Tarih: 11 Temmuz 2019
Yazan: Rafet ULUTÜRK
Eski Yugoslavya Cumhuriyeti etnik devletlere parçalanırken, 1995 yılının 11 Temmuzunda Müslüman Bosna’nın SREBRENİTSA şehrinde tezgâhlanan soykırım asla unutulamaz. Unutulmamalıdır!
Toplu mezarlardan çıkarılıp 25. yıl dönümü anma törenlerinde dua edilerek anıt kabrinde yerini alan 8 372 kahramana, Bosnalı 33 şehit daha dua edilerek toprağa verildi. Srebrenitsa anneleri bu günde 1000 kaybı daha arıyor. Uluslar arası Savaş Suçlarını Yargılayan Mahkeme olaya SOYKIRIM YERİNE “katliam” dedi, artık katillerin pek çoğunu yargıladı, yenilerini aramaya devam ediyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Balkanlar’da ve Avrupa’da en büyük soykırımı Bosna’nın Srebrenitsa vadisinde Sırplar tarafından yapıldı.
Bosna devletinin ve Cumhuriyeti’nin kurucusu, bilge lider Aliya İzzetbegoviç feci olayı dünyaya şöyle anlatmıştı: “Savaşı yaşamayan kişiye onu anlatmak çok zordur. Anlayamazsınız. Dört tarafı taşlarla çevrili bir şehre, her taraftan ateş edildiğini düşünün. Hareket eden her şeyi vurma emri veren bir zihniyet düşünün. Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir yöntem düşünün. Ağır silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale gelebileceğini hayal etmeye çalışın. Milyonlarca boş kovan… Elimizdeki insanı malzeme tükendi… Şehirde gıda bitti, temiz su şebekeleri imha edildi. Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de… Şehre giriş ve çıkış da yapılamıyordu… Bir kuşatmaydı bu. Çocuklarımız, bebeklerimiz, yaşlılarımız açlıktan, bakımsızlıktan öldüler. Birleşmiş Milletler, bize yardım gönderiyoruz diye 30 yıl öncesine ait konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu konserveleri sokağa koyduğumuzda, kapağını henüz açmadan, köpekler bile onların kokusunu alıp henüz kaçıyorlardı. Savaşı yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler kadınlarımıza, kızlarımıza yönelik tecavüzlerdi. Maalesef, Bosna’nın her tarafından, Moster’den, Srabrenitsa’dan bu tür haberler alıyorduk. Bu, Sırp askerlere verilmiş kati bir emirdi”.
Sırp entelektüellerin teorisini yazdığı etnik temizliğin bir parçası olarak Sırp yöneticiler tarafından kurgulanmış iğrenç bir plandı. Bir gün Broçka’da üç bin kardeşimizin boğazlanıp nehre atıldığını öğrendik, başka bir gün toplu soykırım Kosaraz’da devam etti, peşinden Priledor’da… ve sonra bütün Bosna’da…
Biz Sırplara düşman değildik. Onların yöneticilerinin bize ve ortak yaşama idealine karşı çıkmalarına direniyorduk. Yani Sırp devletinin işgal etme politikasına karşı. Ama düşmanımız yani Sırplar, doğrudan bizim milletimize düşmandı.
