Editörün Köşesi: 31 Ağustos 2019
Düzgün karakter taşıyan kadrolara ihtiyacımız var.

Hem de her zamankinden daha fazla, çok fazla…
Ne yazık ki, aradığımız kadroları yetiştiren ne bir fabrika ne de bir üniversite var.
Onlar artık hayatın kaynayan kazanından, ancak Türk ocağından, Müslüman aileden ve yeni ruhun kaynaklarından çıkabilir.

İşte o zaman insanı insan yapan ahlakla (moral) onları eğitmek ve doğru yönlendirmek mümkün olabilir.

Biz bugün, ülkemizde manevi değişimin çok önemli bir aşamasındayız.

Totaliter komünizmin taşlaşmış zihinsel izleri, bundan 5 yıl önce yavaşça çözülmeye başladı. Kendilerine hemen hemen herkesin ters baktığı ilk kahramanlar ortaya çıkmaya başladı. Bugün artık gruplaştıkları ortadadır. Sıradan insanlar arasında duygusal, fikirsel, eylemsel birliğin doğduğunu izleyebiliyoruz.

Nesil değişimi de çok önemlidir.

Geleceğin yükünü üstlenen kuşak artık 30 yaşında. Bu kuşağın temsilcileri Bulgar bağımsızlığının 1878’de ya da 1944’te değil, 1991’de doğduğunu savunuyorlar. Bu yeni bir zihinsel sentez ve dünya görüşü! III. Bulgar devleti tarihinden 113 yılı yok sayıp, gerçek tarih olarak değersiz bularak çöpe atıp, yüz akı olan tarihimiz 28-30 yaşındadır demek, çok anlamlı bir iddiadır. Bulgaristan’da yaşayan her vatandaşı aynı çatı altında buluşmaya bir davettir. 113 yıl Bulgar tarihinden vazgeçme önerisinin temelinde, 1878’de ve 1944’te Rus ve ardından Sovyet esareti altına düşmüş olmamız gerçeği var. Rus esaretine düşen bir devletin “ben o yıllarda” bağımsızdım demesi anlamsızdır. Tohumu çatlayan bilinç budur. Kabul edelim ki, esaret altında bulunan bir halkın milli bilinç, ruh ve kültür geliştiremeyeceği gün gibi ortada olduğundan, sözde kurulan milli Bulgar devletinin (olmamış bir şeymiş gibi) değerlendirilip yok sayılması sonucu doğal olarak doğar. Ne ki, buradan komünist diktatörlüğün yıkılmasında temel (ana, başat) rol oynayan 1989 Türk Ayaklanmasına dev anıt dikmeli ve 1990 “demokrasisini”, dolayısıyla bağımsızlık ve egemenliğini getiren bu ayaklanma kahramanlarının da eli öpülmelidir. Yanlış kahraman A.Doğan (ajan Sava) çömezinin eli değil tabii…  O “köşk hapsinde” kalabilir. Tahta oturma sevdasıyla 25 yıl ev hapsi (daha doğrusu saray hapsi) hayatı yaşayan Osmanlı şehzadelerinin çilelerini, hastalıklarını, streslerini vb anlatan Türk romanlarının Bulgarcalaştırılması faydalı olabilir, çünkü aynı sahneler yaşanıyor…

Bakış açısının yönü.

Hiç bir şey istediğimiz gibi olmasa da açılan pencereler var. Bu görünüm neresidir. Nereye bakıyoruz ve kimi görmek istiyoruz?

Biz Türkler örneğinde cesur hareket eden, doğruluk aramanın bir hak olduğuna inanan genç Yahudilerin, Roman (Çingene) kardeşler görmek ne hoş. Gözü pek hareket ederek ilk adımları atanları tanımak ne hoş bir bilseniz…

