Gazeteci Sevda Dükkancı, TRT Türk’e çalışarak gazeteciliğinin en yüksek çıtasını yakaladığını anlattı.
– Çocukluk hayalin miydi gazeteci olmak?
– Daha küçük yaştan beri bana “büyüyünce ne olacaksın” dediklerinde ben sunucu olacağımı söylüyordum. Tabii, günün birinde gerçekten sunucu olacağıma inanmıyordum. Fakat bir altyapı olarak diyecek olursak rahmetli babamın Türk dili öğretmeni, bir Türk dili sevdalısı olduğunu belirtmek istiyorum. Her şeyin temelinde maya derler ya, benim de mayam Hakkı muallimden. Daha küçük çocukken, kütüphanemizde bulunan Türkçe kitapları okumaya başladığımı anlatır annem. Türkçeye olan sevgim, Türkçeye önem verildiği aile ortamında, kendiliğinden başladı. Daha sonra Türk dili, Türk kimliği ve Bulgaristan’da Türk olmanın getirdiği bütün bu sorumluluk ve görevler, benim için bir misyon haline geldi. Bunun da tabii başlıca nedenleri var. Çocukluğuma dayanan korkular, çocukluğuma dayanan o kara yıllar. Her ne kadar onları hatırlamak istemesek de. 1985 yılında, bir gece yarısı saat ikide, kalaşnikoflarla gelen kırmızı berelilerin, babasını götürdüğü bir kızı düşün. İki ay hiç haber alamadığımız, tek suçu Türk olduğunu avaz avaz bağırmak olan ve toplama kampında tutulan bir babanın kızını. Ondan sonra 1989’a vardığımızda babası sınır dışı edilen bir kızı. Çok yaygın bir deyim vardır, ama ben onu şahsen his setim: Türkiye’de Türk olmak kolay, Bulgaristan’da Türk kalabilmek, Türk kimliğini koruyabilmek, Bulgaristan toplumu içerisinde iyi bir vatandaş olmak – işte bu asıl önemli olan bizler için.
– Misyon; işten, profesyonellikten farklı değil mi?
– Evet, kendi açımdan ben bunu böyle benimsedim. Niye diyeceksin – çünkü ben Anadolu Üniversitesi’nde tarih okudum, daha sonra Yunanistan’da da kaldım, Atina’da yaşadım, Berlin’de yaşadım. Çok daha iyi konumlarda olabilirdim, ama ben Sofya’yı tercih ettim. Sofya, sanki bütün bu hedeflerime, kişisel ve manevi ihtiyaçlarıma cevap veren bir yer oldu. Bu şahsi bir amaç da değil, sanki babamın başlattığı davayı devam etme sevdasıyla başladım ve kendiliğinden öyle oldu ki, dinleyicilere olan sevgimden, saygımdan dolayı onlar bunu hissetti ve yıllar içerisinde ve “radyoda Sevda Dükkancı” diye beni bağrına bastılar ama bunun nedeni: dinleyicinin karşısında ben her zaman önce o oluyorum, ondan sonra onun neler dinlemek istediğini, onun neler duymak istediğini, onun hangi bilgiye ihtiyaç duyduğunu, onun hayatını ilgilendiren neler bulunduğunu tespit ederek vermeye çalıştım bilgileri.
– Bunu görevin gereği mi yapıyorsun?
– Kim demişti, hayatında bir gün çalışmak istemiyorsan sevdiğin işi yap, diye. Ben aslında çalışmıyorum, ben çok sevdiğim insanlarla iç içe, çok sevdiğim insanlara mikrofondan sesleniyorum, çok sevdiğim insanlara yazıyorum, telefonda konuşuyorum. Dolayısıyla daha çok görevden ziyade benim için bu bir iletişim aracı, insanların ihtiyacı olan bir ses.
– Bahsettiğin o radyocu ile dinleyici arasındaki sıcaklık hala devam ediyor mu? Eskiden kalma, bugün artık demode olan bir olay değil mi?
