Eşim Recep KÜPÇÜ

1952 yılında, Kırcaali’deki Türk Pedagoji Okulu’nda Recep Küpçü ile tanıştık. Filibe İli’nin Kuklen köyünde doğmuştu. Kırcaali’de pedagoji öğrenimi görmekteydi. Okulun son yılını Razgarat’taki Türk Pedagoji Okulu’nda tamamladı. Recep Küpçü ciddi ve çok çalışkandı. Okulun Yönetim Kurulu’ndaydı. Öğrenimini pek iyi başarıyla bitirerek diplomasını eline aldı.

Sevilen ve sayılan bir insandı. Gençlik Gazetesi’nin düzenlediği bir şiir yarışmasında birincilik ödülü almıştı. Her yerde şair olarak taktim ediliyordu.
Askerliğini gazeteci olarak Sofya’da yaptı. “Trudovaklar” yani ‘işçi askerler’ için Türkçe olarak yayınlanan haftalık gazetenin yöneticisi ve sorumlusuydu. Burada iki çok samimi arkadaşla tanıştı: Şair Sabahattin Bayram ve rejisör İsmail Bekir. Her iki aile dostu Türkiye’dedirler.

Recep askerliğini bitirince doğduğum Burgas şehrine geldi. Burgas’a gelmek Recep için şanslı bir dönemin başlangıcı oldu. Çağdaş bulgar şiirinin şöhretlerinden Nedyalko Yordanov, Hristo Fotev, Stoyço Gotsev ve İliya Burjev ve merhum Dimitır Vilinov ve Geno Genov gibi Bulgar, şairleriyle arkadaşlık ilişkileri kurdu. Denizden ilham alarak Recep birçok deniz şiirleri yazdı.

Yukarıda adı geçen şair arkadaşları Recep’e yakınlık gösterdiler. Ölümünden sonra da arkadaşları ailemizle ilişkisini kesmediler.

Eşim Recep Üniversite imtihanlarını kazandı. Sofya’daki Türk Filolojisi Bölümü’ne yazıldı. Aynı yıl oğlumuz dünyaya geldi. Ben Burgas şehrinde öğretmenlik yapıyordum. Ne yazık ki sevincimiz çok sürmedi. Türk Filoloji Bölümü kapatıldığı için Recep Burgas’a döndü ve öğretmen olarak tayini çıktı. Kısa bir süre içinde eşim Recep, öğrencilerin sevgisini, velilerin saygısını kazandı. O büyüklerle büyük, küçüklerle küçük olabiliyordu ve çok bilgiliydi.

İki yıl sonra küçük oğlumuz Erdinç dünyaya geldi. Eşim Recep oğullarına vakit ayırmayı sever ve onlara masal anlatırdı. Şiirler okur, onlarla oyun kurardı. Masalları öyle çekiciydi ki çocuklar yakasını kolay kolay bırakmaz “hadi babacığım daha çok masal anlat!” diye yalvarırlardı. O yıllarda Recep çocuk şiirleri de yazardı.

İki şiir kitabı 1963’te Sofya’da “Narodna Prosveta” Yayınevi’nde yayınlandı. Ailemiz için de kitap olayı çok biyik bir sevinçti. Bana armağan ettiği kitabında şunları yazmıştı: “Hayatımda veni yaşatan, kâh güldüren kâh kederlendiren üç varlığım var: Birincisi şiirim, ikincisi Sen Cemile, üçüncüsü iki oğlum. Bu güldestem sana en samimi yadigârım olsun… Onun meydana gelişinde benim kadar sen de heyecanlandın, üzüldün ve sevindin…”

Dört yıl sonra, yani 1967’de ikinci şiir kitabı “Ötesi düş değil” (ilki “Ötesi Var” dı) yayınlandı. Kitabın baş redaktörü ivan Kazanciev sunuş yazısında şöyle bir değerlendirme yapmıştı: “Ötesi var” demişti şair. İşte devamı geldi. Bu Recep Küpçü’nün ilk yaşantılarının devamı ve sanattaki yüksek merdivenin ikinci basamağıdır. Aynı zamanda hayatta bizzat yarattıkları olumsuzlukların cezasına “düş olsun” gözüyle bakanlara toplu bir cevabıdır. Şair şiirlerin özüne yüreğinin olanca sıcaklığını vermiş ve biçmi anlayışını, çok iyi bir şekilde uygulamasını ustaca becermiş. Söz oyunlarından uzak kalmış. Ve gerçeğikendi renkleriyle anlatmıştır.”
Kitabın basılışı diğer yazar arkadaşını da sevindirmişti. Onların da kitapları basılıyordu. Her kitabın basılışı onlar için büyük bir sevinçti. Ve bu sevinci aralarında hep böyle paylaşıyorlardı.

