyor.
Osmanlı halkı hükümetlerini sevemedi gibi iddiaları da asılsız buluyorum. Hükümet düşmanlığı halkın içinde savmayan bir yara olarak kaldı, ne yapsak olmuyor, feryadı da gerçekleri yansıtmıyor. Bu sorunlar büyük ölçüde toplumun yargı değerlerine ve bakış açısına bağlıdır.
Örneğin her yıl Kara Deniz incimiz Varna’da Yıldırım Beyazıt ile III. Varnençik’in Haçlı Ordusu arasındaki (10 Kasım 1444) savaş canlandırılır. Gösterileri izleyen binlerce Doğulu-Batılı turiste anti-Türk, anti-Osmanlı, anti-İslam savaş oyunu sergilenir. Sahne öyle kurgulanmıştır ki, haçlı orduları yenilmiş olsa da, daha yüksek insanlık değerlerinin taşıyıcıları olarak gösterilmeye çalışılır. O zaman Yıldırım Beyazıt haçlı saldırılarından Varna’yı değil, İstanbul’u korumuştu. İstanbul hala Konstantinopol ve Bizans başkentiydi.
Bu savaşta Yıldırım Beyazıt Bizans’ı korumuştu. Bu savaşın Bulgaristan Türkleri ile girdisi çıktısı yoktur, ilişkisi, ilintisi olmasa da, esen hava hep anti-Türk ve anti-İslam’dır.
Şimdi biraz daha gerilere gidelim. 1204 yılında IV. Haçlı Seferi Bizans İmparatorluğu başkenti Konstantinopol’u ele geçirmişti. Boğazın incisi, modern uygarlığın başkenti ayaklar altındaydı. Bu öyle bir barbarlıktı ki, tarihte eşine rastlanmamıştır. Ganimet avcısı Haçlılar ceplerini ve heybelerini değil, buldukları bütün çuval ve sandıkları bile tıka basa doldurmuşlardı. Talancılar bayram ediyordu. Bizans’ın Balkanlardaki topraklarında Latin İmparatorluğu kurdu. İmparator tahtına da bugünkü Belçika, o dönemin Flandriya Kontu Balduin Konstantinopolskiyi oturdu. Bu istilacının ne kadar gururlu biri olduğunu anlamanız için Belçika’nın Mons şehrinde (1868) kurulan Balduin Anıtını görmeniz yeterlidir.
Bir gün, Balduin 10–12 bin kişilik ordusuyla, o zamanlar adı Adrianapol olan bugünkü Edirne’ye yaklaştığında kale küllerinde Bulgar Çarı Kaloyan’ın bandıralının asılı olduğunu görür. Şehrin içinde Kaloyan askeri olmasa da, bu yerleşim mıntıkası Bulgar hükümdarın idaresine bağlanmıştır.
Baduin ordusunun Edirne’ye yaklaştığını gören Kaloyan’ın kalabalık orduları ile 14 bin kişi sayan Kuman atlıları Meriç-Tunca ırmaklarının kesişme nokrasına yönelir.
(Kumanlar, XI yüzyılın başlarından XIII. yüzyılın sonlarına kadar Tuna ile Volga Irmakları arasına yayılmış Karadeniz kıyısı bozkırlarında yaşayan göçebe Türk boylarıdır. Bir kısmı, işte şimdi anlattığımız Baduin-Kaloyan (1204) çarpışmasından sonra Trakya’da kalmışlar ve yerleşmişlerdir. Trakya’ya Osmanlıdan önce gelip yerleşen Türk boylarındandır)
14 Nisan 1205 günü Kuman atlıları Balduin ordusuna yeniden aldırır, kendini kovalatır ve Latin ordusunu bir bataklıkta kilitler. Avrupa’nın en büyük tarihçilerinden biri olan Kont Lui dö Blua olayı şöyle yazmıştır:
“Bulgarlar Latinlere kara bir duman gibi saldırdı. Bulduin atlılarına ne yayılma ne de silahlarını kullanma imkânı tanıdı. Mızrak kullanma ustası olan, Latin ordusunun en önemli bölüğü bu çarpışmada telef edildi.”
Soruyorum, Bizans’ı koruyan, İstanbul’un, o zamanların dünya uygarlık ve medeniyet merkezinin düşmesine yol vermeyen Kaloyan ve Kumanlar neden kahraman da, 200 yıl sonra Lehler ve Macarlar üzerinden gelen 4.Haçlı seferini Varna’da durduran Yıldırım Beyazıt neden kötü biri anlayamadım. Evet, bir türlü anlayamadım. Anlayamıyorum. Bu gidişle bakış açımızı değiştirip, ortak bir noktada birleşmezsek, anlaşmamıza da yol yok gibi.
Bu olaylar bir değil beş değildir. “Batak” öyle, “Araba Konak” soygunu öyle, Hr. Botev’i kim öldürdü? Asılmamış olan V. Levski’yi kim astı? Hikâyeleri ve daha neler neler hep aynı dizidendir. .
Seyhan ÖZGÜR