Ölebilirsen öl,
Konuşmadan, bakmadan, ağlamadan.
Anımızdaki Bulgaristan
Slavço için bağırmamak, düşüncelerini açığa vurmamak iradesiydi. Konuşmamak ise, bildiklerini içinde yaşatırken, onlardan güç alma kararlılığıydı. O ağlamak nedir bilmiyordu. Göz bebekleri tamamen kurumuştu. Zaten yüzünü temiz suyla yıkamayalı haftalar olmuştu.
Slavço Diçev’in babası, Dimo Diçev,, 1923 anti-faşist ayaklanmasına katılmış, partizanlık yapmış, 9 Eylül 1944’ten sonra da, Bulgar DS (gizli istihbarat örgütü) kurucusu olup, 1944-1945 yıllarında Direktörü, hem de uzun yıllar müsteşarıydı. Başka bir değişle BKP MK Genel Sekreteri ve BHC Devlet Konseyi Başkanı T. Jivkov zamanında Bulgar devletinin ÜÇÜNCÜ DEĞİL, İKİNCİ ADAMIYDI.
Konumuz, Dimo Diçev’in kendisi değil, oğlu Orgeneral Slavço Diçev’tir. Soyu Trakya’nın en verimli kesimi olan, iri karpuzlarıyla meşhur, etraf Türklerin de onlar hakıkında “iyi yüreklidirler” dediği Lübimets’ti. Ovadan ve kasabanın içinden geçen Meriç ırmağının getirdiği Ege havası bu topraklarda yaşayan insanları hep etkilemiş ve yakınlaştırmıştı. Bu şehirde Müslüman yaşamasa da, yaşayanların doğasında Türklere yakınlık vardı.
Slavço on dokuzunda III. Boris’in faşist polislerince bir gece yarısı uyurken yakalandı. Gizli RMS (İşçi Gençlik Birliği) sekreteri olduğunu bilen gerici rejimin polis ve jandarmaları onu uzun sürse kovaladı. Yakalaması kolay olmasa da, gece karanlığında yeni bağlanmış mısır demetlerinin arasına gömülmüşken nasıl ele geçtiğini sonra yıllarca düşünecekti.
Aylarca polis mahzeninde, 24 saat ışıksız zindanda, aç susuz ve kir pas içinde kalan, tartaklanan, dövülen ve yara bereleri savmayan Slavço bir gün elleri kolları bağlı tren garına götürüldü. Bir yük vagonuna itildi. Bu onun için son garı olmayan bir yolculuktu. Sallana sallana giden yük vagon ununda 35 gün kaldı. Bir katardan boşandırılan vagon sanki bir ara istasyonda unutulur, sonra yine aynı tıkırtılarla başka bir trene bağlanıp, düdükler çalınınca çekilirdi. İstasyonlarda beklemenin saati, gecesi, gündüzü yoktu, ne zaman akıllarına gelirse kapı aralanır ve içeri birkaç ekmek, soğan, salatalık ve bir teneke su verilirdi. 19’unda olmasına rağmen, bir deri kemik kalmış, yürüyebilecek durumda değildir. Bir gün tren durdu. Düdükler çok uzun çaldı, kapı açıldı ve o vagondan beyaz çakılların üzerine çekildi.
Jandarmaların küfür ve tekmeleriyle bir eski kamyona bindi. Tozlu Deliorman yollarında tüm hünerlerini gösteren bu kamyon eskisiyle Kubrat’ın Sevar köyü ’nün gölbaşına vardığında, ördek ve kazları vakvaklattı, köpekler havladı, elleri değnekli köylü Türk kadınların kış kışları arasında, toz duman içinde stop etti. Toplanan köy erkekleri bir iskeleti andıran, pislik ve ahırlardan gelenlerin bile burun direğini kıran dayanılmaz kokusuna aldırmadan, burun kıvırmadan, sanki çok pahalı bir kristal vazo indirirmiş gibi sürgünü aşağı aldılar. Büyük cevizin gölgesine oturttular.
Sonra da, süngülü silahları sırtlarında asılı jandarmalara dönüp, “Efendiler Hoş geldiniz!” dediler. Cevap olarak “Yusuf’un Ahmet” hanginizdi? sorusu geldi. İmzalar alındı, evraklar muhtara verildi. Jandarmalar kamyonla yola devam etti.
Artık evraklardan adını öğrendikleri Slavço’yu (Şanlıyı) iki tekerlekli bir çöp arabasına bindirip köyün öte ucundaki Ahmet’in geniş ve gölgeli avlusuna indirirken, “Gözünüz aydın! Sizin kısmetiniz de geldi.” sözleriyle hane sahibiyle şakalaşıp işe koyuldular.