Eşim Recep Bulgarcayı Türkçe bildiği kadar iyi biliyordu. Hristo Fotev arkadaşı ona “Turçine” yani Türk diye hitap ediyordu. Recep bundan gurur duyuyordu. Aynı zamanda Bulgarcası üzerinde daha fazla çalışmaya başladı. Bulgar dilinin ona gerekeceğini anlıyordu.

Yıllar geçtikçe dertlerimiz de çoğaldı. Okulumuzda önceleri bütün dersler Türkçe okutulurdu. Sonra Türkçe haftada iki saat okutulma talimatı verildi. Daha sonraki yıllarda Türkçe yasaklandı. Ben okulda ikinci, yani yardımcı öğretmen olarak görev yapmaya mecbur edildim. Recep ise yakın bir köye Bulgarca öğretmeni olarak gönderilmek istendi. Recep “ben Türk çocuklarına Bulgarca ders veremem” diye itirazda bulundu ve Sofya’da çıkan Yeni Işık gazetesine Bölge Muhabiri olarak atandı.
Bulgar soyadlarının sonlarına getirilen “ev” veya “ov” eklerini eşim recep Küpçü hazmedemiyordu. Her iki kitabı da bu gibi takılarsız yayınlandı. Bazı “Türk” aydınları eşimin bu cesaretine tahammül edemediler. Bunlardan bir tanesi de Şükrü Tahirov idi. Türklüğünü inkâr eden bir parti görevlisi. Yeni Işık gazetesinin 7 Aralık 1967 tarihli 147. sayısında “Sanatçılık Özgürlüğü veya İnsanlık onuru” başlığı altındaki yazısında bu olayı nefretle kınadı. Cevap olarak eşim Recep Küpçü gazeteye bir yazı postaladı. Yazının başlığı “Düzenlenen Bir Oyun” idi. Tabii cevap hakkı tanınmadı ve yazı basılmadı.

Eşim milliyetçi olarak itham ediliyordu. O milletini gerçekten çok seviyordu. Millet sevgisini aile sevgisinden daha önde tututyordu. Yüreğinde tüm milletlere karşı sevgisi vardı. Bu yüzden Burgas şairleri arasında sevilen ve aranan bir dosttu.
Eşim recep Küpçü bu konuda şiirler yazdı:

“Onurumla yaşamak istedim
Adım Recep Küpçü
Recep Küpçü kalmasını istedim adımın
“ef” siz, “of” suz yazılmasını istedim
Milliyetçisin dediler.
Ulusdaşlarıma şurada burada
Hakaret ediyorlar dedim.

Milliyetçisin dediler
Bu işler böyle giderse
Ne dilimiz, ne geleceğimiz kalacak, dedim
Milliyetçisin dediler.
Ben ne dedimse insanlık adına
Hep milliyetçi çıkardılar beni.
Bütün bu insan haklarından
Beni yoksun ederler
Kendilerine
Enternasyonalist, dediler.”

Bir gün Recep Türkçe kitaplarının basılmadığını söyledi.
Şiirlerin tercüme edilip kitap haline getirilmesini çok istediğini ifade etti. Bu fikrini arkadaşını Nedyalko Yordanov’la da paylaştı. Her ikisi de işe koyuldular. Şunu da söylemeliyim. Recep birkaç Bulgarca şiir yazdı. Bunlardan bir tanesi de Bulgaristan:

“Yabancı değilim
Bulgaristan
Yabancı değil tozduğum
Yollarım
Mezarlarına ellerimle
İndirdiğim
Babam ve annem
Senin toprağındadır
Bulgaristan
Yabancı değilim ben
Türkoğlu Türk’üm!..”

