Seyhan ÖZGÜR
Seçime gidiyoruz da memlekette bir kıpırdama yok.
1 Mayıs Bayramını, cumartesi pazar tatilleri, ardından Ordu Günü, şimdi de İkinci Dünya Savaşı zaferinin yıl dönümü havalarında göklerden inmeyen bayraklar herkesin kafasını dağıttı. Sağnak yağışlar, su baskınları, seller ve hasar olmasa çok güzel bir ilkyaz tatili olacaktı. Doğa açmış, güllerle ıhlamurlar ve akasyalar saat sayıyor. Yağışta çamurda kırda tarlama iş olmadığından, imkânı olan iyice silkindi. Bu seçimde gelip bize şu Avrupa işlerini anlatan olur hevesinde olanlar da vardı. Bu arada kullaklar hep radyoda, güzler TV ekranında Ukrayna haberlerini izledi. Bu açıdan sanki AB seçimleri ikinci üçüncü sıraya itildi.
Fakat bizi düşündüren aday listelerini açıklayan Parti ve sivil kuruluşların ve hatta bağımsız adayların neden kıpırdanışa geçmemelerinin asıl sebebidir. Bu defa artık kimse boş söze inanmak istemediği gibi, sanki söylenecek söz de yok. Kimin ne düşündüğü de belli değil. Herkesin kafası çatalbaş, bir Brüksel’e ve hemen ardından Moskova’ya bakıyor.
Daha önce seçtiğimiz ve 5 yıl Brüksel’de kalan milletvekillerimizden ne hayır gördükse, bu işler aynı şekilde devam eder, AB’den bize hayır gelmez, deyenler çoğaldıkça, Moskova’dan korkanlar da artıyor. Bir defa Bulgaristan’ın Avrupa Birliği ile ilişkilerini sıkı geliştirme planı yok. Bağlayıcı anlaşmalarımız yok. Bu yüzden insanımız AB’ye 28 çarpaklı bir kazan gibi bakmaya başladı. Herkes çarpağını doldurmaya çalışıyor da, bizim çarpak hep boş. Ne, ne istediğimiz, ne de, bizden ne istedikleri belli. Tarımımızı yok ettiler, her üretime sertifikat, kota koyarak elimizi kolumuzu bağladılar.
Biz adamlara manda peyniri de göndersek, onlar kokulu Fransız ve İsviçre peynirlerine alışmış. Yıllar yılı bizim “Maritsa”, “İdeal” vs. domates cinslerimizi övdük, fakat onlar hibrit arıyor, aynı büyüklükte, ayn ırenkte, gön gibi etli seviyor. Bizimkilerse sulu. Tadı bal gibi de olsa neye yarar. Yıllar önce, Prag’a gazetelerinden biri bizim “kamba” biberlerimizi överken, “Çorbacı” biverlerimizin her birinde bir limonda olduğu kadar vitamin C olduğunu yazmıştı ama son dönemde onlar da iyice daha avrupalaştı ve turşuları ve salataları şekerli yapmaya başladı. Bizim ihracat kalemlerimizde işler karıştı.
Sosyalizm yıllarında ABD’ne kaşar peyniri satıyorduk. Bir yıl yıllanmış olana taleptiler. Bugünkü bunalımda hangi mandra bekletebilir bir yıl kaşerini? Olacak iş değil. Sanayiimiz iyice çöktü. Toplam 1470 küçük ve büyük endüstri tesisi kapandı. Hem de bir daha açılmamak üzere, hem kapandı, hem hurdaya çıkarıldı, hem de malı mülkü sizindir diye senetleri emekçilere dağıtıldı ve vatandaş aldatıldı. Düşünebiliyormusunuz, 2 ipekli iplik fabrikamız, bunların ardında binlerce dönüm dut bahçesi, 4 ipekli dokuma fabrikamız, 16 pamuklu dokuma tesisimiz, Kazanlıkta ipek ve pamuk dikil ve nakış ipliği tesisimiz vardı.
Konfeksiyonu-muz dünyaca ünlüydü.
Gabrovo “gabardinleri” dünya pazarlarından ödül almıştı. Uzatmayalım… acı basıyor. Şimdi elimizde kala kala bir oy kaldı. O da ekmek değil ki bölüp bölüp pandırarak yiyesin! Doğrusunu söylemek gerekirse halk acılar çekiyor. 25 yıldan beri ne kendine gelen, ne biçimlenen, ne tay durabilen, ne de halkımıza bir yararı dokunan demokratikleşmemizden bir sızlamadır başladı. Sıkça iğneliyor. Fakat bu henüz yeni yeni başladı da, ne Hak ve Özgürlükler Hareketini nede bütünsel olarak bir işe yaramayan toplumsal düzeni henüz çatırtacak duruma gelmedi. Bu arada sızlama şiddetlenmeye başladı.