– Evet, herkes çok demode olduğunu söylüyor. Çünkü bir bakıyorsun ki, dijital bir ortamdayız, radyomuzun artık internet sayfası var, programlarımız internetten de yayınlanıyor. Ama, bir Çernik’ten Alı Falcı, Pravda’dan Naciye, Bogdantsi’den Gafur ağabeyin bildiği bir radyo var. Çoban kırdan, işçi iş yerinden, saat 15 oldu mu canlı yayını açar dinler. Telefonları ezbere biler ve gerektiğinde radyoyu arar. O, onun bildiği tek adresidir. Radyomuz, medya ortamında Bulgaristan çapında var olan tek bir yayın penceresi. Biz, bu pencereden bakan, pencerenin içerisinde yaşayan insanlar olarak, dinleyicilerimize bu pencereyi bilgi, kültür, şarkı, türküler için açmakla yükümlüyüz. 1960’lardan başlayarak günümüze dek uzanan binlerce Rumeli türküsü Bulgaristan Altın Arşivi’nde bulunuyor. Çok az kişi bilir, Sofya Radyosu olarak bilinen o program 1947’de yayına başlıyor. Yani böyle bir tarihi olan, geçmişi, kökü olan bir yer. Bir zamanlar sosyalist rejimin aracı olsa da, buradaki kültürün ana kaynağıydı radyo.
– Altın Arşiv dedin, bu arşive yeni eserler ekleniyor mu?
– Ne kadar da az olsa 1995 yılından beri canlanan folklorumuza özen gösteriyoruz. Başta iş arkadaşım Şevkiye Çakır ile ben, örneğin Ardino’da düzenlenen Türk folklor festivali, Loznitsa, Dulovo’da düzenlenen folklor festivallerine katılıyor, canlı yayınlar yapıyoruz. Yeni yeni yetişen sanatçılarımızın, korolarımızın, sazcılarımızın, halk oyunları seslendiren gruplarımızın kaydını yapıyoruz. Zamanında yapılmış bir Kadriye Latif, bir Osman Aziz, bir Sıdıka Ahmet kayıtları gibi çok profesionel olmasa da biz yine neslin, folklora sıcaklık gösterdiğine tanık oluyoruz.
– Radyoda şu anda stüdyo kayıtları yapılmıyor mu?
– Stüdyo kayıtları yok. Ama biz gittiğimiz yerde stüdyo kaydını arattırmayacak bir teknikle kayıtlar yapabiliyoruz. Biz onların ayağına gidiyoruz.
– Bu kayıtları sonra programlarınızda kullanıyor musunuz?
– Evet, kullanıyordu da, şunu da belirtmek istiyorum – sabah yarım saatlik, akşam yarım saatlik, öğle bir satlik, hafta sonları da 3 saatlik bir yayınınız var. Çoğu da tematik olduğu için yerli ses sanatçılarımıza ne yazık ki, yeterince zaman kalmıyor.
– Bence, radyodaki Türkçe yayınlar, az da olsa, halkımızın benimsediği bir medya.
– Çoğu kişiye göre eskide kalmış Sofya radyosu. Siyasilerimiz arasında bile “kim dinliyor sizi, sadece nineler dedeler dinliyor” diyenler var. Ben onlara buradan, çok büyük bir ayıp ettiklerini söylemek istiyorum. O nineler dedeler bizim ninelerimiz dedelerimiz. O alay ettikleri Rumeli türküleri bizim özümüz. Yeni Türk pop şarkıları çok güzel ama onlar gelip geçici, kalıcı olan, insanımızın tarihi özünü veren folklordur.
– Gazetecilik hayatını radyoda başladın, sonra televizyon geldi. Sesiyle irtibat kurdun, sonra görüntü de iletişim aracı oldu.
– İşte o görüntünün ayrı bir önemi var. BNT Türkçe Haberlerde çıkmaya başladığım daha ikinci haftada “a, biz seni gördük” demeye başladılar. Oysa ben bundan önce 12 yıldan beri radyoda çalışıyordum.
– Bazılarına göre, yüzlerce Türk kanalı izleyebilen halkımız için BNT’deki Türkçe haberler boşuna.
– Ben onu kesinlikle kabul etmiyorum. Bu, Bulgar medyalarında da sık sık yansıyor. “Her evin çatısında zaten bir çanak anten var” diyorlar. Hayır! Bulgaristan Devlet Televizyonu, en güvenilir ve tarafsız haber sunan kaynaktır. Ve bizler de o 10 dakikalık haberleri en iyi şekilde, önemli haberleri seçerek veriyoruz, Bulgaristan’ın gündemini veriyoruz. Biz Bulgaristan vatandaşıyız ve buradaki haberleri, ana dilinde sunan bir yayın penceresi olduğunu söyleyebiliriz yine.
