nejdet özgurDr. Nejdet ÖZGÜR

Konu:  Nasıl nabız alınır biliyor musunuz?

Lise öğrencisiyken okuduğum ve çok etkilendiğim romanların biriydi “Briç Oyuncuları”. En yüksek seviyede korunan hapishanenin hücre ve koridorlarından geçmiş,  ceza yıllarını aşındırmış, nefret ve kinin tortulaşmasını bekleyebilmiş ve çok gürültülü kapanan o demir kapıdan dışarı adımlarken tebessüm eden güneşe “özgürüm” diye haykırabilmiş 4 kişiydi eserin kahramanları. İki üç yılını “briç oyuncusu” eski katillerle geçiren yazar, deneyimlerin sonradan gelenleri filtreleyişini anlatmıştı. Cevabını aradığı soru, ihanet etmek bir katillikse, ihanet eden birinin, sonradan iyi ahlaklı olma şansıydı konusu. Davası görülmüş, ceza çekilirken dökülen tuzlu terle birlikte insan arınır, pişmanlık geçirir, aklı dengesi yerine gelir desek de, gizli işlenen, açıklanmayan suçlar filtrelerde nasıl süzülür, tortusu nasıl alınır,  yoksa gizli katiler ve hainler ömür boyu soğan zarı gibi kokar mı?

İşlenilemeyecek hainlik olmadığı gibi, af edilemeyecek suç da yoktur.

Fakat her suç af edilmez.

Faili bilinmeyen cinayetler, bilinçli olarak işlenen ama gizli kalan suçlar, insanları süründüren ihbarlar, yanlış verilen bilgilerle kararan hayatlar, katil bir devletin ayakta kalabilmesi ve pençelenmiş halkı boğmaya yarayan art arda kurulan tuzaklar insanımıza çok çektirdi.

Kötülük yapmak için doğmuş insanoğlu olduğuna inanmıyorum. Biz sıradan saf insanlar kendiliğinden arınışa ve yetkinleşişe inanırız.  Durum böyleyken ve yaşlılarımızın “kötülük etme kötülük bulursun” nasihatiyle büyümüşken, bir de duruma bakalım.

  1. Jivkov zulmü döneminde şunun bunun aleyhinde, kötülemek amacıyla devlet yetkililerine haber ulaştıran ve bu işi yapanların 1997’de resmen açıklanmış olmasına rağmen, sonrası da var, gizli polis arşivlerinin de masaya dizilmesine karşın, listelerde adı yayınlanan şerefsizlerden hiç biri çıkıp toplumdan özür dilemedi. Haklarındaki gizli ihbar gerekçe gösterilerek tutuklanıp dövülen, içeri düşen, sürgün edilen, ailesinden evlatlarından ayrı düşen, işsiz kalan, okuyamayan, kötürüm olan, sınırı boylayan yurttaşların hiç birine “Geçmiş Olsun!” denmedi. Bir devletin “sizi ele veren hainler işte bunlardı” demesi, hainleri ve hainlikleri af eder mi?! Bir de, onların kene gibi yapıştıkları devleti daha öte yolmalarına ne dersiniz?

Durumun Türkçesi şudur: “Nankör bir toplumuz! Ama çok nankör!”

Bu nankörlüğe “Yeter” deyen olmadı mı? Oldu. 79 dava açıldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kapısı çalındı. 200 dernekten yalnız bir ikisinin çabaları 60 bin kişinin çektiği eziyeti, 12 bin hapisçinin çilesini, 518 “Belene” cinin acısını, ayrılık sancılarını pansuman edebilir mi? Babasız ve anasız kalan çocukların gözyaşlarını dindire bilir mi?

Şehitlerimizin kanı yerde kalmadı mı? Hafiyeler gizli çalışmış, toplananlar gece yakalanmış, zindanlarda dövülenler zifiri karanlıkta dövülmüş, geceler izleri gizlemiş ortalıkta güneşin görebileceği bir iz yok sanki…Ve en kötüsü, sözde her şey değişirken, ispiyon hainlerin daha yüksek görevlere atanması, kendi aralarında birlik olup yeni ihanetlerin tuzakları kurması, adaletin yakasına yapışmış onu çöpe atmaya çalışmalarıdır.

