Muazzez YURDAKUL

Konu: İsteğinize uyarak, iğneyle kuyu kazıyorum.             

Fener Rum Patriği Bartholomeos’un Bulgaristan Ziyareti siyasi platformda çok yorumlandı. Siyasetçiler ve gazeteciler eteklerinde ne varsa döktüler. Yorumlar US sakızı gibi uzarken Rum Patriğine “Türk Ordusundan Albaı”, “CİA Ajanı” vs yakıştırmaları hep içinden çıktı. Daha neler neler dendi. Suçu, “şu Birinci Dünya Savaşı’nda Batı Trakya kilise ve manastırlarından araklanmış olalı lütfen iade edin!” demiş olmasıdır.

Çocukluğumdan hatırların, annem, pişirdiği yemekten kokusu komşuya gitmiştir, tattırmadan olmaz, anlayışımızla tadımlık gönderdiğinde, “kızım bekle,  tası geri getir Muazzez, almadan dönme kızım!” diye her defasında arkamdan bağırarak tembihlerdi.

Öyle ama bizim Bulgar’da da ele geçirdiğim benimdir ve geri vermem duygusu çok güçlü. Rum kiliselerinden topladıkları haç, ikon, kitap ve dini kalıtları 100 yıl saklamak, nasıl bir diploması anlayışı, akıl erdirilecek gibi değil. Anlaşılan söz konusu kilise malları çalınırken pek gören olmamış ki, uluslararası antlaşmalara işlenmemiştir. Bulgar dilinde “haram maldan hayır gelmez” değimi yok.

Bizim dertler de böyle birikmedi mi? Sosyalist Bulgar devleri 1945’ten sonra kılıf bulup el koyduğu vakıf topraklarımızın, koru ve ormanlarımızın, otlaklarımızın, okullarımızın, dükkânlarımızın, bezi stenlerimizin, otellerimizin, hanlarımızın, hamamlarımızın, mezarlıklarımızın, medrese ve camilerimizin, İl ve Baş Müftülük mallarımızın alırken hepsini aldı da, sonra herhangisini geri verdi?

1990’dan sonra totaliter devletin, belediyelerin ve diğer kurumların gasp ettiği tüm taşınmaz, mal ve mülklerin geri verilmesine ilişkin özel kanun çıkardı. Yürürlüğe girmesine rağmen herhangi birini geri alabildik ki? Mahkeme kararlarına rağmen vermediler, vermiyorlar.

Her gün yeni bir çomakla geliyorlar meclise. Şimdi kalkmışlar, Sofya meclis kürsüsünden Avrupa Birliği İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kapatılmasını istiyorlar. Neden acaba! Çünkü bu mahkemenin kanunlarında “yükümlülükler” yokmuş. Sofya Meclisi “totaliter devletin ve makamlarının el koyduğu ve kullandığı taşınmazların, mal ve mülklerin tamamının geri verilmesi zorunludur” hükmünü getiren kanunu onaylarken, çalınan mülkleri iade etme hükme esas getirmiş olmadı mı? Gerekçesi ise yasa dışı alınanın iade edilmesi değil midir? Böyle olmamış olsa, Katoliklerin ve Doğu Ortodoks kilisenin mülklerinin tamamını neden iade ettiler acaba? 2014 erken genel seçimlerini yöneten geçici hükümetin başbakanı Georgi Bliznaşki Sofya Merkezi’ndeki altın kubbeli “Aleksandır Nevski” kilisesini Doğu Ortodoks Kilisesi Başkanlığı “Sinod”a iade etti. Fakat Müslümanların mallarına gelince sular duruyor. Mahkemeler, usuller, baskılar, dolaplar, gösteriler, taşlamalar ve sonunda Yüksek Temiyiz Mahkeme’nin birinci derece (asi) ve il mahkemelerinde lehimizde verilen kararların, sudan, uydurma gerekçelerle hepsini bozması, adalet aramamızı yokuşa sürüyor, anlamsızlaştırıyor. “Gereği görüldü – itiraz edilmez” tüm umutlarımıza balyoz oluyor. Görüldüğü üzere artık sırada AİHM’ yolunun kesilmesi var. Dağıtılmasını, kapatılmasını da isteyebilirler. Amaç, Türklerin, Müslümanların, haklarını, mallarını, mülklerini yasal yollardan geri alabilme yollarını tıkamaktır. Bu, 1878’de böyle başlamış bir zorlama, yokuşa sürme süreci olup şekil değiştirip devam ediyor. Aldı başını gidiyor, ne durdu, ne soluklandı, ne de niyetinden vaz geçti. Kuşkusuz, gözü doymazların,  açgözlülerin esin aldıkları ve bıçak biledikleri tarihsel kaynaklar var. Zaten bu dolandıran dolandırana olayı bütün toplumu sardı.

