Tarih: 27 Aralık 2019
Yazan: İbrahim SOYTÜRK
Konu: Bulgar devleti ikinci dereceli saydığı güçlerin (Müslüman azınlık topluluklarının) başarılı olup öne geçmesini kabullenemedi.
Bazı sözleri söylemek, kimi yazıları yazmak için cesaretle birlikte yürek de gerekiyor. Bize uygulanan devlet terörüne karşı mücadelemizde şehit düşen kardeşlerimizi andığımız şu günlerde, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği BULTÜR’ün, 1944’ten sonra ve özellikle de 1984-1989 zulüm döneminde Bulgaristan Türklerine karşı uygulanan soykırım süreci suçlarının zaman aşımına uğratılmasına karşı düzenlediği İstanbul uluslar arası basın toplantısını anımsadım. Bosna, Makedonya, Moldova, Kırım, Afganistan, İran, Irak ve Irak Türkmenlerinden temsilciler katılmıştı. “Bulgaristan Türklerinin 1944-1989 yılları arasında uygulanan baskı ve terörü unutmasının asla mümkün olamayacağı” kesin dile gelmişti. Zaman aşımına asla yol verilmemeliydi.
Suçluların ortalıkta dolaştığı adalet ve demokrasi olmaz.
Ardından BULTÜRK Genel Başkanı Rafet Ulutürk Sofya’ya gidip, eski komünistleri işledikleri suçlardan ötürü mahkemeye çıkaran “Hana Arend” Vakfının basın toplantısına katılmış ve yaptığı esaslı konuşmada, “Suçlar yalnız Türklere, Pomaklara ve diğer Müslümanlara karşı değil bütün azınlıklara karşı işlenmiştir,” vurgusunu yaptı ve örnekler verdi. “Belene” ölüm kampına önce Bulgar muhalefet temsilcileri atılsa da, aralarında her zaman Türkler de vardı” dedi. Bulgaristan’da işlenen kültür kırımını, dil yasağını, Türkçe konuşanlara kesilen cezaları, memleketin Türksüzleştirilmesi sürecini, halk iradesinin yok edilişini kınadı.
Kanımca, mücadelemizin 1989’dan sonraki aşaması, hukuk ve sivil toplum örgütleri aşaması şeklinde gelişti. 21. Yüzyıl önderlerimiz bu yeni mücadele aşaması içinden sivrildiler. Bir de bu savaşımın biri Türkiye ayağı ikincisi de Bulgaristan ayağı olmak üzere İKİ AYAĞI gelişti. Yeni ortamda söz sahi olmayı hak edenler de her iki ortama ayak uydurabilenler oldu.
Bulgaristan’ın bugün alt edemediği en büyük problem, komünist totalitarizmle hesaplaşmayı kabul edip zorunlu görüp gerçekleştirmemesidir. Trajik geçmişin canlı tutulmak istenmesidir. Bulgar devletinin Türklere yaptığı zulmün cezasız kaldığına halkı inandırmaya çalışıyorlar Tarihin yanlış anlatılması, zulmün ve katliamların gizlenmesidir. Hak ve Özgürlük Hareketi, DOST Partisi, Halkın Şeref ve Özgürlük Partisi, Demokratik Kanat ve Milli Hak ve Özgürlükler Hareketi gibi etnik Müslüman toplumu örgütlemek için son 30 yılda kurulan partilerden hiç biri bir gazete çıkarıp acı gerçekleri yaşanan trajediyi anlatmadı, halka inmediler. Genç kuşak olayları öğrenemedi. Bu nedenle halkın cahilliği ve yoksulluğunda yeni bir atılım yükselemedi. İşe yaramayan, davamızı satan sahte “liderler” ortada kaldı ve korku katmerleşti.