Tepeden tırnağa hain olanlar aramızda, önümüzde ve ardımızdadır. 

Yeni hainlikler üslenmek de moda oldu. Eski ihbarcı dosyalarını gizleten ve bugün yüzümüze gülüp mezarımızı kazanlardır onlar. Geçmişleri kapağı açılmamış sır küpü, “Briç oyuncuları” gibi. Dosyası kayıplara karışan ve yüzünün rengi hainliğimi ele vermesin diye sakal salanlardan biri Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) Genel Başkanı Lütfi Mestan’dır. İki ay önce tepe üstü düştü. Tüm gizli çamaşırları ortaya çıktı. Bilmeyenlere anlatalım. HÖH (PS) partisini “DS” ve “KGB” elinden aldım havasına tam girmiş ve “pasta dilimlerini dağıtma işine” el atmaya da hazırlanırken, saray yılanının kuyruğuna bastı ve kellesi kaydı.

Ne mi oldu?

26 yıldan beri devletten koparılan, Avrupa Birliğinden gelen, içerden dışardan çalıp çırpılan, dış borçlanmadan gelen paralar “saray arıtma tesisinde” filtrelenmeden kimseye koklatılmıyordu.  Önce şirketler çemberi sulanıyor, ardından devamlı ağzı açık mafya ve oligarşi ve emekli ve yeni atanmış generallerin payı dağıtılıyor ve herkes payını aldıktan sonra basın TV ve radyo “şeytan aldı götürdü ve geri getirmedi” şarkısı söylenmeye başlıyordu.

Köyde yetişmiş, Bulgarcadan başka pek bir şey okumamış ve hayat tecrübesi balıkçılıkla dağ bayır avcılığına dayanan Lütfi Mestan, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Ahmet Davutoğulu’nun 15 Aralık 2015’te bir günlük Sofya ziyareti sırasında, hele de kırık dökük Türkçesiyle iki başbakanı anlaştırmaya çalışırken,  kendini kümeste horoz sandı.

Ömür boyu bir ajan öğretmen, ajan belediye müfettişi, ajan milletvekili maaşı alan ve kendine 18 yıldan beri yaşadığı Sofya’da bir daire bile satın alamayan bu şahıs yeni bunalıma girmeden önce şöyle bir olay oldu.

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının Bulgaristan’a, 100 milyon Euro, Ardından 200 milyon Euro ve daha da ardından 1 milyar Euro gibi bir yatırım programı açıklamasıyla, bu işte tercüman olduğunu unutan arkadaş, bu paralar benim cebime girip çıkacak sandı ve birdenbire keçileri kaçırdı. 17 Aralık 2015’te “saray kör sofrasında” kellesi kaymazdan önce, aklından neler neler geçti! Hatta yılbaşı hediyesi olarak Doğan’ın kendisine “pastaları kestiği bıçağı” hediye etmesini bekleyecek kadar ileri gitmişti. Bu beklenti onun başını yedi. Halkımızın, her kes her iş için değildir, atasözü doğru çıktı. Böylece bizim “briç masası” dağıldı. Çünkü bu sayada oynayanların hayal etme ve dalavere düşünme hakkı yoktu.

Katilden ve hainden DOST olmaz.

Lütfi tepe taklak olduğunu hemen fark edemedi, çünkü geçirdiği şoktan ayılması uzun sürdü. Sırtım yerer gelmez artık havalarına girdi. DOST partisi tescil ettirip halk arasına girmeyi hayal etti. Mahkeme kararını beklerken, düşünemediği bir gerçek vardı. Türkiye’den Bulgaristan’a akan ırmak yoktu. Bu yaratanın siyasetle uğraşanlara önemli bir işaretiydi, ama Bulgar dili kitaplarına alınmadığından rastlamamıştı.

