Tarih: 26 Temmuz 2018

Yazan:  Şakir ARSLANTAŞ

Konu: Dünü anlamadan bugünü anlayamayız.

          Öz Vatanı terk edip, “vatan” aramaya gidenlere   

Güler yüzlü bir Halkım var!” diyen de bizden, “Bizden bir şey olmaz! diyen de bizden.

Türkiye’ye yaralı geldik. Bu yalnız zulüm yarası değildi. Göçmen çadırlarında ilk çorba tasını uzanırken, yarım ekmeği de öteki elimle aldım. İçimde, bir şey daha uzatacaklardı bana, hissi vardı. Kimseye başka bir şey uzatılmadığı gibi, bana da vermediler. O an, hayatımda eksik bir şey olduğunu, noksanlık belirdiyse bir ilacı olmalı diye düşündüm. Bu bir mehlem olmalıydı. İçimdeki bir boşluktu. Ne sızlıyor, ne ağrıyordu. Kendini hissettirdikçe boğuyordu. Çadır yerleşke kalabalıktı. Ekmeğini alan yürüyordu. Ben de yürüdüm. Boğan illet benimle geldi. Ne önüme geçiyor ne de arkamda kalıyordu. İçime oturmuştu. Halinden memnun ve gidici değildi.

O görülmeyen boşluğun beni boğazladığı günden bugüne neredeyse 30 yıl geçti. Çocuklar askerden döndü, üniversiteye gidip geldi, çoluk çocuk sahibi, kocaman adam oldular. Hayata ton ve renk veriyorlar.

Bazen eşimle baş başa kaldığımda, “o içine oturan artık terk etti mi seni?” diye sormak istiyorum. Tam soracağım an dilim dönmüyor. Bana bir şey oluyor. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan bir güç, bana, “sana ne!” diyor. Hiç bir şey demese de “otur oturduğun yerde!” demiş gibi bir duyguya yenik düşüyorum…

Komşu köyden şair Ahmet Haliçov’un UNUTAMAYIZ şiiri geliyor bu durumlarda hep aklıma.

Karanlıktı yaşanası dünyamız, zifiri karanlık.

Acı bekleyiş içinde avunup durduk.

Tiksintiyle içmiştik mutsuzluk şerbetini

Kadın erkek, kız, oğlan

O korkulu yılları asla unutamayız.

Biz dünya değiştirirken kişisel duygusallığımızın budanmaya başladığını fark edemedik. Bu budamayı hayat kendisi yapıyordu.   Esaretten kurtulduk ve özgürlüğe kavuştuk hissiyle birlikte, artık kimse kıramaz beni, duyumu da oluşmaya başladı.

Gelenleri karşılayan en yüksek makamda, Ankara’da Encüment Konukman Bey adından bir “Hoş Geldiniz!” diyenimiz vardı. Birçoğumuz o yüksek makama çıkınca, ana kuşun kursağında taşıdığını yuvadaki yavrunun ağızına akıttığı gibi, ortaya döküp rahatlıyordu. Aslında bu rahatlamanın sırrını çözmek çok zordu. Ercüment Bey hepimize sırdaş oluyordu. “İyi evladım, anladım! Sen şimdi bir rahatla! Yerleş! Gereken Yapılır!” diyordu. Önünde açılan yaraya, onun mehlemi bu içten sözlerdi.

İşte o an ben içimdeki boşluğun dolmaya başladığını hissetmiştim. Bu doluş içimde doğan umutların birer ikişer dallarımdan uçmasına bağlı olabilirdi. Güzdü. Güneş ışığını kaybetmiş. Yapraklar düşüyor, meyveler toplanıyor. Güz oturmuştu. Birçoğumuz için yitirilen umutlardı.

Yerleşip iş tutmak kolay olmadı. Yıllar geçti. Göçmenlerin kursaklarında getirdikleri kitap oldu.

Bulgaristanlı yazar Aziz Bey Büyük Göç’ü ve öncesini yazılı anlattı. Dizide, “Belene” toplama kampı kahramanlarından biri Cebelli Tahsin. T.C.de kendine Büyütürk soyadı seçmiş. Bulgar milli istihbaratında üst teğmen rütbesi, Moskova akademilerinden birinde okuma, başkent Sofya’da 3 odalı bir daire, eşiyle ilişkilerinde soğukluk belirmişse güzel bir sarışın kız, yüksek maaş vs onun hayalini doldurandı. Ona “Belene’de giydirilen sırmalı elbise buydu. Damarına iğnelenen zehir tutmuştu. Hem de öyle bit tutmuştu ki, Tahsin Bey zehirlenmiş olduğunu fark etmemişti.

Tahsin’e vaat edileni dinleyen Encüment Konukman Bey “Ne duruyorsun, git bu nimetleri al ve güle güle yaşa, artık Bulgar olmaktan kurtuldun, şimdi de göçmenlikten kurtul ve olay bitsin!” dedi.

