Rafet ULUTÜRK
Dizi: Bulgaristan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde STÖ’ nin (Sivil Toplum Örgütleri) Rolü
Bulgaristan yaklaşan Cumhurbaşkanı seçimi için uyanamıyor. Toplum bilinci tökezledi. Ruhsal durgunluk semeli ve uyanmak istemiyor. Daha somut bir ifadeyle Avrupa Birliğinin kalesi durumundaki Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda gibi ülkelerde sivil toplum örgütleri, sendikalar, üniversiteli gençler ve savaş kaçakları ile sığınmacılar polise göğüs gerip sosyal ve ekonomik haklarından bir kırpık bile vermek istemezken, çalışma yasası değişikliklerini kabul etmeyip baş kaldırmış aylardan beri protesto ediyor. AB birlik ve devlet yönetim mekanizmaları kükreyen sivil toplum örgütleri selini durduramıyor.
Olayların gerisine bakarsak, İkinci Dünya Savaşı öncesi faşizm pençesine düşen Batı Avrupa ülkeleri, savaştan sonra kendini neo-liberalizmin (yeni-liberalizmin) kucağında buldu.
Zenginleri daha zengin, yoksulları daha fakir eden bu sistemle kurulan sosyal devlet düzenleri Fransa’da çökerken, domino efekti yapması bütün Brüksel makamların aylardır uykusuz geceler yaratıyor. Her gün yeni bir olay eski kıta tarihinde Almanya çağının bitiğini kanıtlarken, bunalımlar içinde bocalayan ve geniş emekçi kitlelerin daha da yoksullaşmasına çare bulamayan 28 Avrupa devletinin bir araya gelip imzaları atıp AB’de birleşmesi yeni bir nitelik doğurmadı.
Hammadde, iç ve uluslararası pazar ile mali imkanlarını birleştirmede tedirgin olan üye devletlerin yöneticileri işlerin daha da kötüleşmesinden endişelerini paylaşmak için sık sık bir araya gelseler de, bunalımı aşacak yeni oyunu kuracak lider gücü bulamıyorlar.
Durum belirleyen yeni ortamda artık sabır tamamen taşmış, yapılacak bir şey yok sokaklara dökülen halk çareyi tepeden tırnağa silahlı, coplu tabancalı, kelepçeli polislerle sille tokat savaşmakta, arabaları ateşe vermekte, çöp kazanlarını yakmakta, sokakta gecelemekte bulmaya çalışıyor. Fransa’da sivil toplum eylemcilerinin yükselttiği pankartların birinde şunlar yazılıydı:
“Bir avuç beyin, bir kaya beyinden üstündür!”
Bu slogan, “üstün akılın“, “para babalarının“, “işçi sınıfının ve beyaz yakalıların alın terini biraz daha fazla sömürmek için çalışma yasalarına saldıranların” artık yaşamını doldurduğuna, taş kafa olduklarına işaret ediyor.
Batıya hükmeden egemen güçler artık toplumu dönüştürebilecek durumda olmadıklarını gizleyemiyor. Politik partilerden hiç biri, bir tek milletvekili, Avrupa Parlamentosu Genel Kurulundan bir tek temsilci işçi mitinglerine çıkıp çözüm önerisinde bulunamıyor. Doğrusu, sanki Avrupa’nın ateşi bitmiş, ocağı sönmüş ve eski günlerin tozunda dumanında bayram ediyor.
Bizde bu duruma şöyle denir:
“Sabrın başı beklemek, ortası tahammül, sonu ferahlıktır!”
27 yıl önce “Büyük Göç”ün, bizi memleketimizden, topraklarımızdan, evimizden yurdumuzdan kovanların değişiyle “Büyük Seyahat”ın kapısı açıldı.
“Hava kurşun gibi ağırdı.” Kaydı olmayan sivil toplum örgütlerimizin liderleri, kanaat önderlerimiz, okul müdürleri, öğretmen ve hocalar, bebeli gelinler, eli hamurda nineler ” bu işin tadı kaçtı, kalkın gidelim” dediği gündü.
“Hiç kimse kurşun dökmeye çağırmadı!”
Dedeler, göçecekleri yerlere hayır ve bereket götürmek inancıyla, tekke, ata mezarı, su başı toprağından alıp kuşaklarına sardılar. Harmanda çocukların oyunları yarım kaldı. Tütünler tarlada sararıp dökülmeyi, koyun kuzu kurda çakala kurban olmayı kabul etti. Bahçelerde meyve yüklü ağaçlar dile geldi: “bu sene de dökülüp çürümek nasipmiş, elden gelen yok!” demekle yetindiler. Ufka ve güneşe bakan kalmamıştı.
