Musa VATANSEVER

 

Üç arkadaş tartışıyoruz. Birimiz köyden yeni döndü, ikincisi şehirde çalışıyor ve ayakkabılarında köy tozunu henüz silmemiş olana insanlarımız nasıllar diye soruyorum.

  • Geçiniyorlar. İyidirler, dedi.
  • Ne diyorsun! Dedim. Biz hepimiz iyi yaşamadıklarını, yoksul olduklarını, üretimin azaldığını, geçim sıkıntısı, sefillik çektiklerini biliyoruz, diyerek itirazda bulundum.
  • Hayır, memnunlar, diye ısrar etti. Ben ruh hallerini iyi buldum, kendi hallerinde olsalar da huzurlular, diye öz savunma yaptı.
  • Bir önce köyden döndüğümde 150 – 170 leva emeklilikle ay sonunu getiremeyenlerin sıkıntılarından dem vuran sen değil miydin? Değişen nedir? Diye üsteliyorum. Bir de, bizimkiler bir yana Bulgar köylülerinin bile ne şartlarda yaşadığını şu su baskınlarında duvarlar kayınca gördük, dedim.
  • Öyle ama onlar sen ben gibi bilgili insanlar değil, kendi sefilliklerinden kendileri acı duymuyorlar, yaşlı olsalar bile bu bakıma zekâları ham, domatesler kızarmış, asmadaki salkımlar kararmış, kırmızı soğanlar morarmış, maydanoz sulamadan boy atmış, turşuluk “köse” yaprak üstüne yaprak sarmış ve taş gibi lahana olmuş, onların duygusal sınırları bu kadar daralmış… Televizyon olmasa ve dünyanın dertleri gece gündüz harıl harıl mutfaklarına akmasa, anlamadıkları birçok şey olsa da, bazılarını görmeseler hepsini çok mutlu bırakacaktım, diyebilirdim. Bizim köylümüzün kendi yaşamı üstüne acı duyma duygusu sanki gelişmemiş. Şimdi şu askerden, sürgünden, hapisten, zindandan gelmedi acısı da yok. Bu acıları çok çekmiş olanlarsa ya kabristanda ya da ana vatanda olduklarında, ortam sanki süt liman. “Elimizde avucumuzda olmasa da gönlümüz dolu” inancı hakim.
  • Hayatlarını deney kurallarına göre yaşayan köylülerimiz, anlattıklarınıza bakılırsa, sanki yaşayışı seyrederken biraz kestirip dalmışlar, diye söze karışan şehirli arkadaşımız, çok uzun bir çekiden sonra bu dünyadan göç eden 1950’ler kuşağı, kendini izleyen gençliğe kendi acılarını devredemeden gitti, dedi.

Göçler tarihte kesinti yaratıyor.

Kültürün kitapla, folklorla, sinema ve piyeslerle beslenmemesi de boşluk yaratıyor, çünkü 1989’da bir anlık bir kurtuluş yaşansa da, o an söndü, dedi ve daha düşünceli devam etti: Acı nesilden nesle devredilmediği gibi, kurtuluş duygusu da devredilemiyor. Biz Bulgaristan Türk ahalisi olarak sürekli kurtuluş yoluna giremedik, ancak bir an yaşayabildik, bizim kurtuluşumuz tadımlıktı yani, devamlı kurtuluş ve özgürlük raylarına girebilseydik gece gündüz kendi özgün ahlakımızla yaşamaya başlayacaktık ki, bunu yapamadık. Çünkü bizi ısırgan tarlasında yaşamaya zorlayan ve bize yabancı olan ahlakların üstelemesinden baş kaldırıp rahat nefes alamayan ahlak ve kültürümüz ıhmadı, daha doğrusu ıhtırılmadı.

