Ertaş ÇAKIR

Konu: Kendi ışığımızı yaratmalıyız.

Bulgaristan Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Sofya’nın tam merkezinde bulunur. Ömründe siyasi, parti, akım ve ideoloji seçmekte karar kılamayan Kırcaalili Vecdi Raşidov 2012’den beri bu makamda Bakandır. Annesi Kadriye Lativova Bulgaristan Türeleri’nin çok sevilen bir ses sanatçısıydı. Sanatın seslisi ve sessizi vardır. Annesi türkülerimizi yanık sesinde yaşatırken, oğlu heykeltıraşlığın küçük plastik bölümünde uzmanlaştı. Partisizliğine bakılmadı, GERB kabinesinde Kültür Bakanı oldu.

Bulvara bakan makam penceresinin altına toplananlardan her akşam “İstifa!” sesleri yükseliyor. İstenenleri anlayabilmek oldukça zor! Bulgar burnundan kıl kopartmıyor.  Bir görevlinin işten atılmasıyla başlayan olaylar alevlenirken Başbakan Borisov’un müdahalesi de yetersiz kaldı.

Benzetmeli bir masal şöyle anlatır:

Heykel Taşıyan Eşek

Adamın birisi eşeğine bir tanrı heykeli yüklemiş ve yola koyulmuş. İlerlerken heykeli görenler saygıyla durup geçmesini beklemişler, eşekte ona hürmet ettiklerini sanmış. Kendini çok önemli biri gibi gören eşek yürümeyi reddetmiş ve durduğu yerde avazı çıktığı kadar anırmaya başlamış. Olup biteni anlayan adam elindeki sopayla vurarak, “Aptal şey, insanların bir eşeğe hürmet ettikleri nerede görülmüş? Bir bu eksikti,” diyerek onu azarlamış.

Bu masal haddini bilmeyenlere işaret eder. Bakan’ın Bulgaristan’da bir Türkün bir Bulgari işten uzaklaştırmasına tahammülü olmayan bir ortam oluştuğu ortadadır. Biz bu olayın derin köklerini bulmak ve analiz etmek istiyoruz.

Bir defa GERB partisi hükümetinin ana ödevleri arasında başta gelen Türkleri devlet görevlerinden uzaklaştırmak iken, Kültür Bakanlığına göstermelik olarak atanmış olan bir Türk’ün, Bulgarları işten uzaklaştırmasından ancak böyle bir karışıklık beklenirdi. Ötesini siz yorumlayabilirsiniz.

Bulgaristan gibi küçük ülkelerde kıskançlık, sorumsuzluk ve disiplinsizlik diz boyu olduğundan, kan izleri kurumamış zorbalı geçmişimizi aklamak gibi büyük işler hala gündemdeyken her defasında bir karışıklık çıkıyor. Benzer bir olay geçen sene de bir Bulgar sergisinin Paris’te gösterilmesi sırasında bir koro sanatçısı ile de yaşanmıştı.

Olanın köklerini bulalım:

10 Kasım 1989’dan sonra Bulgaristan Komünist Partisi adını değiştirip Bulgaristan Sosyalist Partisi olurken, parti şefi durumundaki eski Politik Büro üyelerinden Aleksandır Lilov bir gizli toplantı çağırmıştı. Bu toplantıda o, Müslüman Türklerin isimlerinin değiştirilmesi, onlara edilen şiddetli zulüm, dil, din ve kültürlerinin yasaklanması, yıllarca tırmandırılarak uygulanan sürekli baskı, terör, zorbalık gibi ağır konularda, komünist partiyi ve varisini suçlu durumdan kurtarmaya çalışmıştı. Katılan sivil polis “DS” subayları şu konuşmayı dikkatle dinledikten sonra tepki göstermişti:

Yoldaşlar, siz partinin satır ve kalkanı olduğunuzu biliyorsunuz. Partimiz size her zaman güvendi. Siz şimdiye kadar onun satırıydınız. Eh, bundan böyle kalkanı olacaksınız. Biz, kendi aramızda fikir alış verişinde bulunduk ve şu karara vardık: Bize, “Bu rezilliğin suçlusu kimdir?” diye sorulduğunda, biz “Parti değil, Devlet Güvenlik Organı “DS” her şeyden suçlu olandır.” cevabını vereceğiz. “Böylece partiyi koruyacağız! Her zaman ve her yerde siz suçlu olacaksınız”. Sizden bu ödevi şerefle yerine getirmenizi bekliyoruz.”

Ne var ki, aynı yıl Romanya’da Genel Başkan Nikolaye Çauşesku bir mitingde konuşurken alkışlanacağına yuhalanmıştı. Bulgaristan’da da beklenmedik bir gelişme oldu. Siniri burnunda Bulgar sivil polisler fazla öfkelenince Lilov’a sorumluluk almak ve taşımak istemediklerini, işleri komünist partinin karıştırdığını ve kendisini aklama yolu bulması gerektiğini söylediler ve toplantı salonunu terk ettiler.