Dikkatimizi çeken, son dönemde bir gizli el, halkı yatıştırmak amacıyla sürekli hamlelerde bulunutyor. Sağnak yağışlardan sonra hemen dere, çay, ırmak, yataklarının temizlenmesi, 50 yıldan beri sallanan köprülerin onarılması, selin götürdüğü asvaltların yeniden döşenmesi ya da çakıllanması gibi işlere el atılmasını isterken, aç kalan felaketzedelere 300 leva dağıtılması karar bağlandı. Ezilenler bir az yatıştırılıyor, eski yuvanızdan sakın çıkmayın rahatınız bozulur havalarına giriliyor. Bu uzun el sanki sürekli gündem belirliyor, devamlı boş umutla herkesi avutmayı beceriyor ama nereye kadar. Beni düşündüren, hiç propaganda yapmadan ve memlekette seçim günü hiç kimse evinden çıkmasa, yani Mayıs 1989’da açlık grevi yapanların direndiği gibi, seçime boykot uygulansa, bu seçimi kim kazanır?
Hiç kimse oy kullanmasa sandıktan kaç oy çıkar ve “kazanan olur mu?” Bu sorusunun cevabı “EVET!” Bunun içim gerekli önlemler önceden alındı. Bir defa Türkiye’deki soydaşlarımızın kimlik numaraları (EGN) lerinin hepsi muhtarlıklardadır. Türkiye’de yaşasalar da hepsi seçim listelerine alınmıştır. “Velingrat” HÖH toplantısında dağıtılan paralar bu iş içindi. Türkiye’den kimse gelmeyecek, ama hepsi sandıktan mum gibi çıkacak ve herkes HÖH/DPS partisine yani D. Peevskiye, yani Bulgar (RUS) gizli istihbarat ajanlarına oy vermiş olacak. İki, biliyorsunuz 2.5 milyon işçimiz AB ülkelerine işe gitti. Merkez seçim kurulu kararıyla AB ülkelerrinde 168 sandık açılacak ve bu sandıklardan bazıları “mobil” yani hareketli olacak.
Sabah İspanya çilek tarlasında, öğlen seralarda, amşam sularında ahırlarda oy verilecek. Burada da herkesin oy vermesine gerek yok, BSP ile GERP partileri işçi “EGN) lerini biliyor, gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Bir kısmı da zaten elektronik oy kullanacakmış. HÖH partisinin elinde 500 bin seçmenin (EGN) numaraları dosyalanmış. Elektronik merkezlerde yoğun bir çalışma var.
GERB Partisi de 2013 Mayısında yapılan parlamento seçimlerinde yapılan büyük yanlış tekrarlanmayacak. O zaman gazeteci Nikolay Barekov Kostenbrod kasabası (Sofya varoşu) matbasında ek olarak 350 000 oy pusulası basıldığını öğrendiğinde, sandıklar fabrıkadan çıkarken “TV 7” canlı yayın kamaralarıyla basmıştı. Şimdiki sorun, şu yeni açıklanan 850 000 “ölü canlı” konusuna yoğunlaştı. Bu vatandaşlar cedvelde var, yaşıyor, ama ortalıkta görülmüyor, ölmüş olduklarına dair belge de yok. Bu isimleri, baba adları, soyadları ve (EGN) kimlik n.o.ları olan ama kendileri olmayan seçmenler, 25 Mayıs 2014 AB kütüklerinde de var.
Fakat kim oldukları belli değil. Seçimde denge belirleyici rol oynayan bu kitle, çok önemlidir. Aynı zamanda bu can sıkıcı bir olay. Biliyorsunuz birkaç hafta önce bu konuyu politik tezgaha döken Devlet İstatistik Dairesi Başkanı, eski başbakan R. İncova görevinden hemen atıldı. Gazetelerin hepsi birden sustu. Soru: Bunlar “ölü canlıların” oylarıyla mı iktidar oluyorlar. Bir soru daha var: Seçim bir sahtekarlık mı? Bu konuda biz “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyemeyiz, çeken biziz çünkü. Tüm seçim sonuçlarına katlananlar bizleriz. Seçimlerin Mister Senko oyunu olmasına müsaade etmemeliyiz.
M. Senko bir boş şapka alır, içinde önce bir, ardından iki, biraz sonra da üç güvercin çıkarırdı. Bizim seçim sandığımız da bu gidişle Mister Senko şapkası gibi birşey olacak. İçinde yüz binlerce “ölü canlı” oyu çıkınca, biz yaşayanlardan mı yoksa ölü canlılardan mıyız sorusunu sormayalım?! Bunlar bize çarığı ters giydirebilir. Sahtekarlık almış yürümüş… HÖH eliti de bu işin içinde. Korkumuz nedir? Demokratik toplumda oy verme herkesin kişisel hakkı ve özgürlüğüdür de, “ölü canlılar” bu haklarını öldükleri gün yitirmiştir. Seçme ve seçilme hakkı yaşayan insanların hakkıdır. Bu durumda şöyle bir soru çıkıyor ortaya: Biz Peevskiyi “ölü canlıların” oylarıyla da seçtirebiliriz. Tanımadığım, bilmediğim, yüzünü görmediğim kişiye oyumu niye vereyim, mantığı üstün gelmeye başladı. Onlar da dayatıyor. Neden oy kullanmadın?