Sırplar şehitlerimizi gömdüğümüz mezarlarımıza bile tahammül edemediler, hepsini tahammür ettiler… Sadece mezarlarımızı değil, tarihi eserlerimizi de… Yüzyılların kıymetli Mostar’daki Köprümüz, Saraybosna’daki NAHIT Kütüphanemiz ki, bu kütüphane Avrupa mimari tarzına göre, inşa edilmişti. Yıktılar. Yaktılar. Yıkılan 1300 camimizi saymaya gerek var mı bilmiyorum…
200 bin insanımızın öldüğünü, binlerce kadınlarımıza ve çocuğumuza tecavüz edildiğini, insanlarımızın açlıktan kırıldığını, yüz binlerce vatandaşımızın vatanlarından kaçmak zorunda kaldığını gördükleri halde Fransa, İngiltere, Rusya gibi büyük devletler ne yaptı dersiniz? Onlardan yalnız Saraybosna’ya uygulanan ambargoyu kaldırmalarını istediğimiz zaman, BMT Güvenlik Konseyi toplandı ve isteğimiz bu modern demokrat devletler tarafından reddedildi. Ben hem onların hem de Sırpların bana karşı işledikleri suçları af edebilirim, askerlerime karşı işledikleri suçları…
Ama söyleyin hangi sabır onların kadınlarımıza ve çocuklarımıza karşı işledikleri suçları af ettirebilir? Asla af etmeyeceğim.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra, Batı’nın ve Avrupa’nın Bosna’daki Soykırıma müdahale etmediğini söylemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Onlar bu soykırıma doğrudan ve çok etkili bir şekilde müdahale ettiler: Sırplara yapabilecekleri her türlü yardımı perde arkasında yaptılar. Boşnakları elleri kolları bağlı bıraktılar ve sonunda zeminini hazırladıkları Müslüman kıyımını oturdukları yerden seyrettiler.
Saraybosna’yı, Mostar’ı gezerken göreceksiniz ki, bizim şehirlerimizde park yoktur. Bütün parklarımız şehitlerimizin istirahatgahı olmuştur. Boşnakların en mahir olduğu işlerden biri de mezar taşıdır. Bu sözün ne anlama geldiğini şehirlerimizin dört bir köşesinde karşınıza çıkacak şehitliklerimizde göreceksiniz.
Dünya Bosnayı o mucizevi ve onurlu direnişiyle hatırlasın isterim de bizim yüreğimizde sakladığımız ama yine de yüzümüze yansıyan şey “acı” dır.
Lütfen bu söz sebebiyle bize acımanız gerektiğini düşünmeyin, hatta sakın bize acımayın. Çünkü bahsettiğim bu acı ancak bir Boşnak kardeşimizin anlayabileceği ve hakkıyla yaşayabileceği bir histir.
Biz acınacak bir millet değiliz aksine attığımız her adımda gururla yürüyoruz.
Size Bosna hakkında anlatmak istediğim son şey çocuğunuz üstünkörü bildiği bazı detaylara vakıf olmadığı Srebrenitsa olayı hakkında… bir inanın hayatında karşılaşabileceği en aşağılayıcı, en zalim, en adi günlerin yaşandığı SOYKIRIM… İnanın, o gün Srebrenitsa’da bilinen binlerce Boşnak kardeşimize Allah’ın kitapta bize anlattığı cehennemi tarif etseniz, onlar o cehenneme sığınmak için ne yapmaları gerekirse, mutlaka yaparlardı. Ama buna bile fırsatları olmadı…
***
25 yıl önce yaşanmış ve etkileri hala devam eden bir trajedidir bu. Avrupaya, NATO ve Birleşmiş Milletler kararlarına güvenerek silahlarını teslim eden bir halkı tamamen yok etme denenmesi yaşanmıştır. Fakat 1995 Temmuzunda Sırplar, Radko Mladiç komandasın da Srebrenitsayı tanklarla abluka altına aldılar. Dağlardan toplarla Srebrenitsa’yı bombaladılar. Silahsız insanların çoluk çocuk halkın üzerine ateş edildi.
Sırp General Miladiç, boş sokaklı, evleri yıkılmış, Srebrenitsa’ya girdiğinde “Nihayet Türkler’den intikamımızı alıyoruz, artık onları Avrupa’dan tamamen kovmanın zamanı geldi” diye konuşuyordu.
NATO’ya bağlı uçakların İtalya üzerinden havalandığını ama yeni bir emirle geri döndüğünü biliyoruz.