Bir gazete haberi

“Üçüncü Nesil” (TRETA VIZRAST – 2019,Sayı 35) gazetesinde ışık saçan bir haber çıktı. Yahudi “Şalom” örgütü artık ikinci adımını da atmış bulunuyor. Şöyle, “Biz İkinci Dünya Savaşı’nda Biz Yahudileri Kurtardık” yalanı artık sökmeyecek. Bulgaristan’da  iki yerleşim yerine, – Breznik ve Nedelino – 1942-1943 yıllarında  Yahudi İş Kamplarına “Yahudiler – Holokost Mağdurları” – yazısını içeren anıt taşları dikildi.  Törene hükümet adamları ve belediyeciler de da katıldı.  Sayıları 65 olan bu kamplarda Bulgarlar, Çingeneler, Türkler, Pomaklar ve diğer azınlıklardan binlerce kişi (toplam 169 bin kişi) kalmıştır. Yahudi mağdurları anma törenleri bu defa yukarda adı geçen 2 kampta yapıldı. 1942 ve 1943 yıllarında Bulgaristan’daki Yahudiler evlerinden toplanıp, erkekler ailelerinden ayrılmış ve iş kamplarına kapanmıştı. Aralarında iletişim kesilmişti.  Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar Nazi kamplarına gönderilmek üzere  “Bekletme Merkezlerinde” toplu kalmışlardı. O yıllarda Bulgaristan’da Holokost yaşandığının tanınması, ülkeye karşı uluslararası davalar açılması yolunu açıyor. Bulgaristan Holokost suçu işlemiş ülkeler listesine girecektir. 1942- 43 yıllarında Makedonya ve Yunanistan’ın Ege bölgesini Bulgar Çarı III. Boris yönetmiştir.  İşgal topraklarında yaşayan yerli Yahudi ve Romanlar (Çingeneler) tutuklanmış ve Bulgar vagonlarıyla Nazi Ölüm Kamplarına gönderilmiştir. 20 bin kişiye yakın olan bu gruplardan sağ kalan ve geri dönen olmamış, hepsi yakılmıştır.  Bulgaristan’daki kamplardan kurtulan Yahudiler ise, 1948’de  (48 bin kişi) deniz yoluyla İsrail’e göç etmiştir. “Şalom” örgütü Yahudilerin Bulgaristan’da kaldığı kamplara “Yahudiler – Holokost Mağdurları”  Anıt levhası dikmeye kararlıdır.

Bu mert adımlar ancak düzgün karakter taşıyan ve hedefe doğru ödün vermeden bilinçli ilerleyerek olasıdır.

Bu olaylar, tarihi unutturmak isteyenler üzerinde zaferdir. Giderek tamamen pes edecekler.
Bulgaristan’dan 1989’da kovulan Türklerin ardından boş kalan ve yıkılmaya yüz tutan köylere “BU KÖYDE ŞU ŞU…..TÜK HANELERİ YAŞAMIŞTIR” kampanyası başlatma zamanı gelmiştir…

Zihinsel durulma belirtileri sevindirici…

2019’un Ağustos ayında Bulgaristan’da insan haklarına hayat hakkı kazandırma mücadelesinde önemli kazanım elde edildi. Plovdiv (Filibe) iline bağlı Maritsa  (Meriç) belediyesinin “Voyvodino” köyünde evleri karda kışta yıkılan getto-mahallelerinden kovulan 50 hane yerel mahkemede hak arama davası açmıştı. Tebrik ederiz. Davayı kazandılar. Gettonuza dönebilirsiniz kararı çıktı. Ne ki Belediye ve polis amirliği mahkeme kararını tanımadı.

Helsinki İnsan Hakları Komitesi Başkanı K. Kınev’in yardımlarıyla dava bu defa  Strazburg Uluslar arası İnsan Hakları Mahkemesine (UİHM ) taşındı. UİHM’si davayı kabul etti. Bu, “kendilerini her konuda haklı gören ve azınlıkların ikamet hakkını bile tanımayan,” ev yakmayı ve kepçeyle ev yıkmayı Bulgar demokrasisinin olmazsa olmazı haline getiren Bulgar milliyetçi ırkçı zihniyetine bir tokat oldu.  İnsan şerefini hiçe sayan Başbakan Yardımcısı ve Savunma Bakanı Kr. Karakaçanov ve VMRO partisi Başkan yardımcısı ve AP milletvekili An. Cambazki yere bakıp susuyorlar. Bu iki ırkçı zihniyetli siyasetçi Çingene azınlığa saldırılarını yasallaştırmak amacıyla Romanlarla ilgili bir “Yeni Entegrasyon Konsepti” hazırlamışlardı, Bakanlar Kuruluna takıldı, kabul edilmedi. Bu tarihi bir olaydır. 1956 yılından beri Bulgaristan’da azınlıklarla ilgili, onları ezip asimile etmek için hazırlanan ve Bakanlar Kurulundan imzalı mühürlü çıkmayan ilk resmi belgedir. Bu 2 olay yeni kuşak Bulgarlar zihniyetinde keyfi işlerle ilgili birazdan biraza bir durulma başladığına işaret değil de nedir?