Tahsin güçlü cesur ve acımasız biri değildi. Haklı olmanın derin anlamını bilmiyordu. Döndü. Bir vaatten adalet doğacağını, kendisine verilen sözlerin tutulacağını umuyor ve Sofya içinde dolaşırken başını dik tutuyordu. Kendi geçmişiyle yüzleşmek istemiyor, yalnız kurduğu hayallerle yaşamaya çalışıyordu. İleriye gidebilmek için geçmişine basması gerektiğinin farkında değildi. Oysa insanın geçmişi rezillik dolu olsa bile, bazen kişinin geleceğe yelken açabilmek için hiçbir tutunacak dalı yoktur.

Tahsin gizli polisten bir subay olabilmek için geçmişini ateşe vermek ve bir adım ötedeki gül bahçesinde yaşamak istiyordu. O, insan doğasının bu olup olmadığı üzerinde düşünmeyi sevmezdi. Bir defa babası ona, “oğlum her kes kendi çorabını örer, sen işine bak” demişti.

O zamanlar Kırca Ali’den gece saat 10’da kalkan ve Sofya’da duran “Trakya Ekspres” hızlı treni vardı. Biletlerde küpe ve yer numarası vardı. Herkes aynı trenin yolcusu olsa da, yer değiştiremezdi. Tuvalete yakın düşen Sofya’ya kadar tuvalet kokusu çeker, kış aylarında kaloriferi çalışmayan vagona düşen tir tir titrer ya da trenin kalkmasıyla aynı kompartımanda horlamaya başlayan biriyle yolculuk boyu sinir olurdun.

Bu, o zamanlar öyleydi. Sonra “Trakya Ekspres” yolcusuz kaldı.  Durdu. Garı kırlangıç yuvası oldu. Raylar üzerinde inekler otlamaya başladı. Tahsin “Belene” kampında eline tutuşturulan biletin trenini çok bekledi. O, tren bir daha gelmedi. Biletin arkasındaki telefonlar da kapandı.

İnsan bir eşya, bir mal değildi. En azından koyun gibiydi. Geçmişini kurutmak ve geleceğini yaşatmak hayaliyle tek başına yaşayamazdı. En azından sürüden birisi olmak zorundaydı. Bir gün biraz cesaret topladı. İçinde durmaksızın kanayan o yarayı kendi gücüyle pansuman etti. Birden bire ayağa kalktı. İlk nefesi otobüs terminalinde, ikincisini de İstanbul Esenler’ de aldı.

Belene”e arkadaşlarını aradı. Türkiye’de 720 bin kafe olduğunu duymuştu. Onlardan birinde pişti oynuyorlar ya da tavla atıyorlardı.  İskambil kâğıtlarıyla arası iyi değildi. Tavla satranç da bilmezdi. Kenardan oturup bakacaktı. Kazanan taraftan çay ikramıyla tatmin olmak zorundaydı, çünkü “bugün çaylar benden” diyecek durumu da yoktu.

İçinde bir utanç duygusu belirmişti. O “Belene” de tutukluyken kulağına fısıldanan yalanlara inandığı için kendinden utanıyordu. Bu vaatleri hiçbir kimseye anlatmasaydı, bildiklerini ve kursağında taşıdıklarını ilk fırsatta kusmasaydı, “Belene” kamp arşivi devlet sırrı olarak kapalı tutulduğundan, onun bildiklerini kendisinden başka bilen olmayacaktı.

O Cebel kasabasında kod eslenmişti. Bir gece geç vakit, birkaç kadeh devirmiş ve bu ufak Rodop kasabasının merkezinden geçerken yumruk sallamıştı. Kollarına kelepçe takıldığını saatler sonra fark etmişti.

O işi kenarından tutan bir tipti. Eşi 4-5 dönüm tütün işlerken, dolu kafesleri eşinin sırtına kaldırır. Türünler ekspere götürürken de öküz arabasını koşar ya da traktör çağırır ve balyaları römorka dizerdi.

Birçok defa ne söylediğini ve ne diyeceğini bilmediği için, tutuklandığı gecenin sabahında kendini bir “gaska” araç içinde Filibe (Plovdiv) yolunda buldu.  “Belene” sürgün kampının açıldığını, Türkleri topladıklarını duymuştu, ama oraya götürüldüğünü “Persin” Adası köprüsünden geçerken anladı. Toplama kampı “Persin” Adasında kurulmuştu.

Tuna ırmağının ortasına indiğinde cüzdanında çerez alacak para yoktu. Buraya neden getirildiğini soran olsa onu da bilmiyordu.  Kamyon karoserinden indirildiğinde karşısına dikilen Türkler onun selam sabah ettiği sınıftan değildi. Öğretmen, mühendis, hoca, imam, partili tiplerdi. Başları açıktı. Onun başında ise, alt tabaka Rodop Türkleri gibi takke vardı.

  1. Blok. 3. Kat. Büyük bir oda! Burada kalacaktı.

Önce kaydı yapıldı. İmza karşılığı verilen nevresim, battaniye ve bir kalıp sabunu kucakladı. Merdivenleri yavaş çıktı. Yatağını gösterdiler. Camdan bakınca “Persin” adasının ucu görünmüyordu. Tuna içinde bu kadar büyük bir ada olduğunu işitmemişti.