Facianın bir sahnesini, yine Aliya İzzetbegoviç’in anlatımından anımsayalım: “ Dokuz yaşında henüz erginliğe girmemiş bir erkek çocuğu düşünün. Yanında annesi var. Sırp askerler çocuğun başına silah dayamış ve o anda çırılçıplak soydukları kadına yani annesine tecavüz etmesini istiyorlar. Çocuklar askerlerin istediğini yapmayınca kafasına sıkılan tek kurşunla can veriyor. Bu sırada Hollandalı Barış gücü askerleri kulaklarına taktıkları kulaklıktan müzik dinliyorlar.”
Vahşetin başka bir örneği: “ Bir Boşnak kadın, kucağında 5 yaşında bir kız çocuğu. İki asker, kızı annesinin kucağından indirmeden kadının kollarını ve ellerini iki yana açıp üçüncü bir askerin tecavüzüne yardım ediyor. Bu sırada Birleşmiş Milletler barış gücü komutanı, askerlerin komutanı Miladiç’le aynı masada bira içiyor. Bebe bağırıyor. “Kes sesini!” emreden asker, çocuğun dilini kesip yere atıyor.”
***
Bu vahşete dünya “SOYKIRIM” dedi.
1972 -1973 ve 1984-1989 yıllarında biz Bulgaristan Müslüman Türkleri de aynı dehşeti yaşadık. İsimlerimiz, dilimiz, dinimiz değiştirildi. Bulgar komünist katillerin hedefindeki milli, etnik, ırk, dini soykırım vardı. Bizde de 200’den fazla Müslüman öldürüldü. Memleket baştan-başa kahramanların anıtlarıyla dolu! Binlerimiz sürüldü, ölüm kamplarına düştü, tutuklandı, içeri atıldı, yıllarca zindanda kaldı. Öğretmen Büyümüz Hocamız Nuri Adalı gibiler, 24 yıl hapislerden ve sürgünlerden çıkamadı.
Soykırım, Fransızcada “genosit” olarak şu tanımla bilinir: Siyasal, ulusal, ırksal ya da dinsel bir nedenle, azınlık durumundaki bir insan topluluğunu soyca yok etmeyi amaçlayan toplu öldürme eylemidir.
Halk ve Özgürlük Hareketimizin (DPS) 1990’da Büyük Halk Meclisi milletvekili seçilen Prof. Dimitır SEPETÇİEV “Bulgaristan Müslümanlarına karşı milli, dini ve etnik soykırım işlenmiştir” dedi.
21 Mart 1991 tarihinde bir grup hukukçu, Bulgaristan Yüksek Mahkemesine delilerle kanıtlı ve gerekçeli bir karar sunarak, Ceza Kanunu’nun 162. Maddesine göre, Bulgaristan’da nüfusun bir kısmı olan, bir etnik grubu yok etmeyi amaçlayan sözüm olan “soya dönüş” sürecinin, hedefi ve sonuçları bakımından gerçekleştirilmiş bir soykırım olduğunu kabul etmesini istediler. Onlar, Birleşmiş Milletlerin tavsiyesi üzerine Bulgar Ceza Kanununa dahil edilen 416 ve 419. Maddelere dayandılar. Bu gerekçede örnek olarak 1989 yılına kadar ve daha önce işlenen sözüm ona “soya dönüş süreci” suçları gösterildi.
– madde, milli, etnik, ırk ve dini gruplara giren insanların kısmen veya hepsini yok etmek amacıyla işlenen suçların cezalandırılmasını kapsamına alıyor.
Bu amaçla katillerin şu suçları işlediğine işaret edilirken cezanın da 10 yıl ağır hapisten başlayarak idamı da içine aldığına işaret ediliyor. Suçlar:
- Öldürmek, yaralamak, sakat bırakmak, bu gruplardan olan insanların devamlı olarak kafasını devamlı karıştırmak, küçümsemek, suç telkin etmek.
- Bu grupları tamamen veya kısmen bedenen yok olmasına neden olan fiziksel koşullarda yaşamaya zorlamak.
- madde: Bu suçların işlenmesine göz yuman komutan, önder ve yöneticileri kapsar ve aynı cezalarla cezalandırılmasını öngörür.