Adalet Bayramı yakındır.

Şimdiye kadar Bulgaristan’da azınlıkların hak arama davasında böyle bir hukuksal başarı elde edilememişti. 50 ailenin birlik olması ve beraberce duruşma salonuna girmesi ve salondan lehlerinde çıkan kararla ayrılmaları paha biçilmez boyutta büyük bir zaferdir. Kolektif hak arayanların galip gelmesinin imkânsız olanaklarda da mümkün olduğuna bir emsal kanıt (başka davalarda da kullanılabilecek bir örnek) getirmiştir. Bizim kolektif haklarımız uğruna verdiğimiz hukuk mücadelesinde benzet bir başarımız (elimizde bir mahkeme kararı) yoktu.

Büyük bir grup vatandaşın aynı çileyi çekerken, aynı duygularla yaşarken, ortak (kolektif)  bilinç oluşturması, beraberce hareketlenme, dayanıp sabretme ve sonunda galip gelip muzaffer olmasında doğan örnek hak ve özgürlük davamızın 1990’da başlayan yeni dönemde elde ettiği dev zaferdir. Birkaç avukatımız olsa ve hatta bir süre Adalet Bakan Yardımcısı bizden biri olsa bile, biz bu taşı kaldıramadık kardeşlerim.  Bizim Çingenelerin barosu olsa bu mahkeme kararının çıktığı günü ADALET BAYRAMI GÜNÜ ilan edebilirdi. Çilekeş kardeşlerimizi BULTÜRK ve BGSAM adına tebrik ediyoruz!

Olayı biraz daha deşelim.

Bulgaristan’da kolektif dava dilekçesini mahkeme kabul etmezdi. Şimdiye kadar hiç kabul etmedi. Biz okullarımızı aynı günde hepimiz birden kaybettik ama dava açamadık. Bütün camilerin kapısına aynı günde anahtar taktılar fakat müftüler dava açmadılar. İsimlerimiz değiştirildi, öldürüldük, yaralandık, zindana düştük tekmelendik ne yazık ki, hiç birimiz hak arama davası başlatamadık. Bu yola girmeye çalışanlardan hiç biri lehinde çıkan mahkeme kararını alıp, arkadaşlarına bir kahve ikram edemedi.

Neden mi? Katiller, soykırım, kültür kırımı yapmaya hazırlananlar, kendilerine gerekli olacak kılıfı önceden hazırlamışlardı. Anayasaya ve yasalara  “Kolektif suç yoktur” yazdılar ve soy kırım kararlarını kolektif aldılar, operasyonları onlar örgütlediler, suçsuz insanlar onların emirleriyle öldürüldü fakat suçlular tutuklanmadı, sorgulanmadı, içeri atılmadı, çünkü olanlar hep “kolektif” işlerdi.   Bulgar devletinin kendi yasalarına uymadığını dünya bilir, gördü. Zalimler, görenler susarken… Nihayet testilerden biri kırıldı. “Voyvodino” mahalle gettocuları birinci dereceli Bulgar mahkemesinden aldığı kararı belediye uygulamayınca, hak arama davası Strazburg’a taşındı. Bu önemli adımı, Bulgaristan Müslümanları Diyaneti,  Başmüftülük, İl Müftülükleri mal mülk davalarında atamadı. Bu gerçek bize, ayaklanmaların, dava kazanmanın boş kafalı diplomalıların, maaşlıların, beş vakit namazdakilerin işi olamadığına inandırdı. Bu ancak ve yalnız düzgün karakter taşıyan yoksulların davası olabilirdi. Öyle de oldu. Yoksulluk üzerinde adalet bilinci dövülen örstür.

Son günlerde Bulgaristan’da 80 yangın birden çıktı. İtfaiyeciler deli divane oldular. Bütün yangınlar tek kıvılcımdan başlar. 2018’de ve 2019’un ilk 8 ayında ülkede 900 yangın ve Çingene getto-mahallerine 231 saldırı oldu. Hapishaneler ve tutuk evlerinde yatanların, tutukluların bedava çalıştırma merkezlerindekilerin % 72’si Çingene. Her baskının sonu patlama doğurur. Haklı çıkmalarına duacıyız.