  • Tespitlerin çok isabetli, dediklerin doğru, dedim ve baksana son zamanda şu  Çingenelerin açık havada üç gün üç gece düğün yapmasını sınırlıyorlar, istedikleri gibi davul çalmasına karışıyorlar, dedikten sonra başladım anlatmaya:

Ahlakın temel iç sezide acımadır. Kültürümüzün yasaklanması, isimlerimizin değiştirilmesi, düğün alaylarının cenaze alayı gibi gidip gelmesi gibi eziyetlerin acısını yaşamayan yeni kuşaktan yani eski olayların acısını çekmemiş nesilden biz bugün bu konularda duyarlı olmasını ve bilinçli hareket etmesini ne bekleyebiliriz ne de isteyebiliriz.

  • Acılar kendi kitabını kendisi yazabilen, ya da unutulmayalım diye kendini konserve edebilen ve bana inanmıyorsan aç kavanoz kapağını ve parmağının ucuyla birazcık al da tat bakalım, acı biber mi daha acı yoksa benim çekilerim mi?, diyebilecek bir vasfa sahip değil. İşte bu ortamda biz sürekli olarak acı çekme ya da sürekli olarak kurtuluş yaşayamayız. Dünyada, zaman ve mekân anlar zinciri halkalarından oluştuğundan dolayı, zincirin bir halkası altın, bir halkası demir, diğer biri de bakır olabileceği gibi, iyi ve kötü günlerin dizilişinden oluşuyor. Bu durumda bilincin acıdan doğduğunu esas aldığımızda, kendi halinde yaşayan insanların bilinçsiz olduğunu söyleyemesek de, aktif yani etkin bilinçli olmadıklarını yazabilirim.
  • Evet, evet bu hakikaten böyle ve klasik fikir yürütme usulünde “bu kendi iş özünün başkalarının da iç özü olduğunu bilmekle gerçekleşir, hani şu bugündü dilde “empati” (duygudaşlık) denen olay budur.
  • Biliyor musunuz, Ahmet Doğanların Bulgaristan Türk halkıyla çalışmalarında uyguladıkları ana yöntemlerden biri özellikle bu. Bulgaristan’daki kardeşlerimiz ne kadar daha kötü, daha yoksul, daha sefil yaşarsa, ihtiyaçları ne kadar daha büyükse, bizim soydaşlar da kendilerine yardımcı olup, onların çekilerini azaltmak, acı çekmelerine olanak vermemek için, seçimden seçime onlara oy verip yardım edelim havasına giriyorlar, diyerek heyecanlanan köyden dönen arkadaşımız. Tam da bunu uygulayıp duygudaşlık sömürüsü yapıyorlar. Bunu yaparken de yalan söyledikleri, sıradan seçmeni aldattıkları, oylarını çaldıkları anlaşılmasın diye gümede yaban ördek bekleyen avcılar gibi, yan gelip yatmışlar olayları seyrediyorlar.
  • Durumda biraz da olsa değişme oldu, diyerek girdim söze ve 150 bin oy beklerken bu defa yalnız 50 bin alabildiler, ne de olsa acı çekerek de olmasa yapılan değişik biçimli şeffaf ve samimi propaganda sonucunda kafalarda çalışma ve gönüllerde dönme oldu, dedim.
  • Şu, başkasının acısı benim acımdır ve dolayısıyla bildiğimiz merhamet anlayışı var ya, bu bizim kanımıza, damarımıza o denli işlemiş ki, gözümüzü gönlümüzü bürümüş diye başlayan şehirli arkadaşımız, bu aslında en iyi taraflarımızdan biri, yardımseverlik, iyi komşuluklar, kardeşçe paylaşma ve hoşgörümüz hep bu kaynaktan gelir dedi ve biraz durduktan sonra şöyle devam etti: Bulgaristan’da yaşayan yakınlarımızı süründürmelerinin ana nedeni Batı Avrupa’dan ve soydaşlardan merhamet oyu toplamak. İyi düşünülmüş değil mi?
