levent1Levent RASİMOV

Konu: Sanki hiçbir şey olmamış gibi…

Arkadaşlarımla konuşmalarımda 1989’da yarım milyondan fazla insanımızın bir anda bohça sarıp memleketimizden gitmesini aldığımız yaraların en büyüklerinden biri olarak gösteriyorum. Göçün benim kuşağımda açtığı yara, anne ve babası gözleri önünde öldürülmüş çocukların travması kadar derindir. Ben o zaman 5 yaşındaydım. Toprağın altına sakladıklarımızın geri dönmediği gibi onlarda geri gelmediler. Beklemek bir incinmedir. Savmayan bir ruhsal yaradır.

İlk belirtilerini insanların toplumdan soğumasında, uzaklaşmasında, ne olursa olsun beni katmayın, aman uzak durayım ne olur ne olmaz, havasında gördük. Yıllarca düğün yapılmadı. Birbirlerine söyleyecek sözü olmayan yaşlılar camiye ve kahveye uğramaz oldular. Onların içlerine kapanmasıyla, toplum da içine çekildi, kapandı, durdu. Bir evin penceresinde ışık var ikisinin yok gibi alacalı bir ortam oluştu. Çocukların oyunları, okulda sıralar bozuldu, nenelerin duvar dibi peykelerinde boşluklar belirdi. Bu çok ciddi bir yaralanmaydı.

Lisede bize 1944–1989 tarihi okutulmadı. Acımaya devam eden travmalı yıllarda ne olduğu gençlere anlatılmadı. İşte bugün 1 Şubat 2016 Komünizm ve Totalitarizm Kurbanlarını Anma Günüdür. Bizi devlet bir devlet olarak, Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) bir siyasi öncü olarak, bu mücadeleye katılan, açlık grevleri yapan, tutuklanıp “Belene” ye gönderilen, göçe zorlanan, sürgün edilenler veya hapislerde çürütülenler bile sanki her şeyi unutmuşlar, sabah kalktıklarında yatağın kenarında aradıkları bir tek baston. Radyoyu da açmaz oldular çünkü dişe gelen haber yok.

Bir de olayları tamamen ters yüz gösterme çabaları var. Komünizm ve totalitarizm kurbanlarını anma gününde bundan 71 yıl önce açılan HALK MAHKMESİ’ nde verilen hükümlerle idam edilenler, toplama kamplarında yok olan 20 bin kişi anılıyor. 1972 Pomak Müslüman Ayaklanması, “soya dönüş” süreci kurbanları cetvelde yok. Kobilyane, Mestanlı, Ezerçe, Medovets ve daha birçok yerde kurşunlanarak öldürülen Türk Müslümanların sözü bile edilmiyor.

HÖH-DPS ve Hürriyet ve Onur Partisi yöneticileri susarken, “Belene” kahramanlarını da temsil eden Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği (BULTÜRK) Başkanlığının MİNNETTARLIK VE SAYGI GÜNÜ vesilesiyle yayınladığı BİLDİRİ büyük destek buldu. 1944–1989 komünist rejim kurbanlarının aziz hatırasını anarken, biz Bulgaristan’da yaşayan Türkler ve tüm diğer Müslümanlar Hıristiyanlarla ve diğer dil ve din azınlıklarıyla saygılı, hoşgörülü bir toplumda iyi komşu olmaya hazır olduğumuzu bir daha ifade etmiş bulunuyoruz. Bu bildirisi demokrasi davasında millet ve etnik ayrımı olamayacağına, davanın ortak olduğuna işaret oldu. Suçluların yargılanmasını isteyenler haklıdır, halk onların arkasındadır.

İyi komşuluğu ve hoşgörülü sosyal yaşamı Balkanlara ve Bulgaristan’a Moskovalılar getirmedi. Türkler ve onların yaşam biçimini belirleyen İslam ahlak kuralları ve yardımlaşma esasları getirdi. İnsan kardeşliği, buna dayanan yücelttiğimiz bir erdemdir. Yaratana gönül sıcaklı, iman ve inançlı bakışımızdan kaynaklanır.