Propaganda konusu değişirken derinlere inildi.

Daha önceki yıllarda Türklere karşı konuşanlar, Osmanlıya saldıranlar ve Müslüman azınlıkların “kötü” olduklarından dem vuranlar, ansızın sahneden uzaklaştırıldı. Hele  T.C.  Rusya’dan C-400  füze savar kompleksini domates biber, patates, yeşil fasulye ve bal kabağı karşılığı aldığını açıklayınca, 8 adet F-16’ya 1.? milyar Avro (2.2  – 3 milyar leva) ödeyen Bulgar siyasetinde savunacak taraf kalmadı. Kafaları küflü kalıp ve ön yargılı olanlar TV ekranına davet edilmiyor.  Eski “Zamancı” M. Ömer, O. Oktay ve askeri istihbarattan olup Edirne Konsolosluğunda da bulunan Dimov gibiler propagandada kekelediler.

Rusofiller konuyu şöyle değiştirdiler.

2007’den beri Avrupa Birliği üyesi olan Bulgaristan’da bir arpa boyu ilerleme kaydedilmediği ortaya çıkınca, aynı dönemde Polonya halkının refah düzeyinin 4 misli yükseldiği, Çek Cumhuriyeti % 90 ilerleme kaydettiği, Hırvatistan’da bile iş ücreti ve emekli maaşlarının % 80 arttığı gizlendi. Bulgar idaresinin başarısızlığı niteliksiz ve kabiliyetsiz, dolandırıcı, hırsız kadrolarla anlatıldı.

Sosyalizm yılları nimetleri, zenginliği, refahı anlatıldı. En sıkıntılı 1988 yılında bile Bulgaristan’da kişi başına 195 litre süt, 236 adet yumurta – 75 kilogram et, 109 kilogram meyve tüketildi hep tekrarlandı. Bu yumurtalardan kaçını Rus turistlerin yediği açıklanmadı!

Karşılaştırma olarak ise 1990’da başlayan “Demokrasiye Geçiş” döneminde yılda ortalama kişi başı 20 litre süt, 143 adet yumurta, 32 kilogram et ve 50 kilo meyve tüketildiği belirtildi. Kimse kalkıp,  üretim olmayınca ne tüketelim, Türkler gitti her şey bitti, işler durdu, demiyor. Bu yılın ilk 6 ayında Bulgar iç pazarında satılan sebze ve meyvenin % 80’ni ihraç edilmiştir. Rakamlarla oynanıyor, olaylar ters yüz gösteriliyor.

Biz nasıl oldu da bu duruma düştük?  sorusuna yanıt ararken, önce acil ele alınması gereken birkaç soru var.  Bunlardan en önemlisi Rus ve Sovyet “çifte kurtarıcılığının” bedeli meselesidir. Bir defa Bulgarları “kurtaranlar” kimdi?  Bu işin faturası kaça çıktı sorusunu masaya yatıralım. Çünkü çifte fatura domuz düğümü demektir ve insan kendisi bunu çözemez.

Baştan şunu hatırlayalım. Bulgarların Osmanlı’dan ayrılması işlerinde sözü geçen ilhamlı havarilerden Rakovski, Botev ve Levski, “bu işte Ruslardan uzak duralım” sözünde ısrarlı olan tarihsel şahsiyetler – aydınlıkçılardır. Hatta “halk yazıdan anlamaz” diye düşünen şair ve yazar Hr. Botev Romanya’da çıkardığı “Tıpan” (Davul) dergisinde yayınladığı bir karikatürde, seri halinde Moskof uşağı doğuran bir eşek çizmiştir. “Hadi Ruslar, diyelim ki, bizi Osmanlıdan kurtaracak, ama bizi onlardan kim kurtaracak?” Sorusunu kitaplaştıran bu davanın ideologu Rakovski’dir. Baş komita Levski’nin  “bir Rus ajanı olan Papaz Krıstü tarafından ele verildiği” ders kitaplarına işlenmiştir.