  • Ne oluyor şimdi?, diye söze girerken, köyden gelen arkadaşıma baktım, insanlarımızın diyorsun keyfi yerinde ve kendileri sefalet içinde sürünseler de kırmızı domatesleri ve turşuluk lahanaları gördükçe acı hissetmediklerinden kendileri rahat ama onların zavallılığını görenler acı içinde kıvranıyor. Biz insanlarımızı, daha iyi yaşamak hepimizin kendi ellerimizdedir havalarıyla terbiye ettiğimizden onlar eski durumlarını kaybetmiş olmanın acısını yaşamıyor, kafalarında yeni tasarım olmadığından da acı çekmiyor. Üstelik araştırmayan, denemeyen, koşturmayan, sorup soruşturmayan insanların enerji tüketimi de az olduğundan ruhsal dengeleri hep aynı seviyede dengeli ve huzurlu duruyor.
  • Dahası da var, dedi şehirli arkadaş ve şöyle girdi konuya: Bir de dışa alıp vermeme durumu var. Kendi işlerine kapanmış olan insanlarımız dış dünya ile temastan kötülük geleceğinden, aldatılacaklarından korkuyorlar. Dışa güvensizlik güçlü! Veresiye mal vermek yok. Deliorman köylerine son uğradığımda bir köyde 400 kilo bal olduğunu gördüm, ikram ettiler yedik, şerbetini iştik. Hediyelik de verdiler, ama satılsın diye şehre göndermiyorlar. Giden gelmiyor havası hamim olmuş. Dışlarında olan hayatın işbirliği içinde var olma iradesini ret etme katılığı da var.
  • Bunun olması doğaldır, çünkü bizi karıştırıp eritmeye çalıştılar bilinçaltı zarlarında yaşıyor. Vicdan bütün görünüşlerinde kendini bir istek ya da bir iştah olarak da kendini gösterdiği için şimdilik o da kapsüle edilmiş durumdadır. Şu da var, görüştüğüm kişiler bir isteğin bir açlığın hiçbir zaman sonuna kadar doyurulamayacağına, ağız açılıp kapandıkça iştahın da devamlı kabaracağına inandıklarından “Allah ne verdiyse kabulümüzdür, fazlasını istemeyiz” kuralına sımsıkı bağlı kalmışlar, diyerek fikrimi baylaştım. Sözümü kesen köylü kardeş,
  • Evet ben, şu seçim öncesi katıldığım Podkova mitinginde de izledim. 700 kilo et kaynatıldı, kazanlar yan yana, sıra sıra aşçıların bayram günüydü. Ama belki de, göz hakkı kalmasın, belki rüyalarıma girip beni rahatsız etmesin diye, etlere bakanı pek görmedim, herkes tabağını almış, kepçenin ucuyla içine dökülene kanaat kılmıştı. Şu Hak ve Özgürlük Parti’nde gümede bekleyenler bu “bolluk sofralarıyla”, “Türkiye Büyük Elçisi bile aralarına katarak, siz korkmayın biz buradayız” havaları yaratmayı ustalıkla beceriyor, diye ekledi.
  • Bir düşünsenize, dedim, tasta ayranı olmayan insanların yanına 27 ciple, seçim otobüsleriyle çok büyük bir gürültüyle gidenlerin istediğine, hayır dua ve oy. Tabii bunların ikisi de bizim her köyde, hatta yol kenarında biye yetişiyor, ne çapa ne kazma ne sulama istiyor.
  • Muhtaç kalmışlar havası da yaratılınca, bunların ikisini de almak hiç işten değil.
  • Bana kalsa dedim, acı çekmeden oy kullanma bilinci de gelişmiyor. Aslında özünü suyunu bilmediğine hayır duası etmek de günahtır da, o kadar derine inmeyelim.