Bu özelliği vurgularken ayaklanma ve devrimlerin kendi liderlerini kendilerinin eğitip yükselttiğini belirtmek istiyorum. Devrimin yönünü adaletin üstünlüğünü belirleyen önderdir. Bunun için devrimin, ayaklanmanın, kükreyen halkın nefret ve öfkesinin gemlenmesi gerekir. Bulgaristan örneğinde (1989) kazanımların güvencesi, (garantörlüğü), hatta teminat kartı oynanmıştır. Bu, “teminat”, “güvence”, “ben sizin isimlerinizin bir daha değiştirilmeyeceğine garantörüm” sözleri baştan başa yalandı. Bulgaristan Müslümanlarının Sofya Halk Meclisinin 3 gün3 gece kuşatılmasından sonra 29 Aralık 1989’un karlı akşamüstü söylenen bu sözler yeni bir tuzaktı. Kim kime ne güvencesi verebilirlerdi ki, BKP devrilmiş, Todor Jivkov indirilmiş, suçlular tir tir titriyor ve dünyanın hangi ülkesine kaçıp sığınacaklarının hesabını yapıyorlardı. 1913’ten beri monarşi-faşist ve komünist-totaliter devletle kimlik mücadelesi veren ve bu davayı her defasında zaferle sonuçlandıran Bulgaristan Müslümanları toplumsal ve siyasi yapının orta direği durumuna gelmişler, kader belirleyen duruma yükselerek kendilerini kabul ettirmişlerdir.
Olayı şöyle anlamak zorundayız:
İsim, dil, din, kültür ve Türk Müslüman medeniyetini yok etmek amacıyla 1972’de en amansız silahlı kanlı saldırılar başladı. 1984 ‘ün 26 Aralığında ikinci aşaması ağır silahlı ve zırhlı araçlarla şiddetlendi. Devlet terörlü soykırım sürecini, 1989’un 29 Aralık gecesi geriletip Sofya’da sırt üstü yatırdığımız bir anda, Ahmet Doğan adında bir gizli polis ajanı bir polis aracından çıkıp, “ben sizin garantörünüzüm” demesin mi.
Ve Bulgaristan Müslüman Türk azınlığıyla zalim devlet ve milliyetçi sürüsü arasındaki kavganın için perdesi o zaman başladı. Bir asır mücadele eden halkımıza güvence vermeye kalkan hain Doğan, aslında sinci asimilasyon planlarından asla vazgeçmeyen Sofya devletiyle perde ardında anlaşmıştı. Soykırımcı Bulgar rejimine, Türklere isimlerinden ve din haklarından başka hiçbir hak tanınmayacağı konusunda söz vermiş ve yemin etmişti. Denge bu noktada sağlanmış ve hain Doğan’a kendini bu işin köşe taşı olarak lanse etme hakkı tanınmıştı. Ana ödevi ayaklanıp zafer kazanan ve mücadeleci ruhlarını dünyaya tanıtmayı başaran Müslüman Türkleri kapsüle edip mücadeleci ruhlarını ve kimlik bilincini sıkıp hafızalarından akıtmaktı. Bunu yapabilmesi için onun parti kurduğunu ilan etmesine göz yumuldu hatta İç İşleri Bakanlığı müfettişlerinin program ve tüzük yazıp Sofya Mahkemesinde tescile sunmaları ödevi verildi. Halk direnişleri ateşinin enerjisini toplayacak olan bu yeni parti’ye HAK VE ÖZGÜRLÜKLER HAREKETİ adı verildi. Ödev, köklü anayasa değişikliğinde ısrar etmemek, totaliter sistem suçlularından hesap sorma yolunu kesmek, eski ajan dosyalarını köpeklere atarak gizli polis sistemini koruyup yeni kadrolarla beslemek, Türklerin ekmek teknesini kırarak yoksullaşmaları yolunu açmaktı. Yedekte durarak eski komünist partisinin sosyalist ve polisiye GERB kanadını desteklemek ve Todor Jivkov rejimine geri dönme olanaklarına destek sağlamaktır. Bu planın en önemli segmeni (halkası) demokrasi ve adalet mücadelesinde başı çeken, öncü olan Müslüman Türk topluluğu ikinci dereceli topluluk olarak geri iterken, diğer etnik azınlıklarla birleşmesini ve Bulgar siyasi muhalefet hareketiyle kaynaşmasını ve dayanışmaya geçmesini önlemekti. Bunu destekleyenler Doğan’ın HÖH partisi içinde, kendi başına diktatör tacı geçirmesine göz yumdular.