1878 yılında Bulgar halkının kafasına dank eden şu olmuştur: “Ruslar bedavacı. Ödemeden yiyip içiyorlar! Bu işten kurtulma yolu bulalım.

Biz Bulgaristan Türkleri “Osman Paşa meydan muharebesi” ve ya “Plevne Savaşı” adlarıyla “Osman Paşa Marşıyla” yaşattığımız, tarih kitaplarında ise “93 Harbi” olarak anlatılan 1877-78 imparatorluklar arası Büyük Savaş’ta Rusya İmparatoru II. Aleksandır güçlerinin 39 bin ölü verdiğini bilirdik. Yayınlanan ilk kitaplarda “bu işi ucuza getirdik” havası yaratan Ruslar ölü adetini 17 bin göstermişti. Moskofçuların rakamı 200 000 ölüye çıktı. Bile bile abartıldığı biliniyordu. Hile abartının içinde gizliydi. Rus Çarı savaş tazminatı isteyecekti. Savaştan sonra Bulgar Prensliğinde 50 bin asker kalmıştı. Ne ki, herkesten gizlense de Rus askerleri sürekli azalıyordu.  Yarısı geri dönemedi. Gece karanlığında tavuk, hindi, kaz, kuzu, koyun ve domuz hırsızlığı yapıyorlardı. Bulgar köylüler onlara karşı acımasızdı. Öldürdüklerini derin gömdüler. İz bırakmadılar. İzler hep silindi.

  1. Aleksandır ordularında subaylar dışında Rus asıllı yoktu. Hepsi Ukrayna köylerinden en fazla da Orlovsk ve Herson köylerinden, Besarabya ve Kazan Bulgarları arasından toplanmışlardı.

Rus olmayan askerlere “gönüllü” denmesinin sebebi vardı.  1855 ten sonra Rusya TOPRAK KÖLELİĞİ KALDIRILMIŞTI. Fakat savaiın başladığı 1877’de toprak köleliğini kaldıran reform henüz Ukrayna’yı kapsamamıştı. Savaşa gidip sağ sağlım dönen askerlere “toprak kölesi değil” yani “serbest insandır” vesikası verilecekti.  Bu gençlerin “hürriyet” özlemi şu anlama geliyordu. İstediği kızla evlenebilecekti. Şehre gidip işçi olabilecekti. Para bulsa kendi toprağı üzerinde çiftçi olabilirdi. Tüccar olabilirdi. Okuyabilirdi… Gönlündeki insan haklarının büyük bir bölümüne sahip olabilmekti. Bulgaristan’a gelmeleri hepsini çok etkilemişti. Mal mülk sahibi köylüler görmüşlerdi. Onlara göre Bulgarların kurtuluşa ihtiyaçları yoktu. Onlar özgürdü. Hem de bir kölelinin bir özgürü kurtardığı nerede görülmüştü?…

Ve özetle  bu “toprak kölesi zincirlerini kıramamış” askerler 1877’de “Bulgaristan’ı kurtarmaya” değil, “kendilerini  toprak köleliğinden kurtarmaya” gelmişlerdi. Hepsi aynı durumdaydılar ve geri dönüş yolları tıkalıydı. Onları savaş ateşine iten de buydu aslında…

Bu konuyu biraz daha derinleştirdiğimizde, “Bulgaristan kurtarıcılarının daha sonra Ukrayna’da kara kader yaşadığını” görürüz. Çünkü döndüklerinde hürriyetlerini istediklerinde alamayınca ayaklanmışlardı. Çar öldüğünde yerine III Aleksandır geçtiğinde polis tarafından kovalanmışlar, kurşunlanmışlar, aileleri facia yaşamış dağılmıştı. 1915’e kadar devam eden bu şiddet olaylarından Türkiye’ye sığınanlar Gelibolu Yarımadasında toplandı. Osmanlı makamları, toplam sayılarının 40 000 olduğunu kaydetmiştir. Bilindiği üzere, XX. Asrın başında Çanakkale Geçidinde düğümlenen Anzaklarla (İngilizlerle) ölüm kalım savaşı Türklüğümüze ölüm kalım günleri yaşattı. . O zaman Rusya’dan kaçaklar Çanakkale Savaşı’na Osmanlı saflarında girmek isteseler. Padişah yol vermedi.  Bulgar makamlarla anlaşarak Varna’ya gönderildiler. Alman asıllı Bulgar Çarı Ferdinad “kurtarıcıları”  balla börekle, güler yüzle karşılamadı. Hele “dar sosyalist” komünistlerin karşı tavrı sertti. Birçokları öldürüldü. Kayıplara karıştı.  Öyle ki “toprak köleliğinden” kurtuluşun tadını çıkaramadıkları gibi, Bulgaristan “kurtarıcısı” olmaları da bir işe yaramadı.