  • Şu da var kuşkusuz dedi, şehirli arkadaşımız, zekâ olgunlaştıkça acı artar, çünkü elde giden, harman saman edilen fırsatlar da acı doğurur, en çok bilgili insanın acı duyması da bu yüzdendir. Şu açıdan da bakalım, bu dünyayı iyi ya da (sefalete rağmen) dünyaların en iyisi saymak yalnız aptallık değil, bir küfürdür de. Çünkü yemesi içmesi olmayan insan vicdanı bile sefalet, yetersizlik, kıtlık ve boş umut ortamında yaşamak istemez. Vicdanı bizimle yaşatan içinde yaşadığınız dünya düşünülebilecek dünyaların en kötüsüdür inancıdır. Dili olsa vicdan iki ucunu bağlayamayan insanlarımıza şu yaşadığınız dünya azıcık daha kötüleşse, var olmaktan vazgeçer artık, demeye hazırlanmıştır. Oysa bizim bilincimiz ancak bizi görür, bizim irademiz bizim dışımızda yaşayamaz ve hiçbir şeyi daha iyiye doğru değiştiremez, bu iş için bizim ateşlenmemiz gerekir.
  • 1989’da dedelerimizin ve ninelerimizin ayaklandığı gibi mesela, demeye kalmadı, şehirli sözü kaptı.
  • Şimdi Bulgarlar soydaş oylarının dağılımına karşı neden ayaklandı? Dersin. Tam bu sebepten, çünkü vicdanlarına dıştan etki yapılmasına hoşgörü göstermek istemiyorlar. Bizden istenen devlet yönetimine daha fazla ve etkin, daha kalabalık katılmaktan vazgeçmemizdir. Bunun bir başka anlamı da daha iyi bir yaşam istemeyi unutmamız ve sefiller mutluluğunda yaşamaya razı olmamızdır.
  • Bizim ana dilimizde okuma yazmamıza bile müsamaha göstermemekle istenen bilgi ışığını yakarak kendi kendimize bakmamıza bile izin vermektir. Dedim ve şöyle devam ettim:
  • Biz bugün geçen yüzyılın 50’lı yıllarında atalarımızın şarj ettiği enerjiyle aydınlanmaya çalışıyoruz. Artık kendi kendimizin ne olduğumuzu göremez duruma geldik. Hepimizde bir akıl tutulması oluşmuş ve bundan bir an önce kurtulmalıyız. Hayatın bu karanlığı, bu yükü taşımaya, bu sıkıntılar çekilmeye değer mi? Tabii, o köydeki gün sayan yaşlılar telli horozların sesinden, çift yumurtlayan tavuklardan, döne döne guguklaşan güvercinlerden, havlayan köpeklerden, meleyen kuzulardan zevk alıyor. Ve her gün kendiliğinden değişen hayatın ani güzellikleriyle toplumsal yaşamı beslerken, sürekli adalet, sürekli kurtuluş, sürekli özgürlük yolu arayıp bulmak ve tıkandığı noktada açmak gerek. Bu bizim özgür yaşama istencimizin ifadesi olacaktır. Sefalete teslim olmak özgürlüğü de öldürmektir. Tüm dünya insanları gibi mutlu yaşamakla hepimizin en doğal hakkıdır. Hayatın bize gösterdiği çok büyük bir gerçek var. Mutluluk, hayatın özgür vicdanı seçimden seçime sandığa atılan oyla yaşamak istemiyor. Bizdeki durumda sandığa atılan oyun anlamı “ben yoksul yaşamaya” razıyım anlamındadır ki, bu da bizim yaşama irademizi ret ettiğimiz anlamındadır ki, bizim irademiz öldürmek için yoksulluğa isteye isteye boyun eğdiğimizi gün ışığına koyar.

 

– Son seçimlerin hepimizi düşündüren yanları var deyen dostlarım, ortaya çıkan son tabloda halkımızın yaşayışı bol sulu bir ırmak kıyısında susuzluktan kurumuş tarlaları ve orada burada cennet sefası sürenler olduğuna işaret ediyor, deyip, konuyu kapattılar.

Reklamlar