Tezimi bir örnekle açıklamak istiyorum:

Stefan Stanbolov 1 Eylül 1887 ile 31 Mayıs 1894 arasında, kudurmuş bir katilin kör bir satırla başını ikiye yardığı ana kadar,  Bulgaristan Prensliği Başbakanıydı. Sofya’yı ziyaret edenler görmüştür. Ordu Evi önündeki “Aksakov Parkı”nda artık 121 yıldan beri kafa tası ikiye bölünmüş  gelip geçene öyle bakan bir büst var. O anıt onun yazgısını anımsatır. Stambolov’u katledenleri araştıran meclis komisyonunun 6 ayda hazırladığı 645 sayfalık raporda çok ilgin, bir çok gerçek dikkat çekiyor. Bir örnekle sizi konumuzun dibine çekiyorum.

1854’te Tırnovo şehrinde dünyaya gelen ve çocukluğu baba kahvesinde kaymaklı Türk kahvesi yapmakla geçen Stambolov, 1886 ile 1894 yılları arasında Prensliğin başbakanı iken, İstanbul’daki Osmanlı Bankası’ndan 80 bin altın leva kredi almış ve bu parayla Burgas illerinde göçe zorlanan Türklerin topraklarına konmuştur. Bu kayıt, Osmanlı Bankasından borç par alan Bulgar başbakanının ciğerinin içini göstermiyor mu!? Bu rapor, bir röntgen olsa Stanbolov’un ciğerini bu kadar şeffaf gösteremezdi.  Bu gerçek, 20. Yüzyıl göçlerinin hepsinde örneklenebilir. Örnekler böyleyken AİHM’nin kapatılması yapılacak en birinci iştir.

1980 darbecisi General Kenan Evren, Sofya ziyaretinde, diktatör Todor Jivkov’la görüştü. Biz Bulgaristan Türker’i hakkında “eti senin, kemiği benim” dedi. Bizi maldan mülkten caydıran, memleket sevgimizi kahreden işte bu sözler olmuştu. Bu sözler umutlarımızı ince ayar kıyan bir satır etkisi yapmıştı.  Oysa onun da annesi bizdendi. 1878 büyük bozgununda Tuna kıyısı,  Sviştov kasabasından göç edip anavatana sığınmışlardı. Biz Bulgaristanlı soydaşlar insan belleğinin kendini ve kimliğini unutanlara ve kişisel menfaatler için Türklüğe ihanet edenlere büyük isyanını bekliyoruz. Bu ateş mutlaka tutuşacaktır.

Yazıma,  Katolik doğan Boris, neden Doğu Ortodoks dinine geçti, başlığını atma istemiştim. 20. Yüzyıl Bulgar tarihinde bu çok önemli bir olaydır ve temelinde III. Boris’in vaftiz edilmesi vardır. Kişisel menfaatler, Bulgaristan’a Prens ve Çar olma hevesi, egemen olma tutkusunu yenemeyen Ferdinand Saks Koburg’un serüvenler dolu hayatından bir anı sizlere yazarak anlatmak istiyorum. Yukarda başının satırla iki ayrıldığını hatırlattığım Stefan Stambolov, başbakan olmazdan önce de, Bulgarların tarihinde çok önemli şahıslardan biridir. O, okumaya gittiği, Odesa Papaz Okulundan siyasi görüşlerinden dolayı kovulmuştur. Bulgar dilinde adına “hış” denen, 19. Yüzyılın ikinci yarısında Romanya’daki devrim ocağında demlenmiştir. Osmanlıya başkaldıran Bulgar komitacılığının atası sayılan Vasil Levski’den sonra komitacılık işleri ona devredilmiştir.  1875 Eski Zara (Stara Zagora) Ayaklanmasını yöneten de Stmbolov’tur. Üstüne üstelik bir Rusofil olarak eğitim görmesine karşın 1876’da Osmanlının çekilmesinden sonra bu toprakları idare etmekle görevlendirilen Prens Aleksandır Batenberg’in hastalık yüzünden Bulgaristan’dan ayrılması gerekince, onun yerine Viyanalı bir üsteğmen olan Ferdinand’ı getiren ve Bulgar tahtına oturtan da yine odur. Kuşkusuz, bu arada, yukarıda anlattığım dalavereler dışında hazinesinde para, devlet yapısı, yerleşmiş medeniyeti olmayan bir ülkede bu kadar işi yapmak çok büyük irade, kararlılık ve devlet adamı kimliği gerektirmiş olmalı!