Maske değiştirip ben bu işi kurtarırım” demeye devam etti. Heyecanı o kadar büyüktü ki, içindeki süre geleni durduramıyordu. O, Bulgar siyasi istihbaratının Türkiye Amirliği ve Rusya Balkanlar istihbaratının Bulgar Masası önünde “iki sözünüzü bir etmeyeceğim” yemini vermişti de, ona Türkiye Cumhuriyetinden gelecek paralarla ilgili hiçbir şey söylenmemişti. O gafil avlandığının da farkında değildi. Hapse girip günah çıkarmamış, hainliği aklanmamış, haktan af dilememiş bir ajan bozuntusuna bu kadar büyük güven bağlanması da merkezlerin kitaplarında yoktu.

Oysa bu olay defalarca denenmişti.

Bir tarla ne için sürülür? Tırmıklanır karıklar çekilir ekmek için değil mi?

Çileler ne için çekilir?

Halk neden ayaklanır?

Evlatlar neden kurban olur?

Günlerimiz daha iyi olsun diye değil mi!

2013’ün 19 Ocak günü genç kahraman Oktay Yeni Mehmedov, Türklük adına, Müslümanlık adına, halkımız adına, çocuklarımızın geleceği adına hainliklerin baş ustası Ahmet Doğan’ı HÖH (DPS) 8. kurultay kürsüsünden indirdi. Olay, Lütfi Mestan güneşi doğmasına vesile oldu. 10 gün sonra, Bulgaristan Türk Aydınları arasından seçkinler heyeti yeni Genel Başkanı  kutlamaya ve kendisine bir kültürel eylem programı sunmaya gitti. Bu programda, bir Türkçe gazete, Türkçe ve Bulgarca ideolojik, politik, edebiyat ve tarih dergisi ve günde 2 – 3 saat Bulgaristan Türk Müslümanlarına Mahsus  özel radyo yayını vardı.

Daha önce aynı program A. Doğan’a sunulmuştu. O “Türk kültürü isteyene Türkiye kapısı açık” demişti. Mestan’dan olumlu yanıt bekleniyordu. Onun Bulgaristan Türk Müslüman Aydınların tam desteğini alması onu 20 yıl ayakta tutabilirdi.

Olmaz!” “Benim Türk edebiyatı, Türk kültürü, Türklüğün örf ve adetiyle işim olmaz!” dedi. Sanki Bulgar mezarlığına gömülecekti. Sanki her haine anıt dikilecekti. Bu kapı çalma bir umuttu.

Daha ne sarısı ne beyazı belli, bizim öz dilimizde sıpırtık olması muhtemel, DOST yumurtasının kanlı, boklu ve ufacık olması beklenirken, gelmişler ağzımızı yokluyorlar.

  • Hani programınız? Tüzük nerede?
  • DOST be kardeşim, DOST bunun ötesi mi olur, diyorlar…

Besbelli bizim kımızda acıyanın “DOST kazığı” olduğunu unuttular.

  • Nasıl nabız alınır biliyor musunuz? Diye sorduk.

Liderliğe soyunmuş halk nabzı nasıl alınır haberleri yok.

Türkiye’deki soydaşlarımızla memlekette kalan kardeşlerimizin nabzının aynı ritimde atmaya başladığından da haberleri yok. Bu gidişle öyle bir patlama olacak ki, halk ayaklanacak, en derinde gizli en büyük hain-ajanların arşivlenmiş sırlarını sırtına yükleyip çıkaracak depolardan ve gammazcıları Sofya “Bağımsızlık” kaldırımına dizip hepsine dosyasını mürekkebi ve kâğdıyla yedirecek. Beklenen devrim böyle gerçekleşecek. Hainlerin boy ölçüsünü alacağı gün yakındır. Bakalım o zaman bir daha ihanet edebilecekler mi?!

Dosyası onlarca cilt olan bizim külüstür takımının eski icatları ortadayken, akıllarından geçen yeni tuzakları işittikçe tüylerim diken diken oluyor. Yunan çiftçisi ayaklanmış, sınır kapılarını kesmiş, bizim işgüzarlar Yunan şirketlerinin bizdeki atölyelerine, mal mülküne el koymak, gasp etmek istiyorlar. Zarara uğratılmışlarmış, tazminat talep ediyorlar. Bizim camilerimizi, okullarımızı, hamam ve bedestenli dükkanlarımızı vermedikleri gibi. İyi ki, Ahmet Lütfi ve çetesinin kellesini aldı ve dolayısıyla Davutoğulu planı da başka bir zamana kaldı ve bizim kalpazanların hesapları bu defa çarşıya uymadı.