– Ya kalite olarak?
– Çoğu kişi bizi seyredip hemen eleştirmeye başlıyor. “Doğru dürüst Türkçe konuşan yok mu aranızda, siz niye şivenizi düzeltmediniz”. Bizim, İstanbul Türkçesiyle, diksyonumuzla en iyi olmak gibi bir zorunluluğumuz yok. Çünkü sonuçta biz Balkan Türküyüz. Evet, ben de TRT eğitimliyim, benim diksyon hocam Sevim Canbaz. Köylere gittiğimde ben Türkçe haberleri çok da izlediklerini görmüyorum. Onların izledikleri şov programları, diziler, magazin programları. Ben de bundan çok şikayetçiyim. Köye gittiğimde kadınların, çocukların toplanıp dizinin bir önceki bölümü ve bir sonraki bölümünde ne olacağını konuştuklarını görüyorum. Halkımızın gündemini değiştiriyor televizyon.
– Balkan Türkçesi dedin, ama sen işte TRT’de canlı yayınlar yapıyorsun. Demek onlar senin şivende sorun görmüyorlar.
– Tabi, ben bunu kendim için çok geçerli olduğunu sanmıyorum. Dediğim gibi hem TRT eğitimim var, hem Türkiye’de eğitim almış bir kişiyim, hem yıllardan beri bu işi yapan bir kişi olarak en azından bu konuda iyi olduğumu iddia edebilirim. Benim dilim soft, yalın, ciddi bir Türk dili. Türkçem, fazla yumuşatmaya gitmeden, fazla melodi katmadan.
– Sence Bulgaristan’da yaşan bir Türkün, bir Türkiyeli gibi konuşabilme şansı var mı? Türkiye’de eğitim görmediyse.
– Evet, az önce şikayet etmeme rağmen, bu artık Türk televizyonları sayesinde mümkün. Türklerin yoğun yaşadığı bölgeleri sıkça dolaşıyorum ve şunu görüyorum ki, gençler çok güzel bir Türkçe konuşuyor. Belki Türkiye’ye hiç gitmemiş. Bu Türk televizyonlarının bir olumlu etkisi de diyebiliriz.
– Aslında radyo ve televizyon pasif medya. Yemek hazırlarken dizini de takip edebiliyorsun. Gazete, dergi, kitap okumak çaba gerektiriyor. Bulgaristan’da kaç kişi Türkçe kitap okuyabiliyor?
– Kitap okumanın, yalnız eski nesil için geçerli olduğunu söylesem herhalde şaşırtmam seni de. Son dönemlerde “abla, işte ben bu kitabı okudum, bu yazarı okudum, bu şiiri okudum” diyeni duymadım. Okumayan, yalnız tüketen, hazır kaynağı alarak ona güvenerek yorumlayan bir genç nesil var. Hatta Sofya’da bile çoğu arkadaş Elif Şafak’ı, Orhan Pamuk’u Bulgarca okuduğunu anlatıyor. Çünkü bu daha kolay geliyor.
– Ondan mı bizim güçlü bir yazılı medyamız yok?
– Niye bir medyamız yok? Sen de biliyorsun, gazetecilik hayatımıza başladığımızda çok güçlü kalemler vardı. Kazim Memiş, Muharrem Tahsin, Halit Dağlı, Ahmet Ali gibi isimler, onlar gerçekten çok güzel gazeteler, dergiler çıkıyordu. Ama zamanla ilgi de azaldı, ve bu gazeteleri, dergileri ayakta tutanlar da, kaynaklar da çekildi. Kaldı ki, HÖH’ün çıkardığı gazete, ki okunan bir gazeteydi, ekonomi, edebiyat sayfalarıyla güçlü bir gazeteydi, Bulgaristanlı Türk aydınlarının toplandığı bir kaynaktı. Muharrem Tahasin gitti Filiz gitti. Kazim Memiş vefat etti onunla birlikte Balon gitti, Gönül gitti. Böylece, gönlümüz Türk gazetelerine, Türk dergilerine hasret kaldı. Ama hasret kalan sen, benim. Sanki bunun eksikliği hissedilmiyor. Filiz dergisi, neredeyse belediye başkanlarının, muhtarların dayatmasıyla okurlara veriliyordu. Çok acı bir olay. Ve şimdi de hazır kart vizit gibi diyorlar ki, ana dili eğitimimizi engelliyorlar, siyasiler hiçbir şey yapmıyormuş, veya HÖH’e yüklüyorlar bütün suçu. Kesinlikle katılmıyorum. Örneğin, bir Lütfi Mestan 20 seneden beri ana dili eğitimi konusunu devamlı gündeme getiriyor. Köye gittiğimde kaç defa ben annelerle babalarla böyle münakaşaya girdiğim var, onlar diyorlar ki “çocuklarımız Türkçeyi zaten biliyorlar”. O Türkçe bir ithal Türkçe, o, grameri olan, temeli olan bir Türkçe değil. Oturup, klasik bir yazarın kitabını okuyacak kadar yetecek bir Türkçe değil.