1878’de Rus İmparatorluğu’nun Osmanlı’dan koparabildiği Bulgar Prensliği, Padişahın 1870’te Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi’ne ibadet için tanıdığı topraklardan bir karış ne eksik ne de fazladır. Bunlar, San Stefano (Yeşilöy) Antlaşmasında belirlenen sınırlardır. Ne ki, ben top toprakları Bulgarlara verdim diye olup bitenden sonra sızlayan da Osmanlı değildir. Yeşilköy Anlaşmasıyla Bulgarlara tesis edilen toprakları fazla bulan Batılı büyük güçlerdir ve 1878’de Berlin Konferansını çağıranlar da onlardır. Berlin Anlaşması Bulgar Prensliği sınırlarını Tuna Boyu, Dobruca ve Sofya yöresi olarak büzmüştür. Biz bu konuya daha defalarca döneceğiz, çünkü Bulgar milliyetçiliği ve Türk düşmanlığı, Müslümanlara kin kıvılcımlarını çakan, Balkanları bir barut fıçısı haline getiren, birçok savaşı patlatan, iş bu gerçektir. Hele şimdi tek kutuplu dünyanın da yıkılması ve denizden ve karadan kalkan Rus savaş uçaklarının Suriye köy ve kasabalarına bomba yağdırmaya başlamasıyla yürekleri yağ bağlayanların iştahları kabarmaya başladı. Fırsat bulsalar XX. Yüzyılda “kaybettiklerini” teker teker toplayıp çelik kasalar istifleyecekler. 20 yüzyılı iyi bilmeden 21 yüzyıl siyaseti çizemeyiz. Bulgaristan’daki bugünün olaylarının sızlayan köklerini en az 100 yıl gerilerde aramak gerekir.

1886’da Batı dünyasından bir teğmenin Bulgar Prensi yapılması aslında Sang Petersburg’un siyasetine bir çomak sokmak oldu. Plevne Savaşı Çar II. Aleksandır zamanında olmuştu. Siyasi soğukluk III. Aleksandır’ın ölümüne kadar da devam etti. Son Rus İmparatoru olan II. Nikolay (1894-1917) Ferdinand’ın Bulgaristan’a yerleşmesinde ve Prenslikten adımlayıp Bulgar Çarı Tahtına oturmasına ışık tutan oldu.

Bu çok anlamlı olayın seyri şöyle olmuştur.

Ferdinand Mariya Luiza ile evlenmezden önce Vatikan’da Papa’nın elini öptü. Yeminlerinde ”Evlatlarımız doğuştan, inanç, ruh ve eğitim olarak Katolik olacak.” Dediler. Ne ki, Tırnovo Anayasası’na göre, Katolik biri, Bulgar Prensi olamazdı. Prens’in ve Çar’ın dini Doğu Ortodoks olmalıydı. Bu konuda, Papa’dan resmi izin almak üzere, Vatikan’a 1897’de yeniden giden Ferdinand’da soğuk ve sert duran Papa XIII. Löv’ün sözü şu olmuştu: “Bütün görevlerinden vazgeç, heveslerini unut.” Papa, söz dinlemeyen Ferdinand’ı daha sonra Katolik kiliseden attı.

Bu olaya olumlu bakan Rus imparatoru II. Nikolay, Sofya’ya gönderdiği fermanla Ferdinand’ın Katolik dininde kalmasına razı olurken varisinin Doğu Ortodoks kilisesinde vaftiz edilmesini istemişti.

Bu konuda gerekli olan yasal düzenlemeler kısa sürede yapıldı.  Ferdinand’ın oğlu Boris’in Doğu Ortodoks Kilisesi’nde vaftiz edilmesi töreninde vaftiz babası olarak Rus Çarı II. Nikolay’ın yerini 1806’da İsmail’de Osmanlı’yı ve 1812’de Moskova’da Napolyon’u yenen General Kutuzov’un torunu aldı. Papazdan sonra, Boris adına, “Katolik kiliseden ayrıldım, Doğu Ortadoks Kilisesi’ne geçtim” sözlerini tekrarlamıştı.   Katoliklere ait olan sağdan sola inancını çözüp, soldan sağ el gezdirip yeni din kabul etmiş oldu. Boris’in din değiştirmesi törenine Sultan Abdül Hamit adına Muzaffer Paşa katılmıştı.