Ötesi Düş Değil şiir kitabından sonra Türk kalemlerinden Bulgarca olarak ilk kitap yayınlayan Recep olmuştu. Adı yine “ev” siz, “ov” suz gibi takıları almadan çıktı kitap ve bu bazı kişiler için büyük darbe oldu.
Recep kendi üzerinde çok çalışıyordu. Türk tarihini ve edebiyatını iyi biliyordu. Bir yolunu bulup en yeni kitapları Türkiye’den getirtiyordu. Burgas’taki Türk konsolosluğu tarafından düzenlenen Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına biz de katılıyorduk. O yıllarda Türkiyelilerle ilişki kurmak çok tehlikeliydi.
Yıl 1972. Büyük oğlumuz Ünal kan kanserine yakalandı. Doktorlar tedavisi mümkün olmayacağını söylediler. 13 Ocak 1972’de oğlumuz vefat etti. Recep kendine kapandı ve çok acı çekti. Mezarlığa gitmediğimiz günümüz olmuyordu. Gecelerimiz kâbuslar içinde geçiyordu. Bu nedenle yazdığı “Ağıtsal Destan” dan örnekler sunuyorum.

“Anlayamadım, nasıl oldu
Nasıl oldu da bu denli erken terkettin bizi
Bu denle erken
Henüz yelken açmamışken yaşam denizine.
En iyi çağında, tam ondürdünde!
Ondördünde
Ayın ondördü gibi dolunay
Ayın ondördü gibi sevimli
Ayın ondördü gibi güzelken!
İyi yürekli büyük oğlum, Ünal’ım benim.
Kolay mı ondört yaşında bir evlât vermek toprağa!
Karardı zindan oldu bana bütün günlerim…
Artık dolayımda görsem her şey yıkılmış
Kendime benzetiyorum hep…
Kurban Bayramın ilk günü mezarlığa vardım
Seninle bayramlaşmak için oğlum Ünal
Tanrıya yalvardım yakardım
Sana seslendim sonra hiçbir yerden bir ses yoktu fakat
Diz çöktüm
Göz yaşları içinde
Gömütünün toprağını öptüm…
Böylece bayramlaştık seninle oğlum Ünal.”

18 Aralık 1972’de bir oğlum dünyaya geldi. Ölen oğlumuz Ünal’ın adını verdik ona. Yaramızı sarmak için. Sanki ailemizde neşeli günler başladı. Zamanımızı küçük Ünal’a adadık. Recep yavruyu her sabah kreşe götürüp bırakıyor, iş dönüşü akşam oğlumuzu eve getiriyordu. Oğluyla pek sarmaş-dolaş oluyordu. Eşim Recep küçük oğlumuzun gönlünü almaya çalışıyor, onu şiirsiz, masalsız bırakmıyordu.
26 Nisan 1976’da Recep’siz kaldığımız gündür. Ölüm haberi hepimizi sarstı. Oğlumuz Erdinç 16 yaşındaydı. Küçük Ünal henüz dördündeydi. Erdinç gürbüzce yetişiyordu. Yaşı küçük de olsa birçok şeylerin farkına varıyordu. Babasının düşmanlarını araştırmak istiyordu. Daha sonra Erdinç oğlum güvenlik görevlilerin pençesine düştü ve sorguya çekildi defalarca. Dövüldüğünü anladım. Suçlu ve suçsuz Erdinç mahkemelik oldu. 10 yıla hüküm giydi. Yedi yıl Eski Zağra Cezaevi’nde yattı. İsim değiştirme kampanyasında cezaevindeyken bilek damarlarını kesmiş, ölümden zorla kurtarmışlardı.

1989’da Türkiye’ye göç ederek hürriyetimize kavuştuk. Ben öğretmen olarak hayatımı kazanıyorum. Oğlum Erdinç Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenci.

Eşim Recep Küpçü adına düzenlenen bu sempozyumda konuşmamı bu kadarla noktalamak istiyorum. Sağlığında yayınlayamadığı bir şiirinden alıntı sunarak saygı ve sevgilerimi ifade ediyorum.

“Karım ve iki aslan oğlum
Sizi mutlu edemediğim için üzgünüm böyle.
Yoksa mutlu olmadığım için değil
Bense nasıl olsa yaşar ve yaratabilirim
İster kelepçeli olsun ellerim
İster darağacının ipi boynumda.
Hatta çingeneye bile kalmaz
Ayaklarımın altından sandığı çekmek
Basarım tekmeyi sandığa ben kendim
Ölen ben olsam da
Yenilen ben değilim.”

Reklamlar