Bu siyasetin devam etmesi için bugün Mustafa Karadayı’nın yakınlarına geri çevirmemek şartıyla 10 milyon leva “konuk evi” parası verildi. Ahmet Doğan’a ise yine geri çevirmemek şartıyla yüz milyon Avro vermeye hazır olduklarını görebiliyoruz.
Fakat kartların bu kadar çok karıştırılması, örneğin Müslüman Türklerin başına diktatör monte etmek için, 1972-1989 yılları arasında yetişen mert, cesur ve atılgan öncü, önder, yönetici ve liderlerin ve onlar gibi nitelikli kadrolarımızın hepsini sınır dışı ettiler. Halkın gözüne korku körüklendi. “Benim bu işlerde elim yok demeye çalışan soykırımcı devlet” Türklerle ekonomik ve politik hesaplaşmak için MULTİGRUP tümörünü oluşturdu. Yönetimine Gizli Polis “DS” ile Rus istihbaratı “KGB” nin Bulgaristan’daki en sıkı ajanlarını – Dimitır İvanov, Ahmet Doğan, Stoyan Deçev vb – yerleştirdi. Sofya’da Kütüphaneci Enstitüsü (Bibliotarski İnstitut) adında bir gizli polis yetiştirme ini kurdular ve 200 yılından beri Müslüman Türkler üzerindeki baskılarını iyice arttırdılar. Burada en önemli unsurlardan biri de, Suçlu Bulgarların soruşturulup kovuşturulmaması, katillere kanat açılması, toplumu, halkı böldü ve milliyetçiliğe kin ve öfke pompaladı.
İşte bu temel üzerinde 1991’de ilan edilen Geçiş Dönemi, Bulgaristan’da özürlü adalet ve sakat demokrasi doğdu. 30 yıl geçti ve yetersizlik aşılamadı, kötürüm kaldık, acınası durumdayız.
Tarih böyle bir kişi tanıyor. 1804 yılında Napalion, kendi kendini imparator tayin etmişti. A.Doğan’ın kendisini HÖH Başkanı ilan ettiği gibi. Ardından 1993 Kırca Ali Kurultayında Tüzük değiştirip kendini “ömür boyu başkan” seçtirmişti. Bu tüzük değişikliklerini kabul etmeyenleri Haskovo Ilıcalarında eşek sudan gelene kadar “Multigrup” sopacılarında dövdürmüştü. 10 bin Bulgaristan Türk aydını, öğretmen, memur, özgürlük gazisi vatandan kovuldu. Bizim gençlerimiz süresiz başkanlık ve süresiz fahri başkanlık kabul etmiyor, Mart 2020’de yapılacak HÖH Kurultayında Tüzük ve Program değişiklik istiyorlar.
1984 yılı Bulgaristan’da zulmün azdığı bir yılsa, 1989 yılı da pek çok fırsat ve şansın kaçırıldığı yıldır. Bu konuyu biz BGSAM olarak defalarca işledik. Şimdi de, izninizle bundan 30 yıl önceki olay ve gelişmelere bir de Viyana Üniversitesi Tarih Profesörü, yazar Oliver Yens Şmit’in “Neue Zuricher Zeitung” gazetesinde çıkan son yazısı açısından bakalım. 1989’da Doğu Avrupa ülkeleri için yeni ufuk açılmıştı. Fakat Bulgaristan’da hayat çöktü, fiyatlar fırladı, boş işler konuşulan yuvarlak masa pazarlıkları başladı.