Bu duruma öyle bir günde beş günde gelinmedi tabii.
Köyde kasabada yaşayan ve işiyle gücüyle meşgul olan insanlarımız idare merkezi Sofya’dan ne kadar uzak olursa olsun, Bulgarlar tek uluslu ve milliyetçi bir devlet rejimi kurmaya çalıştığından, baskı ve terörle ülkeyi baştan başa kavuruyor, insan haklarını ağza aldırmıyordu. Rejim toplumu öyle sıkmıştı ki, nerede bir sinek uçsa Sofya’da biliniyordu. Çivisi çıkan terör tırmandıkça azıyor, azdıkça dalga dalga Türk düşmanlığı kusuyordu.
Göç çuvallarının ağzı sicimle bağlanmadan ve denkler sıkılmadan 2 gün önce parti ve devlet başkanı katilimiz T. Jivkov radyo ve televizyona çıktı ve “toplayın palanızı pırtınızı ve hepiniz defolun gidin” dedi.
Elimize her ülkeye girip çıkmaya yarayan KIRMIZI PASAPORT verilmesi, Bulgar devletinin bu işi yıllardan beri hazırladığına kesin kanıttır.
Son hedefte 1978’den beri göçe zorlanan ama bir türlü azalıp bitmeyen Müslüman Türklerden kurtulmak vardı. Milliyetçi ırkçı özlemde Türksüz ve Müslümansız, İslamsız, Camisiz, ezansız, medresesiz, mescitsiz vb. bir Bulgaristan vardı.
Hatta onlar Sofya Belediye Başkanı’nın 1878’de gök gürültülü, yıldırımlı ve sağanak yağışlı bir gecede 6 minareyi temelden bombalayarak yıktığını ve sonra şimşek çarptı devrildi uydurmasıyla kilise haline getirdiğini hatırladıkça pembe hayalli başka bir dünyada yaşamaya başlıyorlardı.
Bulgaristan’da 2 332 cami, binden fazla medrese, hamamlar, dükkanlar, çeşmeler, köprüler, vakıf malı otlak, çayır, işlenir tarla, koru ve ormanla binlerce dönüm bağ bahçe onlara kalacaktı. Hem Jivkov’un hem de akıl hocalarının, onlara inanan Bulgar dinsiz ve Hıristiyanlarının bilmediği bir şey vardı, bu malın ve mülkün helalin-deki can Türk Müslüman terindeydi, onun kokusu olmadan hiç bir şeyin ne anlamı ne de değeri olabilirdi.
Öyle de olmadı mı. Biz kovulduk, fakat onlar da gün görmedi, çöktü, her gün çöküyorlar.
Öngöremedikleri şuydu: bir asırda 6 Büyük Göç yaşayan bu hudut kapısı aşınmış ve 1989’da o da yıkıldı. Hem de bir daha asla kapanamamak üzere yıkıldı.
Çifte vatandaşlık, AB vatandaşlığı …tersini düşünenlerin dağlarına kar yağdı.
Ve Bulgar devleti 1 Haziran 1989’dan beri gece gündüz bu sınırı, bu hudut kapısını bir daha ayağa kaldırabilmeyi, kapamayı düşünse de, bu defa doğa, Meriç, Arda ve Tunca ırmakları da bizimle oldu ve kapıyı kaldırıp kapatmaya çalışanların her hamlesini sel altına aldı ve yine olayları lehimize çevirdi.
Bu çok anlamlı ve büyük davada başı çeken rolü sivil toplum örgütlerimiz oynamaya başladı. Bulgaristan’da 04 Ocak 1990’da kurulan ve siyasi irademizi ifade edip savunmasını beklediğimiz Hak ve Özgürlük Partisi HÖH’ ün de isimlerimizi değiştiren, dilimizi ve dinimizi yasaklayan, bizi cenaze töreni gibi davulsuz zurnasız düğün yapmaya zorlayan ve bayramlarımızı kutlamamıza engel olan devlet güçlerinin, gizli çalışan polisin bir tuzağı olduğunu kavradığımız an, biz tutunacak dalı yine maneviyatımız olan camilerimizde, camilerimize bağlı faaliyet yürüten camilerimizde, tekke cemaatlerimiz de, öğretmen derneklerimizde, okuma ve kültür evi derneklerimizde, hemen yayılan amatör sanat gruplarımızda ve kıvılcımları sönmeyen yazar ve şairlerimizin, aydınlarımızın yanında bulduk. Tüm bu eylemcilerin ortak etkinliklerinin adı sivil toplum örgütleri çalışmalarıdır. Bu çalışmalarda şu dönem yeni bir atılım içinde bulunuyoruz.