Bununla birlikte Bulgaristan avukat ve hukukçuları Bulgaristan Müslümanlarına karşı işlenen suçları soykırım olduğunu, Ceza Kanunu’nun milli düşmanlık ve kin ve öfke kışkırtmanın cezalandırılmasını öngören 162. Ve aynı kanunun 282. Maddenin 3. Fıkrasında suç olarak gösterilen güya “soya dönüş” gibi uygulamaların savunmasız vatandaşların malına mülküne el atmak için kullanıldığını soykırıma gerekçe olarak gösterilmişti.
İsim değiştirme ve 360 bin Türkün vatanından kovulması esnasında Bulgaristan Müslüman Türklerine soykırım işlendiği gerçeği, DPS Merkez Yönetimi Başkan Yardımcısı, Türk partisinin 36. Büyük Halk Meclisi milletvekili Prof. Dimitır Semerciev tarafından 1991 yılı Temmuzunda Bulgaristan Türklerine karşı işlenen soykırım gerçeğini Almanya’ya taşıdı. Berlin İnsan Hakları Sorunları Konferansında sunduğu raporda sunduğu büyük sayıda örnek arasında, Türklerin ve diğer azınlıkların çocuklarının anadillerinde eğitim almasının hala yasak olduğuna, dini bayramlarımızın yasak olduğuna, geleneklerimize göre yaşamamızın yasaklı olduğuna vurgu yaptı. Ülkemizde anadil yasağı 2020’de de devam ediyor.
Prof. Semerciev Bulgaristan’da Müslüman azınlığın ekonomik baskı altında çalışmak ve yaşamak zorunda olduğuna, amansız sömürüldüğüne, azınlıklardan vatandaşların ancak kara işte kol emeğinde çalıştırıldığına, madenlerde, kirlilik düzeyinin çok yüksek olduğu ortamda ve öncelikle tarımda çalışmaya zorlandığına işaret etmişti.
Prof. Semerciev, DPS partisindeki aktif çalışmalarında kaleme aldığı yazılarında, Bulgar toplumunun idare eden ayrıcalıklı sınıf ve milli azınlıklardan oluşan sefil alt sınıfa bölünmüş olduğunu, Türk azınlığın kolektif hakkı olmadığını, Türk milli ruhunun yok edilme saldırılarının devam ettiğine vurgu yaptı. Bir bilim adamı olarak, o 1990 yılında derinleşen Bulgar ekonomik ve mali krizi yükünün Türk azınlık sırtına yüklendiğine, bu azınlığın kısıtlı gelirle, ucu ucuna yaşamaya zorlanmış olduğuna işaret etmişti. Azınlıkların yaşadığı il ve ilçelere, eğitim, sağlık ve kültürel ihtiyaçlar için devletin daha az ve yetersiz ödenek ayırdığını yazdı ve anlattı. Türk çocukların eşit haklı vatandaş olarak yetişmesinin her adımda engellendiğini ve etnik azınlığımızın sürekli yok edilme baskısı ve tehlikesi altında yaşamaya sıkıştırıldığını defalarca belirtti.
Bulgar makamlar, Bulgaristan Türklerine karşı “soykırım” ve yarıca “kültürel soykırım” işlendiğinin mecliste onaylanması engellemede ve resmi kurumlarca Uluslar arası İnsan Hakları Mahkemesine taşınmasını frenlemede yol kesen durumuna 1992’den sonra Hak ve Özgürlük Hareketi (DPS) ve onun hain başkanı Ahmet Doğan oldu.
Bulgaristan Türklerinin hak ve özgürlük davasında yaşadıkları soykırım ve kültürel soykırımın resmen tanınmasını ve açılan davaların hiç birinden karar çıkmamasını engelleyen politik güçler üzerinde ve bu davanın aşamaları üzerinde duracağız.
Okuduğunuz ve paylaştığınız için teşekkürler.
SOYKIRIMI UNUTURSANIZ – SOYKIRIM TEKRARLANIR