Köyde daha önce getirilen politik mahkûmlar da vardı. Karşılamaya onlar gelmediler. Getirilenlerin sıhhi ve temizlik durumları, üzerlerindeki pislik arınmadan, pire sirke kökten temizlenmeden yapılacak herhangi bir şey olmadığından, hemen ocak yaktılar, büyük kazanda su kaynatmaya başladılar, davar yağından dökülmüş sabunlarından iki kalıp istediler. Berber Ali tıraş düzenleriyle geldi. Aylarca sırtı su görmemiş Slavço’yu bir kütük üstüne oturtup sabunladılar. Bu genç sürgünün sırtından çıkan kirin ne kadar olduğunu anlatmak uzun sürer. Kirle kokular da dağılıp değişti. İyice sabunladıktan sonra iş berber Ali’nin eline düştü. O da ayakucundan girdi ve kafasındaki son tele kadar kesip attı. Sonra sıra yeni ikinci kez sabunlayıcılara geçti. Bu arada berber Ali usturayı bir daha biledi. Slavço’nun derisini kanatmadan işini bitirdi. Şiş kesecilere geldiğinde şakalaşmalar başladı: “Ali bu adamda bir damla kan yok mu ne, nasıl olur, çizdirmeden bitirdin, öncekinin suratını kırmızı boyamıştın, kellesini kestin sandık, ama bu defa iyice ustalaşmışsın maşallah,” diyenler berbere laf atıyordu. Kesecilerden sonra ılık suyla durulanan Slavço da göz açtı. Ayna getirdiler, baktı, kendini tanıyamadı. 6 aydan beri aynada kendini görmemişti. Tertemiz olmuştu ve ak pak don gömlek aba potur, kuşak ve yelek getirdiler, giydi… yüzü gülmüştü.
Slavço, Yusuf’un Ahmetlerde 2 yıldan fazla kaldı. Kendini sevdirdi. Dürüst ve tebessümlü olması temas kurmasında yardımcı oldu. Koyun kuzu ardında, tarlada ahırda yardımcı işleri görürken biraz biraz Türkçeyi de söktü, derken sofraya dahil edildi, hiç aç kalmadı, meyve ve sebze bahçesinden de gönlüne göre koparıyordu.… Sevar’daki öteki Bulgar politik sürgünler onu kıskanmışlardı.
9 Eylül 1944’ten sonra politik sürgünler kaldıkları evlerin halkıyla vedalaşırken, Svaço Diçev artık 21’indeydi, boylu poslu endamlı, hafiften kumral ve dalgalı saçlarıyla ergen güzeli, dayanamadı, ağlamaya başladı. Ev sahiplerini sevmişti, misafirperverliğin böylesi için Bulgar dilinde söz yoktu, göz bebekleri hepten boşandı, hiç konuşmadan ağlamaya devam etti. “İstersen kal, biz seni everelim, komşumuz olursun.” dediler ama Slavço artık hürriyet torbasını sırtlamış, gözü tozlu yoldaydı.
Yakın geçmişte ölüm haberini gazetede okudum. Bizden ayrıldıktan sonra Prag’a askeri akademiye gönderilmiş ve Bulgar Halk Ordusu’nda Orgeneralliğe kadar yükselmişti. Bulgar Silahlı Kuvvetleri’nde Türk asker olmadığından onun bize karşı mayalanan saygı ve sevgisinin değişip değişmediğini izleyebilme olanaklarımız kısıtlı kaldı.
Ne ki, 1984’te Yusuf’un Ahmetlerin torunu Fatma kız, Sevar köyünü de içine alan, Kubrat Belediyesi Tarım Sanayi Kompleksi (APK) inek fermasında çalışırken, sabah sabah çayıra saldığı sığırların ardından ahırı küremeye koyuldu. Havalandırmaya açtığı geniş kapıdan, kendini hiç fark ettirmeden giren bir üniformalı milis “adını değiştirmekten kaçıp ahıra saklandın ha” sözleriyle genç kıza çullanmaya hazırlanırken, elindeki küreği var gücüyle savuran Fatma silahlı milisi yere serdi, olandan korktu, elliyle ağızını kapadı, milisin öteki dünya yolculuğunun nasıl başladığını dehşetle izledi.
Hepimiz için o çok acılı olan zamanda Fatma’nın duruşmasında savcının yüzüne karşı bağırdığı hakaretleri anımsatmaya gerek olmadığı görüşündeyim. Sliven Kadın koğuşuna düştü. Elinde bağlaması derdini vuramadan söylemeye döktü ama gam bitmiyordu.
Bir gün kadın gardiyanlardan en kilolu olanı başı ucuna geldi ve “Gel!” dedi. Müdürün odasına çıkardılar. Girmezden önce sarı saçlarını lastikle bağlattılar, sırtına yeni elbise verdiler.
İçeri girdiğinde karşısında Bulgar Halk Ordusu Orgenerali Slavço Dikov duruyordu. Fatma ne diyeceğini şaşırdı. General yumuşak ve hürmetli bir sesle: “Nasılsın?” diye sordu.
Fatma’nın cevabı: “SAĞOLUN, SÜRÜNÜYORUZ İŞTE…” oldu.
Slavço, Yusuf’un Ahmet’in yani Fatma’nın babasının sofrasında yediği ekmeği unutamamıştı, ama Fatma’yı cezaevinden kurtarmaya da gücü yetmedi.
Reklamlar
tebrikler