Şimdi kalkıp Besarabya’ya gitseniz anlatılan çok acı “kurtarıcı” hikâyelerini dinlersiniz. Bu olaylara ilgili olumlu hava yaşatan eser yoktur. Sayısız çok karamsar geçmişin üstünü cilalayıp pudralamak için son yıllarda dış ülkelerde açılan Bulgar okullarına milliyetçilik yanı ağır basan tarih ve edebiyat öğretmenleri delege ediliyor.  Bulgar tarihi ancak uzaktan bakarsan okunur, yaklaştıkça kokusu boğucudur.

“Kurtuluşun” bedeli.

 10 Ocak 1884 tarihinde Bulgar Prensi I. Batenberg 1144 n.o’lu bir emir imzaladı. “Rus İmparatorluğu Askerlerinin Bulgar Prensliğini İşgal Ettiği Süreye İlişkin Rusya İmparatorluğuna Ödenecek Borç” başlığı altında çıkan bu resmi belgede talep edilen para 10 milyon 618 250 Ruble ve 40 Kopektir.  Altın değeri 32,5 ton altın, Fransız Frankı tutarı ise 53 milyon altın Franktı.

1886’da Bulgar Prensliği’nin Doğu Rumeli’yi ilhak etmesinden sonra Rusya’ya olan borca 50 ton altın yani 82 milyon Fransız Frankı daha eklendi.  Bulgarların bu “borcu” ödeyemeyeceğini gören Çar III. Aleksandır Sofya idaresinden toplam 11 milyon iri baş hayvan (sığır) talep etti.

İyi ki 1918’de Güney Dobruca Savaşında Türk Ordusu işgalci Romen ve Ruslara karşı süngü taktı ve Bulgar Çarlığı Bresk-Litovsk Barış Görüşmelerinde ve Sovyet Savunma Bakanı Troçki ile imzalanan Barış Antlaşmasında galipler listesinde yer aldı ve bu borç silindi. Ötesini düşünmek ve yazmak istemiyorum.

Şu bir gerçektir, şu konu ettiğimiz sıkıntılar, ekonomik baskı ve talan, öz tarihimizdeki esaret, hem de bir yandan Rus esareti püskülü de Bulgar esareti altına düşmemiz ve durumdan kaynaklanan hiç aralıksız şiddetlenen zulüm ata topraklarımızdan 100 yıl devam eden büyük sökülmemize neden olmuştur. Bu bakımdan bugün Bulgaristan’da tutunmuş ve Türklüğünü yaşatan her Türk, her Müslüman, dini ve dünyevi hayat arasında sıkışmış kalmış kardeşlerimden her biri kahramandır. Bu emsalsiz kahramanlığın klasikleşecek eserleri henüz yazılmamıştır. İl Allah yazılır…

Kahramanların tepesi “Şipka”.

16 Kasım 2016’daki Cumhurbaşkanı seçilmezden önce,  boynuna “Başını Batı’ya çevirmeyi”,  gözlerine de ”uzağı görmeyi” engelleyen – miyop- çipi takılmasına razı olan General Rumen Radev,  bir askeri jet pilotu olarak dünyaya hep gökten bakma nostaljisini tırnaklayarak kaşımak özlemini tatmin etmek amacıyla,  2 yıldan beri havanın açık olduğu Ağustos ayında Koca Balkan’ın “Şipka Tepesi” ne tırmanıyor. Korumaları ve Cumhurbaşkanlığı görevlileri ve yakınları ile ücretli bayraktarlar olmasa, o tepede eşiyle birlikte ancak bir turist izlenimi bırakacak.