Ondan önce getirilenler kümesleri, değiştirilmiş tavuklar gibi sağ sola bakınıyor, aralarında toprağı eşeleyen ve kurt arayan yoktu. Tahsin, kimseyi tanımadığı gibi, aralarına sokulsa bile, kendisini kabul edeceklerinden pek emin değildi. İşte böyle bir ortamda, daha ilk günlerde ona en yakın duran ve sakin davranan Zahariev adında bir sivil görevli, basamaklardan inerken usulca onun koluna dokundu. Gözleriyle sen biraz geride kalsan işareti yaptı. İnenler uzayınca da karşısına dikildi.

Bir ihtiyacın veya isteğin var mı?” diye sordu.

Tahsin, böyle bir yaklaşım beklemediğinden, ne diyeceğini bilemedi. Sivil görevli, “varsa sonra da söylersin”, dedi, etrafa bakındı ve şöyle devam etti: “Senden bir ricam olacak. Bu akşam odada ne konuştuklarını dinle, kampı yakmak istiyorlarmış, böyle bir şey olursa, hemen yatağının karşısındaki camı aç ve YANGIN VAR! YANGIN VAR! YANGIN VAR! diye üç defa sesinin çıktığı kadar haykır.”

Tahsin’in Bulgar milli istihbaratının toplama kamplarındaki tutuklularla çalışan şubesine takılması ve 2.5 yıl onlara her gece konuşulanları aktarması, sonunda seni “Moskova’da okutacağız, karını beğenmezsen, onu da hakkederşz….” Vaatleri Tahsinin belleğine böyle iğnelendi ki, bunların hepsi yalan olsa da, ona umut oldu. Beleğinden taştı ve kursağına oturdu.

O bu 2,5 senede hiçbir gazete okumadı. Radyo dinlemedi. Onu gelip gören olmadı. Kimseye mektup yazmadı. Kışın kar süpürdü. Yazın mısır kazdı. Bazen uzaya bildiğinde, 200 metre ilerideki eski söğütlerin gölgesinde akan Tuna sularına bakmaya gitti. Orada gömleğinin iliklerini söktü, bağrını açtı ve kursağına topladığı zehri akıtmaya çalıştı. Hep olacak gibi oldu ama olmadı. Nasip Ankara’ymış, oraya varınca dayanamadı ve yeşil gizem topunu birden döktü ve kurtuldu.

İyi mi yaptı? Kötü mü yaptı? Bu soruya kendisi de cevap veremedi. Sofya’ya döndüğünde, sana söylediklerimizi neden gidip anlattın? sorusunu soran olmadı. Çok bekledi ama onu arayan da olmadı. Kursağı boşalmıştı. Umutları kırılmış. Ortada kala kalmıştı. Boş kursakla yaşamak, umutsuz yaşamak gibiydi. Boş kalan yalanların yeri ancak daha büyük yalanla dolabilirdi. Yeni yalanları ballandıra ballandıra anlatan biri de bulmadı onu.

Boş kursakla ölü umutla yaşamak “Belene” de tutuklu kalmaktan zordu. Geçmişiyle yüzleşmek istemiyordu. Çünkü kendini defalarca aldatılmış ve bir türlü aklı gelmemiş, bir aptal olarak görmeye başlamıştı. Ona bu duyguları enjekte eden olmadı. O birinci iğnenin zehrinden kabardı bu karışıklıkların hepsi. An geliyor, kendisini bir çöküntü gibi hissediyordu.

Kampta o sivil Bulgarlara güvenmişti. Bu güvenin dışarıya çıkınca onu zayıf kılacağını ve herkesten uzaklaştırıp çökerteceğini bilmiyordu. İçindeki boşluğun mehlemi yoktu. Umutsuzluk ise onu enselemiş ve  adeta bitiriyordu.

Şimdi Avcılardaki kahvelerden birinde, insan kıtlığında kartlar ona da dağıtılsa ve kısmetten 4 çocuğun dördü de ona gelse, kolunu kaldırıp masaya şöyle yumruğun yumruğunu vuracak gücü yoktu. O insanın tükendiği noktayı yaşatmaya çalışıyordu.

İnsan içindeki boşluğu pazara çıkaramıyor. Umutsuzluğu paylaşamıyor. Çünkü alıcı bulsa ve bunlardan birini satsa, daha kötü! Yerinde daha büyük bir boşluk açılacak. En kötüsü ise, Pazar tezgâhında insanın kendisini çürük bir meyve gibi hissetmesidir.

Dünü anlamadan bugünü anlayamayız. Bizim yaramız açık. Kendimizle, öz geçmişimizle yüzleşmeden korkan ve geçmişini yenemeyen insanlarız. 28 yıldan beri Tahsin Büyüktürk de “Belene” ölüm kampına gidip kendi adının da yazılı olduğu mermer levhaya bir demet çiçek koymadı. Kendisine saygısı olmayan birisini kim sayar?!

Okuduğunuz için teşekkür ederim

Reklamlar