Türkiye’de kurulan göçmen soydaş sivil toplum örgütleri, dernek, kulüp ve birliklerle Bulgaristan’da yeşeren yeni örgütlenme arasında sımsıkı bağlar kuruyoruz.
Biz yeni bir bina kurma peşindeyiz.
Bu sınır duvarı değil, yeni kuşakların ortak erdem ve etkinlik alanı olacaktır. Bu çalışmalarımızın ekonomik temelinde Türkiye’den Bulgaristan’a taşan irili ufaklı yüzlerce şirketin çalışmaları, Bulgaristan’ın can damarlarını açan Türk Bulgar ortaklığıyla kurulan bölünmüş yollar (otobanlar), metrolar, fabrika ve işletmelerdir.
Bu canlanmanın içindeki kan ise BULTÜRK – Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği, BGSAM-Stratejik Araştırma Merkezi yayınları vb. sivil toplum kuruluşlarının öncü, aydınlatan, cesaret aşılayan ve doğru yönlendirerek örgütleyen etkinlikleridir.
Bu çalışmaların meyve yüklü dalları “Büyük Türkiye” atılımlarıyla, Türk milletinin birlik ve beraberlik ruhunun güçlenmesiyle daha da bereketli oluyor. Başta, tüm yurtsever Türkler olmak üzere, sevilen ve yöneten liderimiz R. Tayyip Erdoğan bu sabırlı ve sebatlı yolda hepimizi yüreklendiren önderimizdir.
***
Bundan 27 yıl önce T. Jivkov, Türkiye yönetimine hitaben “Tarihin tekerleğini geri, Osmanlı İmparatorluğu dönemine çevirebileceğine dair umutlanan çevreler, derinden yanılıyorlar.” demişti.
Kendisi sözlerinden utanmalıdır. Söylediklerinden hiç bir şey doğru çıkmadı. “Büyük Türkiye” hepimize ana-vatan oldu. Doldu ve atılımlı yürüyerek kendi Balkan coğrafyasına en barışçı, güvenlik ve huzur telkin eden atılımlarla taşıyor. Artık Balkanların Türkiye’ siz olamayacağına inanmayan kalmadı. Bulgar Türk sınır kapısının kapanması da tamamen imkansızlaştı.
Yıl başından beri 158 bin Bulgaristan vatandaşı Türkiye’ye turist gelmiş, geçen sene 90 bin Bulgaristanlı İstanbul’a tedaviye geldi. Sanatçılarımız ortak medeniyetimizin örgüsünü yapıyor. Sivil toplum örgütleri 21. yüzyılda iyi ve kötü günde beraber olalım köprülerinde buluşmak istiyor.
Biz Asya ile Avrupa’nın birleştiği noktadayız, kaynaşmamız tarihin yazgısıdır. Bizim değişik sebeplerle ve hiç kimsenin onurunu incitmeme havalarına girerek, derinliklerine inip irdelemek istemediğimiz birçok konu, artık Okyanus ötesi üniversitelerde öncelikli araştırma konuları arasında başta geliyor. Kanadalı genç bir bilim adamı Hazar Ötesi Türklük kaynaklarını araştırdıktan sonra kaleme aldığı değerli bilimsel eserinde “Bulgarların Türk Soyundan Olduğunu Kesin Kanıtlamış.”
Biz, “soya dönüş” faciası ve trajedisinden sonra, bu konuya hele son 27 yılda iç içe ve komşu komşu yaşarken pek değinmek istemesek de, sivrilen Bulgar milliyetçiliği ve ırkçılığının yolunu kesmek için önem vermemizin son derece önemli olduğuna inanırken, bu konuda dünya literatüründe ün yapmış ve kamuoyu oluşturan eserlerinin hem Bulgar hem de Türk diline dağıtılması gerektiği görüşündeyim.
İnsan kendisini ancak anadilinde tanıyabilir.
Bu ödevler yeni dönemde STÖ’nin en önemli vazifesi olarak ortaya çıkıyor. Biz birbirimizi daha iyi tanıdıkça ortak Cumhurbaşkanımızı daha kolay seçeriz. Ona buna yaranmak için Cumhurbaşkanı seçmemize gerek yok. Biz kendimiz için Başkan seçmeliyiz ve bu işi en iyi birilerine arka bahçesi olmuş değil gerçek sivil toplum örgütleri yapacaktır, çünkü birçok partinin pilinin iyice bittiğini hepimiz görüyoruz.
Yeni konumuz: BULTÜRK ve Bulgaristan’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri.
Kalın sağlıcakla,