Bu arada,  Kazanlık Etnografı Müzesinden 1 gün için kiralanan 20 kılıcı kuşanmış,  20 fes, 20 aba potur, yelek ve çarıklı Osmanlı askeri ile bir külahlı Hoca’nın karşı koruda belirmesi görünümü değiştirdi.  30 Rus subay ve er kıyafetli ve belleri kuşaklı, ellerinde kırmalı Bulgar “gönüllüler”  “Ura” haykırışı  “Allah Allah” seslerine ve dualara karışınca dağ başında film çekiliyor izlenimi oluştu.   Sevlievo (Selvi)  At besleme çiftliğinden kiralanmış ve sırtlarında jokeylerle 1370 metre yüksek tepeye 3 saatte tırmanabilen suvariler de ter su içinde geldiler. Atların Arnavut Kaldırımı döşeli yol üzerinde soluk soluğa tepinmesinden nal seslerine hoparlörden yükselen Rus Zafer Marşı karışınca tablo sanki tamamdı.

Daha önceki yıllarda bu tabloya bir de yol kenarına dizilmiş 10 Osmanlı subay, er ve bir din adamı maketi elenirdi. Rus atlılar bu maketlerin başlarını boynuna tek vuruşta uçuruyordu.  Bu olaylarda suni bir coşku yaşanıyordu. Seyircilerin eline sanki önceden birkaç para sıkıştırılmış gibi, hararetli bağırıp çağırıyorlar hatta Türklere karşı şiir okuyanlar öne fırlıyordu.

Cumhurbaşkanı Radev geleneksel açık hava “Zafer Çarpışması” sahnesine tepeden baktı. Davet edilen diplomatların hiç biri gelmemişti. Yeni kuşak Bulgar yazar, şair ve ressamlar da bu gibi yapay sahnelerden esinlenmeyle sanki vedalaşmıştı.

Cumhurbaşkanı şiir söyler gibi kutlama konuşması yaptı. “Rus zaferini” övdü.  O, 26 Ağustos 1934’te Bulgar Çarı III. Boris tarafından resmi bir törenle açılan “Şipka Anıtı”  heykelinin duvarındaki yazıya göz atmadı. Eşi de huzursuz gibiydi.

Duvarda yalnız  “Hürriyet Savaşçıları’na” yazıyordu.

Ve o heykeltıraş “Şipka” çarpışmasına General Skobelev’ten başka katılan Rus olmadığını iyi biliyordu. Bunların artık pek önemi de kalmamıştı. Bulgaristan’ın ödevi “Rus ve Sovyet Anıtları” cetvelinde yer alan bu eserleri korumak ve gerektiğinde onarmaktı.

1951’e kadar bu geçidi kullanan Bulgarlar anıtın dikildiği doruğa  “Sv. Nikola”  derken, bu ismin Bizans’tan kaldığını bilmem biliyorlar mıydı? Türkler ise burada 2 tepe görmüş, birine “Büyük Yaban Gül”, diğerine de “Küçük Yaban Gül” demişlerdi. Kazanlık ve Selvi Türkleri bu yaylalı tepelerde kış aylarında çay kaynattıkları yaban gülü meyvelerinden topluyorlardı.  “Köpek Gülü” adıyla da meşhur bu kırmızı meyvelerden çok leziz marmelad da kaynatılırdı.

1934’te yerleşen isim arama çalışmalarıyla Bulgar dili “Şipka” tepesi adıyla zenginleşti. 1951’de “kurtarıcı”  Rus isimlerine yenilerini eklerken, “Büyük Yaban Gül” tepesine “General Skobelev” adı verdi. Fakat yerliler bu ismi kabullenemediler. Gerçekleri bilenlerin öyküler dinlendikçe Komünist iktidar geri adım atıp “Şipka” ismine döndü .“Küçük Yaban Gül” ismini de turistlere dağıtılan yol rehberlerinden sildiler.

Cumhurbaşkanı Radev, konuşmasında isim değiştirme salgın hastalığına hiç değinmedi. Stara Zagora (Eski Zara)  Belediye Başkanlığında çoğunluk olan “Ataka” (Saldırı)  danışmanlarının 2005’ten beri yalnız bu uyuzu kaşıdığını biliyordu…
Hele şu Moskova’da gözlerine kaktıkları miyop perdesiyle tarihi eşelemek Öyle zor, Öyle zor ki!…

BGSAM   

https://sites.google.com/bulturk.org.tr/e-bulturk/2020

Reklamlar