İzlenimlerin sergilediğine göre, Lütfi Mestan’ın büyüme eksikliği var. Beyninde, damarında ve kanında Türklük yok. Türkleri gammazlarken kanı sulanmış ve tortusu Bulgarlaşmış Kuranı Kerim’i açmadan, üzerine namusu üzerine el basmadan, camiye girmeden, hocanın, yaşlıların elini öpmeden yetişmiş bir tip o. Türk Müslüman kimlik ateşinden ateş, suyundan su almamış olması, Türk örsünde dövülmemiş olması, hayalperest, serüvenci, içindeki şeytan çıkmamış tuhaf biri olarak biçimlenmesine yön vermiştir. “Briç oyuncularından” farkı, deneyim filtresinin çalışmaması,  irili ufaklı olsalar da içinde biriken olumsuz kütlenin kendi kendini eritememesidir.

Bu gelişme onun bütün hayat olunu belirleyen bir çizgidir ve etrafına toplanan dostları için de yüzde yüz geçerlidir. Örneğin, “bende hainliğimden gelen soğan sarımsak kokusu yok,” deyenlerin arasında en irisi olan Bahri Ömer’dir. Kırcaali Öğretmen Enstitüsünü diplomalı beden eğitimi öğretmeni olarak bitirdiğinde, Kırcaali sokaklarının bir kaldırımında totalitarizm, ötekinde Bahri Ömer el kol sallayarak dolaşıyordu.

Bir gün İç İşleri Bakanlığı Kırcaali Amiri General Mirçev, İl Belediyesinde Eğitim ve Sağlık İşleri Müdürü Şükrü Tahirov’a telefonda “Bizim oğlan Ömer’i Cebel köylerinden birine hemen tayin et!” emretti. O gün bu gün Bahri’nin yüzü öğretmen, belediye başkanı, Ahmet Doğan’ı Perperek garında karşılayan, Kırcaali HÖH kurucusu, HÖH Kırcaali İl Başkanı, HÖH Kırcaali milletvekili olarak hep güldü.

Lütfü Mestan, Demokratik Güçler Birliği’nden (CDC) yüz çevirip, “Ataka” partisi başkanı Volen Siderov ile beraber Moskova ajanlığını kabul ettikten hemen sonra, onun Kırcaali ilinde işi bitmişti. Plan yapıldı, sözde Şirin hanımla evlenmesi,  sözde Mestanlı’lı eski komünist Hasan Ali’nin damadı olması falan filan bahane edilerek, milletvekili seçilen Bahri Ömer’in yerine Sofya’ya Lütfi Mestan gönderildi. Kasım Dal ile Korman İsmailov HÖH partisinden atılırken yaptığı konuşma ise, yazmaya yüreğim varmıyor…

Bizim masanın “Briç oyuncuları”  daha 50 yıl oynasalar oyun kaybetmezler. Çünkü filtreleri çalışmıyor, etraf baştan başa pislik arıtılacak malzeme, vicdan, hafıza, bilinç, ahlak, duyarlılık yok, al birini vur birine. Şimdi “DOST briç masası” kuracaklarmış, ama yeni desteyi alamadılar. Ödünç alsalar bile bu takım iskambilden ve basit bil ottan başka oyun bilmez. Briç Ahmet’in işi, oynadıkça kaşarlanmak yaratan vergisidir…

Şimdi bir gün kendisine o eski hapisçi hainlerin hiç bir şey olmamış, dökülen kan ilk yağmurda yıkamış, sarılan yaralar savmış, rüzgâr esti hava değişti huzuruyla hep oturan “Briççilerin” kahvede DOST lideri Lütfi Mestana (oralara gelmez de) rastlasak ve  söyle bakalım:

  • Sürü başı bozkurt sürünün neresinde yürür? Desek “kuyrukta” deyemez.
  • Koyun koyun ardından yürürken ne izler? Desek, kuyruk kokusu, deyemez, çünkü bilmez. Nereden bilsin ki?