– Talep yok, arz da yok. Eski kuşak ile gençler arasında bir kopukluk yaşanmadı mı sence? Eski nesil bayrağı gençlere teslim edemedi.
– Belki onların da bir hatası vardır. Ama çok da katılmıyorum, Ahmet Ali, Muharrem Tahsin elimden tuttular, kızım kızım diye hitap ettiler bana. Bizim bir ara kuşak olarak şansımız vardı. Sen çok iyi biliyorsun Halit Dağlı’yla çalıştın, Kazim Memiş’le beraber çok güzel dergiler çıkardınız. Ama bizden sonrakiler isimlerini saydığımız bu insanları bilmiyor. Şöyle bir durum var, yeni yetişen gazeteciler genelde Türkiye eğitimli. Asıl kopukluk orada oluştu. Çünkü onlar orada gazetecilik kurallarına göre bir gazetecilik okudular ve teorik bir kalıp olarak buraya uygulamak istediler. Olmuyor. Neden olmuyor, çünkü burada toplumun yapısını bilmen lazım. Onun gereksinimleri biraz farklı. Onun çok magazine ihtiyacı yok. En üst düzey siyasi yorumlara da ihtiyacı yok, biraz alıştıra alıştıra, haberi biraz kafasına göre yoğurarak, harmanlayarak, onun anlayacağı dile getirerek vermek lazım.
– 20 yıllık gazetecilik hayatında, “bana ne, zaten kimsenin umurunda değil” dediğin oldu mu?
– Çok yakında, radyoda. Biraz da kırgın olduğumu söylemem gerekiyor. Radyoda, anlatıyorum, anlatıyorum, işte protestoları, yüksek elektrik faturalarına karşı protestoları. Protestolara gidip insanların görüşlerini aldım, sonra yayındayız, telefonlarımız açık, ve diyorum ki, buyrun fikrinizi söyleyin. Arayan, doğum günü olan yengesini selamlamak istiyor. Bunlar tabii ki önemli ve bizim üzerinde durduğumuz olaylar. Önemli siyasi olaylar karşısında kayıtsız kalmaları beni hayat kırıklığına uğratıyor. Ve bazın her halk kendi kaderini hakkediyor dediğim de olmuştur.
– Biz kendi yağımızda kavrulabilir miyiz, yoksa Türkiye’den bize arka dayak olmalarını mı beklemeliyiz?