Büyük devletlerin arasında Bulgaristan konusunda imzasız mutabakat sağlandığına bir kanıt olan olayı kutlamak için ertesi gün İstanbul’dan özel bir trenle gelen Zihni Paşa ise Ferdinand’a 2 adet Sultan Fermanı getirmişti. Birincisiyle Ferdinand’ın Bulgar Prensliği tanınırken, ikincisi ile de onu Doğu Rumeli topraklarına idareci atamıştı. Gelişinden 22 yıl sonra, 1908’de Bulgaristan Çar olan Ferdinand, 1912’de Batı Rodoplar’da yaşayan Pomakların yediden yetmişe vaftiz ettirdi. Pomaklar istavrozun soldan sağ mı sağdan sola mı çekildiğini ve bunun ne anlama geldiğini bir türlü öğrenmediler. Çünkü onlar hep Müslüman kalmak istediler. 1936’da ve 1942’de oğlu III. Boris yine aynı Müslümanların ismine ve dinine saldırdı. Bu saldırılar da Rusların emriyle mi yapıldı, bu henüz bir arşiv sırrıdır.  “Benim başıma gelenin başkalarının başına gelmesi haktır” diyen ise Ferdinand oldu.

Bu konu üzerinde durmamın nedenlerinden biri çok farklıdır. Ferdinand ve oğlu III. Boris Bulgaristan’da şahsi idare kurmayı ve yerleştirmeyi başaran iki hükümdardır. Şahsi idare konusu tutmuştur. Todor Jivkov da şahsi diktatörlük rejimi kurmuştu. Bugün Türklere karşı Ahmet Doğan’ın uyguladığı da şahsi dikta türlerinden biridir. Toplumdan ve dünyadan yalıtlayark sömürüp ezme biçimidir.

1984-85 yıllarında hapse düşen Bulgaristan Türklerine alaca karanlık hücrede okumaları için verilen kitaplar arasında Ferdinand ve varisi üstüne yazılmış kitaplar da vardı. 1908 – 1944 arasında Bulgaristan’da sert faşist dikta rejimi kurulmuştu. Binlerce kişi öldürülmüş veya zindanda çürütülmüştür. 1918, 1923 ve 1944’te halk faşist monarşiye karşı ayaklandı. 600’den fazla grev ve köylü hareketi oldu. Bunların bastırılmasında hep silah kullanıldı. Rusçuk Türk v Bulgar köylü ayaklanmasında 100 şehit düşmüştü. Baba oğul son iki Bulgar Çarı etnik azınlık topluluklarındakilere ezilmişlik, hor görülmesi gerekenler, kara işleri yapmak zorunda olanlar, köle ruhlular,  siz her zaman bizden sonrasınız, kendilerine güvenilemez, ikinci sıradakiler gibi kıstas, tutum, davranış ve duyguları yaratmış ve ikinci sınıf insan ruhu dayatmıştır. Ferdinand, Türkler ve diğer azınlıklar arasında ilk hafiye ve hain ağı kurduran hükümdardır. Bulgaristan’da II. Aleksandır anıtları onun zamanında dikildi.  Şipka Tepesi’nde Türklerle çarpışmalar her yıl canlandırılıp Müslümanlarla alay etme törenlerini o başlattı. 120 yıldır devam ediyor.

Bu sabah -23 Kasım 2015 –  Sofya’dan yayın yapan  “On Air” TV, Suriye’de 11.5 milyon insanın evsiz barksız kaldığını, sığınmacılarla birlikte büyük sayıda “El Kayda” ve “DAEŞ” ajanının Batı Avrupa’ya sızdığını anlatırken şöyle bir fikir alış verişi oldu. Batı Avrupa anakentlerinde oynanabilecek ajan oyunları tartışıldı. Terör olayı Brüksel’de Avrupa Birliği merkezini kapattı. Şöyle de bir yorum getirildi.

Bulgaristan’dan Türkiye’ye 20. Asır göç kafilelerinde sınırı geçen büyük sayıda ajan vardı. Göçmenlerin zorluklar karşısında geri dönmelerini önlemek açısından çok önemli rol oynadılar. Onlar, memleketlerini, evlerini gözden çıkarıp gidenlerin geri dönmelerine engel olmuştur. Dinledim dinlemesine de, sanki dilimi yuttum, ne diyeceğimi bilemiyorum. Irmaklar hep aynı yöne akmaya devam ediyor sanki.

Dünya dönmeye devam ediyor.

Konumuz bitmedi. Başımıza gelen büyük felakettir göçmenlik. Ferdenad zamanında da vardı, oğlu III. Boris zamanında da oldu, Todor Jivkov döneminde de ocağı sönmedi, Ahmet Doğan da aynı pis işlerin çobanıdır. Nedenleri yaşadığımız toplumun içinde gizlidir. İçte midir yoksa dıştan mı iğnelenir bu mikrop? Sorun bunu bulup açıklamaktır. Görebilmemiz çok önemlidir. Mikrop gibi şırıngalanmış da olsa, bulmak, çıkarmak, herkese göstermek ve kökünden kurutmak zorundayız. Sözünü ettiğim milliyetçilik, ırkçılık, Türk ve Müslüman düşmanlığıdır.

İkinci yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim.

Devam edecek.

Reklamlar