Bulgar toplumunda ne olduğu bilinen ama teşhisi konsa da tedavi edilemeyen bir hastalık var. Bir asırdan fazla bir süredir, kap üstüne kap bağlayan ve artık iyice kaşarlanan durum bu.  Kanımca, Plevne Savaşında ve o zamanlar Varna üzerinden memleketimize dolan ve Suvorovo’ya konuşlandıktan sonra Deliormanımızın başkenti Şumnu’ya yapılan Rus saldırısında yerli Türk Müslüman nüfusun % 17’si telef olmuş. O sızı dinmedi, dinmiyor. Dinmemesi bir yana, Balkanlardaki Müslüman nüfusun % 27’sinin telef edildiği veya göçe zorlandığı Balkan, Müttefikler arası ve Birinci Dünya Savaşı çileleri de açılan yaraların üzerine avuç dolusu ekilen tuz oldu. Kuşkusuz o gün bu gün belirli aralarla devam eden yığınsal göçler, sürgünler aynı yarayı hep kanattı, hep acıttı, hep sızlattı. Zonklayan bu yara akamadı, hep topladı.

Benim görüşüme göre, aşılamayan bir çıta var. Sanki suya atlayıp ırmağı geçecek kara koyun hala bulunamadı.  Bizdeki Rus uşakları, beslemeler, bu arada kafalarındaki ideolojik durgunluğa çare bulamayanlar çırpındıkça çırpınıyor. Şimdi gözleri Ukrayna’nın Doğu kesimindeki istilacı Ruslarla birlikte savaşmaya giden “gönüllü – kiralık, maskeli Bulgar gençlerinde” sanki onlardan medet umuyorlar. 1870’lerde Odesa’daki “komitacı kurslarında” ruh bileyip Tuna’yı geçerken Osmanlıya kılıç çeken Botev, Karaca, Hacı Dimitır gibi yeni asiler hayal ediyorlar. Umutlarında, onların silahlardan çıkacak mermilerin güvenlik yeleklerini delmesi ve istenmeyenlerin hepsini yere sermesidir. Bu bir saplantı değil, çığ gibi yayıldıkça büyüyen bir hastalık şekli alıyor. Toplumu felç edebilir. Bir NATO ülkesi olsak ve demokrasi ve güvenlik davasında Ukrayna’dan yana olsak da bu maskeli-silahlı-sapık gruplara TV yayınlarında zaman ayrılıyor, yeni kahraman imgesi yaratılıyor.

Aynı zamanda hem Batılı hem Doğulu olmak isteyen büyük bir grup var. Sanki Batıcılık yapıyorlar da, gönlülerindeki Rus sevdası bir türlü sönmüyor.  Onlar yıllardan beri tatillerini denizi ve güneşi bol Ege ve Akdeniz’de yapsalar, en çok leziz Türk yemeklerini sevseler, en iyi eğlenceleri Türkiye’de yaşasalar da, Türkiye’yi ve Türkleri sevklerini söylemeye dilleri varmıyor. Hem de yaptıkların ticaret de İstanbul’la olsa bile. Onlar büyük grup. Giydikleri elbiseler de Türkiye’de üretilmiş. Dedelerinin poturlu, kuşaklı, fesli oluşundan utanan bu grup, Türkiye’den giyindiğini dobro dobro söyleyemiyor. Atlanılamayan bir çıta var. Aslında evlerinde bütün gün Türk filmi seyreden hata son yıllarda Türk romanlarına bayılan bu grup Türk kültürüyle haşır neşir olmaya karşı kendini kapsülle meye çalışıyor. Çok enteresan…

Bulgar toplumunda gözlenen başka bir ilginç olaya da her geçen gün daha da tanık oluyoruz. Bir yandan “Bulgar özünü oluşturan” hiçbir değer değiştirilmeyecek, hatta bu içeriğin anti-Türk, anti-İslam, anti-Müslüman çizgileri dehada koyulaştırılacak. Öte yandan da, Avrupalaşma, medenileşme, modernleşme, dış kültürle zenginleşme yönü ağırlık kazanacak, fakat bu dış etkileşim “Bulgar özünü oluşturan düşmanlıklara” gölge düşürülmeyecek. Sanki Türklere, İslam’a, dinimize ve dilimize karşı olmak, Bulgar olgusunun özüdür.

Bu olay geçen hafta Eğitim Bakanı Prof. Tanev’in başını yedi. Değiştirilmemesi kutsallaştırılan “Bulgar özünde” temel kavramlardan biri “Osmanlı esaretidir.” Bulgar Çarlıklarıyla Osmanlı İmparatorlukları arasında Balkan Savaşına kadar çatışma olmamıştır. Dolayısıyla imzalanmış anlaşma da yoktur. Üstelik “esaret” hükmü ihtiva eden (içeren) herhangi bir uluslar arası sözleşme maddesi de yoktur. Şu da bilinmeli, Türk dünyasını adım adım gezip yazınla anlatan büyük Evliya Çelebi gibi, Osmanlı’nın bağrında mayalanan Bulgar Uyanışını adım adım yazan Zahari Stoyanov  “esaret” sözünü kullanmazken, Türk varlığının bu topraklarda ebedi olacağını öngörüp kaleme almıştır.  Bu, şu kış ortamında memlekette alevlenen yeni bir tartışma ocağıdır. Sanki “Bulgar özündeki ana direk esaret altında yaşanmışlıkmış” ki, dünyalarını değiştiren Osmanlıdan kopuş olmuş gibi bir hava estiriliyor.