Sistemden ayrılan sivil polislerin bir kısmı totalitarizmden demokratikleşmeye geçerken iş adamı olmaya çalıştı. Daha kalabalık bölümü ise ülkemizdeki cinayet mafyasını örgütledi. Taş kafa mafyası oluşturdu. Zorbacılığı, eşkıyalığı, dolandırıcılığı, kaçakçılığı daha önce asla görülmemiş boyutlara tırmandırdı. 1990’dan sonra memleketimizde sosyal siyasi hayatı zehirleyen güçlerin ipini onlar çekti. Bütün bu süreçte bu karanlık güçlerin yönetimi Todor Jivkov’un yakın koruması ve bugünkü başbakan Boyko Borisov’un kontrolü altındaydı.

Bu arada, üniformalı polislerin (milislerin) yine aynı dönemde işleri çok zorlaştı. Onların da seçim yapması gerekti. Çünkü onlar 35 sene halkı eşkıyalardan koruyacaklarına, parti yönetimini insanlardan korudu. Parti kapanınca koruyacak subye kalmamıştı.  Çingenelere, Pomaklara ve Türklere karşı isim değiştirme, bu etnik topluluğun en ilken insan haklarını yasaklama, azınlıkların geleneklerine uygun yaşamasını engelleme gibi pek çok yasa dışı iş görüp zulüm işlemişlerdi. Onlar da kendi ruhlarında kendilerini heykelleştirmişler, fakat Müslüman/Türkler onlara asla saygı göstermemişti, hatta çok öfkeliydi.

Eli ve vicdanı kanlı olan bu kolluk kuvvetler 1990 ile 2012 arasında sivil toplum örgütlerine ve partilere katılmadı. Fakat kamuoyu üzerindeki baskı uygulamaktan vazgeçmediler. “Soya Dönüş” süreci suçlularının yargılanmasını, suçlu listelerinin açıklanmasını ellerinden geldiğince engellediler, çünkü suçlu olan kendileriydi. Bu sinsi işlerde Ahmet Doğan’ı kullandılar, onu “lider” ve “kahraman” yapıp ödüllendiler, işlerini kolaylaştırdılar ve karanlık işlerden pay almaya çalıştılar.

Amaçlarında, son yıllarda hayatın onları da heykelleştirmesi ve yol boyunda rastladıkları insanların onlara saygıya durmasını sağlamaktı. Başları olan B. Borisov bu yoldan birkaç adım attı. Onlar bu işlerin bundan böyle kaba kuvvet kullanarak, sigorta şirketlerini ve bankaları ele geçirerek, uluslar arası kaçakçılık şebekesine bağlanarak gerçekleştirilemeyeceğini anlamaya başladılar. İnançlarına göre, aralarında tutuklanan, sorgulanan ve yargılanan olmaması büyük başarıdır.

Biz, gelişmelerin bu yönde hız alacağını daha 1990’da görebildik. 10 Haziran 1990’da yapılan ilk serbest seçimde Bulgar halkının totaliter düzen yapısında kemikleşen bu kesim demokrasiye, özgürleşmeye, batılaşmaya oy vermemişti. Sandık başına da gitmedi. Onu yerine mıhlayan korkuydu. Üzerlerinde beylik silah, apolet, cop taşıyanların hepsi işledikleri suçların açıklanmasından korkuyordu. Demokratikleşme ve adalet yolunda birkaç adım atılabilseydi büyük sayıda katilin Lahey İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılanmasına çok yakındı. Yıllarca sustular. Hepsi avcı oldular ve demokrasi kuşlarını birer birer vurdular.

Konu kapağını henüz açmışken, özellik içeren bazı noktalara işaret etmek istiyorum.

Önce her şey ters yüz gösterildi. Kötü niyetle ve aldatmak amacıyla kullandıkları kavramlarda biri “anti-komünizmdi.” Bulgar anti-komünistlerinin insan haklarının tanınmasına, özellikle de Müslüman/Türklerin hak ve özgürlüklerinin bütünüyle tanınmasına, karma bölgelerdeki etnik azınlıkların ananelerine göre serbestçe yaşamalarına yol verme niyeti asla olmadı. Meclis kürsüsünden anti-komünist propagandası yapan lider Ahmet Doğan’dı. O Türklerin haklarının tanınmasına ilişkin ikiyüzlülüğünü anti- komünizm ardına gizlemişti. Demokratikleşme, adalet tesis edilmesi, iyi komşuluk ortamında toleranslı bir hayat kurulması gibi konularda yalan konuşuyordu. HÖH’ün katıldığı hükümetler azınlık halk toplulukları geleneklerini tanımadı. Bu gibi yürütmeler demokrasiye yönelmiş sayılamazdı. Bugün iktidar ortaklığında buluşan GERB, “Yurtsever Cephe” (PF) gibi partilerin, adı üstünde özgürlük, sorumluluk ve hoşgörü için demokrasi isteyen (DOST) partisi Sofya Şehir Mahkemesi’nde tescil edilmemesine sevindikleri ortadadır. “Yargı siyasete karışamaz, yargı bağımsız kalmalı ve siyaseti yorumlayamaz” sözleri göz boyamak için söyleniyor. Demokrat olmak için anti-komünist olmak gerekmez ve yeterli değildir. Bu olay, Bulgaristan’da adalet ve demokrasinin rafa kaldırılmış olduğuna kesin kanıt oldu. Vatandaşlarının isimlerinin, dillerinin, dinlerinin, özgün geleneklerinin tanınmayıp siyaset konusu edilmesi, devletin ve toplumun Avrupa kıstaslarından çok uzak olduğuna ve aşırı milliyetçi, faşizan ölçütleri kılavuz edindiğine işarettir.

