BGSAM
Bugün geçmişin aynasıdır. Hem de geçmişin ne kadar kadim olduğu hiç önemli değil. Bu defa sizler için bizim yaşadığımız günleri apaçık ve hilesiz bir benzetmeyle anlatan, ELEN kültürü incilerinden, SERÇE masalını seçtim. Tarih içinde yeniden ve yeniden anlatılırken kısacık kalmış olduğundan “ama şu dört satırı da masal diye yayınlamışlar” demeyin lütfen. “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!” mantığı ile yaklaşınız. “Serçe” sizde de çağrışımlar uyandıracaktır, eminim…
İlk uğraşım olan “Kardelen” benzetmesinden bu defa “Serçe” ye geçerken, dikkatinize modern dünyayı çözerek anlamada yardımcı olabileceğini düşündüğüm bireyden özele ve özelden genele açılma yöntemini örnekleyebileceğime inanıyorum. Çözemediğimiz düğümleri ipucunu bulamadığımız bir yumak olarak ele alırsak, ucu yakaladığımızda gizemlerin çorap söküğü gibi, hilelerin ve doğruların futadan dökülür gibi silkineceğine kesin inanıyor ve sizin de inanmanızı istiyorum. İşte masal:
SERÇE
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir serçe varmış. Küllükte eşinirken ayağına bir diken batmış. Uğraşmış, dikeni çıkaramamış. Varmış Ayşe ablanın kapısına çıkmış.
– “Ayşe Abla şu dikenimi bir çıkarıver” demiş.
Tutmuş Ayşe Abla dikeni çıkarmış. Serçe uçup gitmiş. Ayşe Abla da ocak yakıyormuş, dikeni mangala atmış. Serçe aklı ya, geri gelmiş.
– “Ayşe Abla dikenimi ver” demiş.
Ayşe Abla da:
– “Ben dikeni mangala attım, yandı” demiş.
– “Ya dikenimi ver, ya mangalı ver” diye tutturmuş. Ayşe Abla da baş edememiş. Mangalı serçeye vermiş. Serçe uça kona gide gide yorulmuş. Yol kenarında bir dede oturuyormuş, mangalı ona vermiş.
– “Dede mangal sende dursun. Ben sonra alırım” deyip gitmiş. Dede de mangalı bir kenara koymuş, onların da bir sarı ineği varmış. Sarı inek ahırdan çıkınca mangalı ayağının altına almış, ezip kırmış. Serçe birkaç gün sonra geri gelmiş.
– “Dede mangalı ver” demiş. Dede de:
– “Senin mangalı sarı inek kırdı” demiş. Serçe:
– “Ya mangalı mı ver, ya sarı ineği ver” diye tutturmuş. Dede sarı ineği serçeye vermiş, serçe sıçrayıp sarı ineğin boynuna konmuş, giderken bir yerde düğün olduğunu görmüş. Serçe varmış, düğün sahiplerinin kapısını çalmış.
– “İneğim sizde dursun, ben sonra gelir alırım” demiş. Onlar da:
– “Serçe nereden gelecek” demişler. İneği kesmişler. Yemekleri yapmışlar. Misafirler yemiş, serçe birkaç gün sonra gelmiş.
– “İneğimi verin” demiş. Onlar da:
– “Biz senin ineğini kestik, düğünümüzde kullandık” demişler.
– “Ya ineği verin ya da gelini verin” demiş. Baş edememişler. Gelini serçeye vermişler. Gelini almış serçe. Giderlerken bir dağın başında çoban koyun güdüyormuş. Çobana:
– “Gelini sana vereyim. Kavalını bana ver” demiş. Tabii çoban da razı olmuş. Kavalı serçeye vermiş, gelini almış. Kavalı serçe almış. Oturmuş dağın başına:
– “Dikeni verdim mangalı aldım, mangalı verdim ineği aldım, ineği verdim gelini aldım, gelini verdim kavalı aldım” diyerek kavalı öttürmüş. Masal da burada bitmiş.
Birlikte düşünelim.
Son hesapta serçenin elinde kalan bir “kaval”, yani “cık cık, cık cık.” Fakat eskiden de serçenin kavalı vardı! Yani onun eline geçen yeni bir şey olmadı. Büyük dalavere eşit daha büyük dalavere ve en sonunda elde kalan yalnız SIFIR. Öyle değil mi? Burada geçerli olan şu atasözümüzdür: “Etme iyiliği, bulursun kötülüğü.” Kötülük bulan, ne yazık ki Serçe değil, hep başkalarıdır.