Üç kurt vurdu, sözde diyorum, çünkü dünyaya rezil oldu. Sorsak vurduğun kurtlar “Öncü mü?”, “Kanat mı?”, “Anaç mı?” , “Sürü başı mı? Bilmez.

Bir defa üç kurt birden vurulmaz. Sürü başını vursan, yırtıcılar dağılır, saldırır, tehlike bacayı sarar. İnsanlar kurtlardan çok şey öğrenmiştir. Örneğin Bulgar toplumunun 138 yıllık yeni tarihinde yalnız 3 KURT (lider)  yetişti. Sürü başı olmadan kurt ailesi, sürü oluşmaz. Lider olmadan toplum, devlet ve rejim de kurulamaz.  Türk milletinin sürü ve devlet başı bozkurdu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Alman milletinin 20 yüzyıl bozkurdu (beğensek de beğenmesek de kabul etmek zorundayız) Adolf Hitler’dir.

1878’de Bulgar halkı Osmanlı’dan ayrıldıktan sonra, Almanya Kansleri Bismark’ın değerlendirmelerine göre, ülkede sürü başı olacak biri yani liderliği üslenecek köklü soydan bir şahsiyet olmadı için, Avrupa’dan bir Prens gönderilmesi kararı alınmıştır. İlk Prens Aleksandır Batenber’tir. 10 yıl iktidar başı olmuş ama yeni bir devlet düzeni yaratma gibi çok ağır bir ödevle başa çıkamadığı için görevden ayrılmak zorunda kalmıştır.

Onun yerine davet edilen yine Avrupa soylularından Prens Ferdinand ülkeyi bir kurt gibi yönetmek istese de, tarihe “tilki” olarak geçmiştir. Bulgaristan’ı (1912–1915) savaştan savaşa, felaketten felakete sürükleyen odur. O gün bu gün Bulgaristan’da kimseye “lider” yani “kurt” denmemişti,  ta ki, Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi (BZNS) Başkanı Valkov, Dış İşleri Bakanı olana, “Monterey” iş adamları kulübünü oluşturana ve Ankara Büyükelçiliği’nden dönene kadar. Adı üstünde Vılkanov (Kurt oğlu) Bulgar toplumunun bir asırda yetiştirebildiği ilk kurttur.

Siz de işitmişsinizdir, Ahmet Doğan’a “lider” deyenler çok oldu, ama kimse “kurt” demedi. Çünkü kurt olan kurt, kendi sürüsünden çalmaz, sürüsü aç susuz dağa tepe gezerken ine çekilip yan gelmez. Görevi dağ tepesine çıkıp ulumak ve sürünün gideceği yola işaret etmektir. Yavrusuna saldıran kurt görülmemiştir. Ahmet Doğan döneminde Bulgaristan Türkleri Avrupa’nın en sefil, en yoksul etnik halk topluluğu durumuna düştü. Sürünüyoruz. Böyle derin bunalımlı durumlarda, sürü yeni bir bozkurt seçer ve o sürü sonunda iz tutar.  Ama bu işi bir defa denemiş ve becerememiş olan kurt asla yeni bozkurt rolü alamaz. Tabiat kurallarında istisna yoktur. İnsan toplumu kendi yarattığı kurallar dışında bir de tabiat kurallarının yansımasıyla düzenlidir. Bu bakıma L. Mestan sürüden dışlanmıştır. Tabiat kurallarına göre, lider toplum değil, toplum lider yetiştirir.

Bir örnek daha verelim. Bizim kovanların birinde “bey” ölmüştü. Bunu gören babam, başka bir sandığın oğul vermeye hazırlandığını ve “bey” yetiştirdiğini görmüş olacak, ölüleri kovandan atan temizlikçi arıların vızıldayışını beklemeden can vermiş “beyi” gömeçten aldı ve bir kutucuk içinde komşu sandıktan getirdiği “genç beyi” içeri saldı. Sandıktaki bütün arılar bir anda savaşa kalktı. Kendilerinden olmayanı öldürdüler ve kanatlarıyla ite kaka dışarı çıkardılar. Aile güçlüydü. Kısa bir sürede kendine bey üretti.