Türkler Pomaklar, 1989’a kadar 17 yıl mücadele verirken, toplum mezar açmaya kadar zulmün, sürgünün, sıkıntı ve darboğazın her çeşidini yaşamışlardı. Yuvarlak masaya davet edilmediler. Dertlerini dinleyen olmadı. Bulgaristan 1989’da Polonya, Macaristan, Demokratik Almanya ve Çekoslovakya’dan farklı bir yola yöneldi. Şimdi onlar nerede? Biz 2007’den beri Avrupa ülkeleri arasında en geri kalmış, en duraklamış, fren etmiş, vatandaşları ülkeyi terk etmiş ve durmadan yerinde sayan ülkeyiz. Yanlış yol seçmemiz sonucu çarpık adalet ve sakat demokrasi doğdu.
İki özelliğe işaret edelim:
Bir) 360 bin Türkün memleketten zorla kovulmasından sonra ekonomi çökmüştü.
İki) Bulgar komünizmi, diğer Avrupa komünist ve sosyalist partilerine kıyasla, düşmanca milliyetçi bir partiydi. Türkler başta olmak üzere tüm Müslümanlara ve azınlıklara karşı kin ve nefret kusuyordu. Bulgar toplumu ırkçı milliyetçilikten hastalanmıştı.
Irkçılık ve milliyetçilik totaliter komünist ideolojinin özünden akıyordu.
İşte böyle bir ortamda, Prof. Oliver Şmit, “demokrasi ve serbest piyasa ekonomisine doğru yol alınamazdı,” diye yazıyor. Yazıda 360 bin Türkün vatanlarından kovulması, gizli polisle bağlantılı olanların Türkleri kovarken milyoner olmaları, kovulanların malına mülküne oturulması, kitlesel göçün ekonomiyi çökertmesi, zorbalığın daha da şiddetlendirilmesi, Mihail Gorbaçov taraftarlarının iktidara el atması, yeni gelişmelerdi.
Olayların komünist milliyetçilik, (ırkçılık) açısından analiz edilmesinden çıkan sonuçta, Bulgaristan’da demokrasi ve adalet yolunun asla açılamadığına işaret ediyor. Bu da büyük şansların kaçırılmasına sebep oluyor.
Şu husus çok önemlidir. Sosyalizm döneminde Bulgaristan’dan kaçmayı başaran çok Bulgar asıllı yoktu. Mukavemet dernekleri, kulüpleri ve hareketi de yoktu. Dolayısıyla 1989’da gelişen çevrecilik sışında güçlü bir mukavemet direnişinden söz edilemez. Dolayısıyla M. Gorboçov yandaşlarının (Andrey Lukanov) Sofya’da iktidara oturduğunda onların karşısına çıkıp pazarcık edecek, iktidarı barışçı yollardan isteyip alacak güçlü kişilikler yoktu diyebiliriz.
Bulgaristan muhalefet güçlerinin Avrupa eğilimini izlemediği, azınlıklarla ortak olma yollarını da aramadığı görüldü. Bunu Bulgar komünizminin farklılıklarında, her zaman ve her konuda milliyetçi kalmasında arayabiliriz. Bu özellikler bugün de Çerçeve antlaşması maddelerinin uygulanmamasından, azınlıkları asimile etme siyasetine değişik biçimlerde devam etme siyasetinde izlemekteyiz. 1989 Mayısında Silistre ili Akkadınlar (Dulovo) Belediyesi Karakoç (Oven), Karalar (Çernolik), Sungular (Vokil) ve Ormanköy (Razdel) Türk Bayanların barışı yürüyüşüne Helikopterden su yerine çakıl atılması emrini günümüz Başbakanı B.Borisov’un verdiğinde de görebiliyoruz. Bu farklılık günümüzün ötekileştirme ve devletten uzak tutma siyasetinde yaşamaktadır.
Konumuza devam edeceğiz.
Yaklaşan Yeni Yılınız sağlıklı ve mutlu olsun.
Okuyanlara teşekkürler.