Bulgaristan’da anti-komünist ve anti-Türk, İslam’ı lanetleyen kavramların özdeşleştirildiğini (nitelik bakımından aynılaştırıldığını) görüyoruz. Bu çok tehlikelidir. Nedeni, Türklere bir asır uygulanan zülüm açıklanıp dünyaya duyurulduğunda, Bulgar komünistlerin gerçek yüzü ortaya çıkacaktır. Uygulanan faşist nitelikli bir aşırı milliyetçilik olduğundan tehlike gizler ve cezalandırılması gerekir. Bu amaçla, anti-komünizm, Türk faciasını gizleyebilmek için kullanıldı. O zaman, “ben partili değildim” diyen ve “komünist partisi üyesi olmadığımdan benden sorumluluk aranamaz” görüşüne sarıldı. 1990’dan sonra Bulgaristan’daki anti-komünizmin kökleri Türkler hesaplaşmak isterse ne yaparız korkusundan oluştu. Şu da bir gerçektir. Anti-komünist geçinenler komünist ideoloji, dünya görüşü, siyasi ve felsefi görüşlerinden farklı bir dünya görüşü savunmuyordu. Anti-komünist mevzilerden ateş açan Ahmet Doğan da bir Marksist Leninist dünya görüşüne sahipti. Uygulamasını istedikleri Türk ve İslam aleyhtarı siyaseti körüklemenin en yakın yolu anti-komünizmi tırmandırmaktı.

Şu önek çarpıcıdır.

Biz, BGSAM olarak, Bulgaristan’da Demokratik Güçler Birliği (CDC) hareketini iki dalga olarak görüyoruz. Birinci dalga, 1989’da “Ekoglasnos” (Çevreciler Hareketi) vb. ile demokrasinin taşıyıcısı olarak yükseldi. Bu ilk şahlanma 2001’de söndü. İkinci dalga 21. asırla İslam’ı lanetleyen, Türkler başta olmak üzere etnik  tüm azınlıklara amansız saldıran, günümüzde DOST partisinin kapatılması için direnen ATAKA akımı olarak fışkırdı. 2009’da 10 milletvekili çıkardı. Radyo ve TV yayını başlattı, gazete çıkardı. ATAKA Rusçu faşist bir parti olarak kuruldu. O, azınlıklara karşı büyük bir propaganda yaygarası kopararak totalitarizm dönemindeki etnik azınlıkları eritme siyasetinin acı hatırasını unutturmak için kuruldu. İşin en kötü tarafıysa, o terör rejiminden en fazla çeken Müslüman/Türklerin Hak ve Özgürlükler Partisi (HÖH-DPS) bu faşist partinin kurulmasına para verdi. Derin analizler, HÖH-DPS partisinin de,  Moskova’nın önerisi ve emriyle, totaliter dönem suçlularını savunmak, korumak, onlara himaye etmek, onların cezalandırılması yollarını tamamen tıkamak için kurulduğun ortaya çıkması oldu. Yugoslavya olayları, “Srebrenitsa” katillerinin tutuklama emriyle aranması, suçlulara himaye siyasetine ağırlık kazandırdı.  İşte bu nokta’da izlenen açık anti-demokratik siyaset ortamında Çar II. Simyon yurda getirildi. Başbakan oldu.  2012’den sonra, işte bu anti-demokratik tırmanmadan sonra,  22 sene ortda görünmeyen totalitarizmin polis-milis-taş kafa, kalın enseli, geri zekâlı, sigortacı-bankacı tayfasının üye listesi hazırlanmadan, kurallara göre partileşmeden iktidara yükseltme yolu açıldı. Ne ki, bu yeni güç daha ilk gününde HÖH partisine, DOST partisine, Türklere, Müslümanlara, tüm etniklere öfkeli olduğunu ve asimile etme, ezme siyasetine devam etme niyetinde olduğunu gizlemedi. İzlediği siyasetin temellerine sahtekarlık taşları dizilmiştir.

İşte böyle bir ortamda, göstermelik Kültür Bakanı Vecdi Raşidov’un penceresinin altında her akşam yapılan protesto mitinglerinin anlamı şudur: “Biz senin tanrı heykeli olmadığını artık anladık!” Bu sözler GERB partisi için de geçerlidir.

Reklamlar