Hep kış diyorum da, bu kış kar kalındı, soğuk sertti. Fakire fukaraya çapa kürek sapı yaktırdı. Yaşlı ve yoksulların durumu ağırdı. Şimdi bizim Deliorman’da ve Koca Balkan köylerinde “tamamen çaresiz” yani kendilerine yardım eli uzatmanın bir yolu olmayan, imkânsızlık durumu oluştu. 2014 yılında ülkede tamamen çaresizler (kıpırdayabilecek durumda olmayanlar) kategorisinde 15 bin yaşlı vardı, geçen sene sayıları 50 bin oldu.

Kısmen çaresizler” yukarıdaki rakamın dışındadır. 16 yaşın altında doğum yapan Çingene kızları kapsıyor. Sayıları 3 bindir. 18 yaşın altında olan ve artık bebe emzirenlerin sayısı 5 bini geçti. Biz burada evden, barktan, kaloriferli ve sıcak sulu tesislerden, kapı karşısındaki minimarketli ve eczaneli, taslar dolu sosyal yardım dağıtılan bir ortamdan söz etmiyoruz.

Bu kategoriden olan gençlerin sosyal sigorta durumları düzenlenmemiş. Sosyal sigorta kurumlarında dosya numaraları yok. Kendilerine para yardımı da yapılamıyor. Şimdi yeni bir düzenleme getirilmiş, 16 yaşın altında olup doğum yapmış olan bir de lisede okuyor kaydı bulunan Çingene kızlarına ayda 300 leva yardım veriyorlar. Sonra durup dururken “köpek gibi yetiştirilmiş çocuklar” gibi kavramlar lap diye giriyor lehçemize, dilimize, kültürümüzü belirlemeye başlıyor. Tabii bu ortam bir “esaret” ortamı değil, bu çocukların çocuk doğurması ahlaksızlık sonucu, ama bu durumu değiştirecek aile, toplum, yasa ve anayasa yok. Ve ben konuşmalarımda bizim toplum “hasta” derken bunu kastediyorum, bu hastalığı bilinen, fakat virüsü yok edilemeyen, sefalet katmerleştikçe, o da üredikçe üreyen bir ortam. İşte böyle bizim derenin suyu bulanık değil, hatta kirli olduğu da belli değil, bizim su zehirlenmiş, içsen içilmiyor, sulamaya da yaramıyor, en iyisi bütün derelerin üzeri kapansın ve yeraltı deresi gibi aksınlar istedikleri yere, dünyaya faydası olmayanın nereye aktığından bize ne?

Tamamen çaresizlerin” toplamı ise öncelikle 1 270 000 emeklidir. Bu kategoriden olup aylık ana, yan, ek gelirleri 300 levayı aşmayanlara (150 Euro) yılda iki kez, “Bocuk” ve  “Hıdrellez Bayramında” olmak üzere verilen 40 artı 40, toplam 80 leva bayram yardımıdır.

Size, 60 sm kalın karlı bir ortamda Sliven’in Bojintsi köyünden Lazar Denev adında 75 yaşında bir emekli köylünün TV-ye düşen acıklı öyküsünden bir nebzecik söz etmek istiyorum. Adamcağız çatısı çökmüş, kar, dolu, yağmur üzerine yağan, perişan ve darmadağın, eski ve harabe bir yapıda 7 senedir ömür törpülüyor. Şu yukarıda “tamamen çaresizlere” bayramdan bayrama dağıtılan 40 leva için muhtara, muhtar belediyeye, belediye Sliven İl Savcılığına başvurmuş, savcılık köye bir ruh hastalıkları doktoru göndermiş, bir bacağı olmadığından günlerini çökmüş bir kanepeye uzanmış, yağan kara ve bulutlara bakarak geçiren Bay Denev’in ruh halini iyi bulan doktor, yardımın verilmesini engellemiş.

Bazen, bizim toplum hasta olmasına hasta da, tam neresi hasta sorusunu kendime sorduğumda, cevap bulmakta zorlanıyorum.  Şu bahar bir açsa, bahar yağmurları durmadan yağsa, hastalıkların yarısının kendiliğinden derelere dolup yok olacağına inanmak istiyorum.

Reklamlar