İyilik yapan Ayşe teyze mangalsız, mangal koruyan dede ineksiz v.s. kalırlar. Fakat masal gelinin bir kavala değiştirildiği an biter ve bize serçenin kendini dalavereciliğe kaptıran serçenin açgözlü ve hesapsız kitapsız hilekârlıklarla hareket ettiğinden bir gün bir yerde toslayacağına işaret eder. Şu da var, dalavere denizinde kendini unutan serçe, tosladığının farkında olmaz. Bu, örneğin (herkesin bildiği bir gerçek olduğu için yazıyorum) “Dönek” Ahmet’ in Sofya, Stara Zagora, Pazarcık hapishanelerinden sonra Sofya “Vitoşa” cezaevine düşmesi gibi bir şeydir. Hayatta her şey dön dolaş aynı yere gelir. Aynı noktada biter. Topraktan gelen insanın hayatı toprağa kavuştuğunda biter. Çıplak gelen insanoğullunun beraberinde götürebileceği ancak bir kefendir, o da yakınlarının lütfüdür. Bu yüzden kimse hayatını hileyle, dolandırıcılığa, jurnalciliğe, ihanete, karalamaya adamasın. Bunlar boş işlerdir.
Bu masal kimsenin kendi boyunu aşamadığına da bir örnektir. Bir başka açıdan bakıldığında, insan kara toprağa sarılmadan önce, kendi içine sığınmak ve özünü kendini vicdan aynasında görmek zorundadır. Korkutma, bıktırma ve sindirme anlamında olan serçenin ısrarı, birbirini izleyen bu kadar çok yalan dolan ve ayak diremeden sonra eline geçenin de bir hiç olması, hepimize ahlak ayarı olmalıdır.
Genel değerlendirme içinde onun kendine özgün “cık cık’ laması” dünyada eşi olmayan bir güzelliktir. Ele geçirdiği kaval onun özünü yansıtan o “cık cık, cık’ lamaları” ancak ve yalnız bir benzerlik tonunda yansıtma aletidir. Öz değil araçtır, bir çalgı aletidir. Ve en iyi kaval bile en yoluk serçe olamaz, o biçimin öz olamayacağı kadar ortadadır.
Olaya bizim son yıllarda yaşadığımız bir toplumsal ibret dersleri açısından bakarsak: Akla ilk gelen Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin çevirdiği benzer dalavereler ve bunların sonuçlarıdır.
Silistre’ye bağlı Dulovo belediye başkanı ve eski milletvekillerimizden D-r N. Tabakov’un Varna Hapishanesinde çürümesi akla gelen en çarpıcı örnektir. D-r Tabakov hekimliği bırakıp halkıma daha da yararlı olma niyetiyle yani hayırlı bir iş için Belediye Başkanı olmuştu. Yani ayağımızdaki sarıdikeni (yönetici kadro yetersizliğini) özveriyle çıkardı. Ardından kasabama su getireyim ve bir arıtma tesisi kuralım diye kredi aldı. Sen misin Türk halkına hayır işi yapan! Mahkemelik oldu. İcra kapısına dayandı. Evini barkını, arabasını, cüzdanını, yalnız ineğini değil düvesini de, karısının bileklerindeki bilezikleri, kızlarının altın küpelerini de söküp söküp aldılar. Kala kala elinde mesleği kaldı. O zaten doktordu. Serçenin cıvıltısı gibi bir şey…
Sözün kısası Serçe bir sürü insanı soyabildiyse, “siz hiç korkmayın, biz sizin garantörünüzüz” diyen sözüm ona “lider” takımının bacağımızdaki donu almasına ne kalmış. Herkes başına gelenleri düşünmüş olsa, bizden de 10 cilt ibret masalı çıkar. Ve bir bakmışsın yıllar, asırlar ve milenyumlar geçmiş ve biz de dünyada ibret masallarımızla yaşamışız. Az mı çektik? Çok gezen değil, çok çeken bilgedir, demişler bizden önce çekenler…. Bu kıvamda olansa bizleriz, sizlersiniz, evet sensin!
Ne ki, biz hala kendimize yararlı olmayı öğrenemedik. Oysa kendine yararlı olamayan başkasına yararlı olamaz! Bunu da bizden önce yaşayanlar söylemiş ve değişen bir şey yok. Bizim başımızdan geçenler torunlarımıza okunsa, onlar da torunlarına anlatsa ne güzel olur değil mi…Dilden dile dökülürken belki yaşadıklarımızın hala sızlayan acıları da git gide unutulur.