– Derneklerin son dönemlerde yoğun olduğunu biliyoruz. İki sene önce dernekler hakkında biraz sert bir yazı yazmış ve ondan sonra tüm eleştirileri üzerime almıştım. Ama haklı olduğumu da söyleyenler oldu. Uzaktan davulun sesi hoş gelirmiş. Türkiye’de yaşayanlar buradan biraz uzaklaşmış kişiler. 1989’da Büyük Göç’te gitmişler. İşte hemen niye gazete yok, niye dergi yok, niye kültürümüzü yaşatmıyorsunuz, eleştirilerine geçiyorlar. Oysa bizler burada evella şunu belirtmek gerekiyor – burada bir hayat sürdürebilmen için ikişer üçer işte çalışmak zorundayız, ondan sonra aynı zamanda her ne kadar çok olmasa da Bulgarların bazı önyargılarıyla boğuşmak zorundayız. Çünkü bir Türk merkezi diyerek, bir Türk yayını, diyerek biz hala bağırarak, açık açık yapamıyoruz. Neden, yasak olduğu için değil, ondan sonra doğuracak olumsuzlukları bildiğimiz için. Ama biz kendi çapımızda elbette yapıyoruz, son zamanlarda Sofya çapında da, Timur Halilov’la birlikte, Kadriye Latifova kimdir, Nuri Adalı kimdir, Recep Küpçü kimdir, Türk folkloru nedir, Türk şairleri nedir, aşıklar kimlerdir diye biliyorsun nasıl programlar yapıyoruz. Ve gençler onlara katılıyor. Geçenlerde yine iki genç durdurdu ve “Sevda hanım, yeni program yapmayacak mısınız?” dedi. Biz az önce dediğimiz o kopukluğu gidermeye çalışıyoruz, hem aynı zamanda Sofya’da bulunan Türk camiasını bir araya getirmeye çalışıyoruz. Ama korkarım ki, Sevda gibi sevdalıların sayısı az.
– Bu programları devam ettirecek misiniz?
– Evet, devam edeceğiz. Bulgaristan’da Türk folkloruyşa ilgili bir program düşünüyoruz. Aynı zamanda biz insanlarımızın sesi de olmaya çalışıyoruz. Son programımızda bir bakıyorsun ki, işte Razgrad köylerinden Habil Kurt, Silistra’dan Naim Bakoğlu, Omurtag tarafından Mustafa Keçici geliyor. Yani bunlar hiç kimsenin duymadığı isimler. Ama onların çok güzel şiirleri var. Onların çok güzel eserleri var, kendi hayatlarını yansıtan. Ve biz oradaki sesleri Sofya’ya getirerek, onları gençlerle tanıştırıyoruz. Ben dernek deyince, şu çalga şarkıcılarımızın, onların bütün programlarında yer almasına, Mayıs ayında isim değiştirme anma törenlerinde dahi onların katılmasına kesinlikle karşıyım. Uzun yıllardan sonda bu sene tekrar Demir Baba tekkesine gittim. Şuna şahit oldum – hiç kimse neden toplandığını dahi bilmiyordu. Bir yandan siyasi partinin oradaki söylemleri, öte yandan herkes de böyle bayram, seyran, bira kebapçe kavgasında. Birazcık insanlarımızın dini açıdan da bilinçlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabii bu kişisel bir tercih, kişisel bir karar, kişisel bir ihtiyaç. Ama bu konuda da büyük bir katkım var diyebilirim. Yıllar önce Bulgaristan Devlet Radyosu içerisinde ilk defa dini bir program başlattım. Cuma Öğleden sonra programıma ilk önce Hüseyin Hafızov sonra Vedat Ahmet, 10-15 dakikalık röportajlarla katıldılar. Fakat o kadar çok beğenildi ki, artık 50’şer dakikalık programlarımız var Cuma Öğleden Sonra, Baş müftü yardımcısı Vedat Ahmet’in sunduğu bir program. Ve şu anda en çok dinlenilen programlardan oldu. İnsanlarımızın yönlendirmeye değil bilgilendirmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Bundan başka genç neslin sadece Türkçelerinin düzgün oluşuyla değil; artık en ücrağ köyde bile üniversiteye hazırlanan, notları çok iyi olan, iyi görünen, iyi giyinen, diğer akradaşlarından fazla farklı olmayan, Bulgarcayı iyi konuşan gençler görüyorum. Aynı zamanda Kuran kurslarına ilginin arttığını görüyoruz, hatta kızımın bile, Sofya’da doğmuş ve Sofya’da yaşamış bir çocuk olmasına rağmen Ramazan ayında bir gün bile orucunu bırakmaması ve İskeçe’de teravih namazlarına gitmesi şahsen beni mutlu ediyor.
– Sen aslında kaç işle uğraşıyorsun?
– Her zaman çok yerde çalıştım. Radyoya başladım, ondan sonra uzun süre Makedonya televizyonuna Sofya muhabirliği yaptım. Ondan sonra Tek Rumeli’ye devam ettim, ki onun çok verimli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Daha sonra TRT Avaz’ın Balkan Atlası programı benim TRT ufkumu genişletti diyebilirim. Çünkü tüm Balkan ülkelerini gezebildik, oradaki kültürü tanıma imkanımız oldu. TRT Türk ve Kuzey Ajansı ile ise artık gazeteciliğimin gerçekten belki de en yüksek çıtasını yakaladım diyebilirim. Dünya Gündemi ve Devri Alem programlarında, gazetecilik açısından şimdiye kadar çalıştığım en üst seviyede bir ekip anlayışı, üst seviyede bir haber anlayışı buluyorum.