Toplum da böyledir. Toplum kendi liderini kendi seçmelidir. Demek istenen, dış ve iç faktörlerin lider belirlemesine kapı aralamayalım. Bu işte onun bunun hatırı olmamalıdır.

Ne ki, toplumun yaralı durumları, boş bulunma anları, değişik yanlışlıklar yapılmasına temel oluşturabiliyor. Bizde de öyle olmadı mı? Kim bilirdi 1986’da Rus istihbaratının Bulgaristan masası şefi “DS” den “bize uygun birini gösterin” derken koştuğu şartların arasında, “Türk olmasın” olacağını ve olduğunu!

O yıllarda ismi “Medyü” olan Ahmet Doğan’ın, anası Kırım Tatarı, babası Varna şoparı. Rus istemlerine uygun! Türklerin başına püskül olsa olsa bu olur dediler. Ailesi dağılmış çocuk yaşantıları yetersiz, Türk olan ikinci babası tarafından kabul edilmediğinden dolayı Türklere çok kırgın, ruhu travmalı birinden daha iyi aransa bulunamazdı! Onu tanıyan yoktu. Biz, sürgün mahpus, ayaklanma göç seline kapılmış bocalarken, kimse bize Ahmet’in nasıl bir Ahmet doğduğunu anlatmadı. Beyin kökünde, Osmanlıya Viyana kuşatmasında, Stalin’e son büyük savaşta ihanet etmiş bir ruh ışıltısı olan bu genci hanlerin haini olarak eğitmek güç olmadı. 1989’da ayaklanan Türklerin başına ÇOBAN böyle bulundu.

Türklerin ruhunda hainlik yoktur, aralarından hain çıkmaz gerçeğini bilen Ruslar, hainliğin bir kanser hücresi olduğunu ve kendi kendini yok edemediğini biliyordu. Yayılması için çok çalışmadılar, 3016 ajan elde ettiler. Usulca içimize yerleştirildiler. Varna şoparlığından pudra şekerli “lider” bozuntusu başımıza böyle kondu. Kader işte. Üstüne üstelik Türk gençliği uyanıp bu şopar bozuntusunu kürsüden sıkılmış paçavra gibi fırlatırken, yerine geçen eskisini arattı. Ne parti değiştirmekte ne ispiyonlukta ne de ahlaksızlıkta eşi emsali olan Lütfi Mestan’ın kondu başımıza ve azdı da azdı.

Düşene kadar “benim kimseye ihtiyacım yok” havası yapsa da bu şahsın, başket Sofya’da çakılmış çivisi olmadığı “Çarın çıplak olduğu” hemen ortaya çıktı. Evinde topu topu 12 kitap olması onu “bir şey zannedenleri” de iyice şaşırttı.

Doğan onu çöpe atarken biraz da başkentten taşraya itmiş oldu. Kızına 2 milyon levalık düğün yaptığını, damada 300 bin US Dolarlık “Audi” aldığını da açıklayarak, “sen ikiyüzlüsün” demiş oldu.

Son haberlere göre parti kurma, paracık alma, lider olma gibi konularda danışmak üzere Ankara’ya gidip gelmiş.. Gelen bayramdır, camileri gezer mendil açarsın, halkımız duyarlıdır, gönlünden kopanı esirgemez, verir, cevabını almışlar. Bunun karıştırdığı kitaplarda “her buluttan yağmur yağmaz” yazmıyor besbelli. O benim gençliğimde okuduğum kitapta da “Briççiler” her oyunu kazanamıyorlar. Kazançlı oldukları bir şey varsa, oturdukları yerde durulmalarıdır. İhanetten kurtulursak daha iyi ahlaklı birileri olma umuduyla yaşıyorlar.

Biz durumun nabzını böyle aldık.

Reklamlar