Sorusunu sormaya kimsenin hakkı yoktur. Bu bakıma, seçimlerden sorumlu olan devlet makamı da yoktur. Dünya tarihinde topluca oy kullanmayan bir halktan kimse hesap aramadı, soramaz, halka karşı dava açılamaz, halk yargılanamaz. Halkın kararı kutsaldır ve yargı dışıdır. Toplu seçim boykotunun ceza ve yasası bizde de yoktur. Yani 25 Mayıs 2014 günü Bulgaristan Türkleri, Pomakları, Çingeneleri ve tüm yoksulları sandığa gidip oy kullanmasa onlara kimse birşey deyemez, kimse kimseden hesap soramak, kimse kimsenin kılına dokunamaz.
Yargıç ve savcılar özgür hareket eden seçmenden yana olmak zorundadır.
Halkın iradesi yasadan üstündür çünkü. Seçim günü oy kullanılmazsa, toplum mahkeme olmaz, ama bizde, toplumumuzda seçime bir mahkeme gibi bakan bir anlayış var. Oyunu kullanan biraz da kendini yargıç yerine koyuyor ve sanki bir oyla öç alıyor. Oyunu sandığa atarken dişini sıkanları gördüm. Bu bilinçsiz oy kulanmadır. Aslında demokratik toplumumuzun kökleşmesini engelleyen görülmeyen irade güçlerinden biri bilinçsizliktir, özgürce seçme yollarının tıkanmış olmasıdır.
Örneğin Hak ve Özgürlük Hareketi seçmen kitlesinde bir tırmanan korkunun yaşam ortası bulmasıdır.
Son zamanda daha da tırmanmasıdır. Bu ne olacak korkusudur!
Devamlı olarak bir ocak gibi yanan, içine odun atılan, iğisileri karıştırılan, külü temizlenen bu ocak, bu seçim arifesinde de yavaş yavaş yanmaya devam ediyor. Bu korku ocağını beslemenin anlamı şudur. Siz bize oy verirseniz, bizimle iyi geçinirsiniz, bize oy vermezsenin suyunuz ocaktadır. Kazan su dolu ve hep sıcak tutuluyor. Bu gerçek, şimdi halkın tasvip etmediği D. Peevski adaylığında da geçerlidir.
Bulgar halkının kendisinin istemediği bu otokrasi ayısını Brüksel’e göndermemizde ısrar ediliyor. Israr eden uzun eldir. Görülmeyen güçtür. A. (Doğan) kendine görülmeyen güç şekli vermek için Saraya kapandı, halkla yüzleşmiyor, ama görülmeyen güç başkadır, o yalnız onların ajanı ve kuklası, piyonudur. Görülmeyen elin kimin eli olduğu biliniyor da, sözde bilinmiyor. Tahminlerimize göre Moskova.
Ya biz başkalarının dertlerinin ve karanlık işlerinin hammalı mıyız?
Ne zamana kadar kullanılacağız? Peevskiyi seçmez-senin hesabınız görülecek, aç kalacaksınız, sürüneceksiniz havaları estiriliyor. Seçmiyoruz! Ha bakalım ne yapabilirsiniz!
Bu gerçekler doğru anlaşılmadan, halkımızla gündem konusu edilip tartışılmadan demokrasi yolunda adım atmamız olanaklı olamaz. Bulgar demokrasisi köy dere beyliği, totalitarizm kalıntıları, hurdaları, hiç bir şeye yaramazlar ve saray düzenbazlığıyla yollar tamamen tıkandı.
Bulgar demokrasisinde 25 yıldan beri hâkim olan dayatmacı feodal, dere-bey mantığı, içi teşilm eden, pis kan akıtılmadan, polis ajanları politikadan atılmadan doğru anlaşılamaz, analiz edilemez, islah olması mümkün olamaz.
Hakim olan şu halkı korkutarak ezen ve oyunu alan mantık köylerimizde yaşıyor. Şehirlerimizde de hala hakimdir. Bu tehditler bin bir çeşit yaşatılıp besleniyor. Su kazanı hep ocak üzerinde. Uzun eller hep ensemizde. Bu, hesabınız görülecektir baskısıdır.
Kara kazan A. (Doğan) zamanında ocaktan inmedi, Lütfü Mestan zamanında da indirilmiyor. Beyinlerimiz devamlı olarak yok edilme tehlikesiyle aforoz ediliyor, uyuşturuluyor, korku içinde yaşamamıza özen gösteriliyor.
Bu politika değişmelidir. Bu değişimin sızıntılarını yaşıyoruz.