– Oradaki çalışma temposu da bizdekinden farklıdır.
– Evet. Haberler oldukça olmalı. Verdikçe vermelisin. Ama çok mutluyum. Her yeni haber veya her yeni bir video görüntü benim için yeni bir kışkırtı. Özellikle de Balkan Atlası’nda başlayan ve sonra TRT Türk Devri Alem programında devam eden benim eski bir sevdam da Balkanlar’da bulunan Osmanlı eserleri. İşte o programda bunlara bol bol yer verebiliyorum. Onların, bütün Balkanların olduğu gibi Bulgaristan’ın da tarihi bir zenginliği olduğunu düşünüyorum. Bulgar devleti, onları restore ederek en iyi şekilde dünyaya tanıtmalıdır.
– Bu yoğun tempoya nasıl dayanıyorsun?
– Her işi farklı seviyorum, ama şu biraz yorulduğumu seziyorum. Radyoda, inanır mısın, bir hafta iki hafta işe gitmesem dinleyicilerden hemen sorular alıyorum “neredesin, hastalandın mı, niye yoksun” gibi. Sanki onlar benim eksikliğimi hissediyorlar gibi geliyor, Sevda Dükkancı radyo değil. Radyo Sevda’sız da yapabilir. Sanki kulağı bende olan dinleyiciler var ve onları kıyamıyorum. Onları bırakmak istemiyorum. TRT Türk, dediğim gibi şimdiye kadar yakaladığım en yüksek çıta. Onlara çalışmak hem zevk, hem de belki TRT Türk’te ilk defa buradaki haberlerimiz sayesinde Türk izleyici Bulgaristan’ı bu kadar geniş bir şekilde öğrenebiliyor.
– Ve doğru bir şekilde.
– Kesinlikle. Doğru, tarafsız, bütün kaynaklardan elde edilen bilgilerle. Eğer parlamentoya gidiyorsam, bütün parlamento güçlerinin görüşünü almamışsam o haberi vermiyorum. Özellikle işte, Türkleri de temsil eden, üyelerinin çoğunluğu Türklerin olduğu bir parti vardı, ikinci çıktı. Herkesle de arkadaş olduğumu söylemek istiyorum bunca yıl sonra. Bu konuda da çok hassas davranıyorum, birileri, bu veya diğer parti mensubu olduğumu zannetmesin diye. Ama elbette ki, örneğin, Korman İsmaillov ile Kasim Dal, güzel bir iş yapmışlardır, Reformcu Blok kurmuşlardır, iyi bir etkinlik yapmışlardır, mutlaka yansıtacaksın. Veya HÖH, mecliste, halka yararlı olabilecek bir teklif sunmuş, tabii ki yansıtacaksın. Çünkü bunlar Bulgaristan siyasetinin bir gerçeği.
– Kendine de zaman ayırabiliyor musun?
– Boş zamanlarım genelde Sofya dışına çıktığım ve işle ilgili çıktığım zamanlardır. Örneğin Kurban Bayramında Kırcali’de olacağım. Kırcali’den canlı yayınlar yapacağız. İki gün boyunca çok çekimimiz olacak. Ben çok çalışacağım, ama neredeyse onu bir boş zaman olarak değerlendiriyorum, çünkü Sofya’dan çıkmış oluyorum. Onun dışında başka boş zamanım olduğunu söyleyemem. Kızım diyor ki “Anne, diğer çocuklar annelerine telefon edip, anne bugün bana musaka yap diyorlar” onun ne yazık ki, böyle bir şansı olmadığı için kendisi başladı evde musaka yapmaya. Onun dışında sen de çok iyi biliyorsun, birazcık araba sevdalısyım. Direksiyon başına geçtiğimden itibaren ne yorgunluk kalıyor ne bir şey. Araba sürmeyi çok seviyorum, evet tabii biraz da hızlı arabaysa daha makbul.
İzzet İsmailov – Kelimelik