Dr. Nedim BİRİNCİ
Konu: Okulu olmayan bir topluluk ateş alacak ocak bulamaz.
Bulgaristan Türklerini, Pomakları ve Çingenelerimizi anlatmak zor iş! Bulgarları da öyle…
İki üç kaynak tarayarak, birkaç ansiklopedi maddesi okuyarak hiç birimizin ne tarihi anlaşılır ne de kimliği anlatılabilir. Kimlik hayal ürünü değildir. Türkü tanımakla da olmaz bu iş. Biz, Bulgaristanlı Müslüman Türkler dediğimizde Pomak ve Romen kardeşlerimizi de topluluk kapsamına alırız. Eğer yolun ilk sonu kabristanlıklarsa, onlar orada bizim yan komşumuzdur. Yani yol ortağımızdır. Kaynakta kader birliği edemeyen sonunda kardeş olamaz. Bu yaratılığın kader çizgisidir.
Hepimiz etnik azınlığız. Aramızda farklar olabilir, ama bunlar bizi birleştiricidir. Bir arada olduğumuzda Bulgaristan etnik azınlıklarının halk topluluğunu oluşturuyoruz. Aynı topluluğu oluşturan öğeler aralarında eşitiz. Biz zor günler kardeşiyiz. Köklerimizden gelen doğal haklar fark gözetilmeden hepimizin elinizden alınmış. Birimize değil, hepimize sorulan soru şu: Ya siz neden yok olmuyorsunuz? Ya siz neden buradasınız sorusu, hep kulaklarda… Yok olamadık, nedense bizi eritemediniz, asimile edemediniz. Onların zehri içinde çözülmedik, eriyip buharlaşmadık.
Eski faşist ve totaliter dönemde bile onlar hep ayrıcalıklı durumdaydılar, daha kolay ve daha yüksek maaşlı işlerde çalıştılar. Çocukları daha gözde okullarda okudu. Devlet görevlerine aralarından atama yaptılar. Göz kaş arası bize karşı hep anlaştılar. Konuya hissi yanaşmıyorum.
Yeni sorunlar, eskilerinden daha büyük, daha dikenli. Toplum kaşınıyor. HÖH teknesinde de eritilemedik. “Bulgar etnik modeline” dayandık. Ahmet Doğan dilini tutalı, Mustafa Karadayı boş boş takırdamaya başladı. Babasız yetişmiş. Babasından iki tokat yemeyen nasıl adam olur! Borinolulara “bu sene iftar sofrası olmayacak, çünkü “DOST” ile yarışa girmek istemiyoruz, 1000 kişi toplamak artık zor” demiş. Sanki işler D-r Tuncer’in eline kaldı. O da yazıp çizmeye niyetleniyor da, tamamen şaşırmış durumda tabii. Bulgarlardan biri ona “Türkün aklı tuvalette gelir!” demiş, o da sık sık ayakyoluna gidiyormuş. Üyesi olduğu meclis sağlık komisyonu toplantıları sanki problemsiz gidiyor gibi, devlet hastanesine giren özel hastanelerden taburca ediliyor. Faturaları ödeyecek adam aranıyor. İşleri bir daha allak bullak olmuş. Bu kadar karışıklığın içinde, kaç kitap karıştırdığı belli oluyor. “Çok kültürlülük totalitarizmin reddidir” sonucuna varmış. Tunçer’in “saraya” girmeye hakkı yokmuş. Buna rağmen o yazısında, Bulgar devleti tek kalem toplum yaratmaya çalışırken 1972’de 1985’te ensemize iyice basmıştı, gerçeğinin altını çizmiş. Hatırlatmak isterim. “Tunçer Bey biz eskiden daha iyi yaşıyorduk.”
Kendi değimiyle Bulgaristan “çok dilli, çok dinli, çok kültürlü” bir devlet! Bu fikir saray korumalarından geçip içeri giremedi. O, “Bulgar Etnik Modelinin” bu çokları öldürmek için yaratıldığının henüz farkına varamamış. Yakında başına geleceklere kendini hazırlasın! D-r Tunçer ruh hastalıkları doktoru olmadığından, sözünü ettiği modeli bir buharlı tencere olarak bile göremiyor. Biz bu modelin içinde buharda kaynıyoruz. Kimseden ne tat ne tuz ne de koku alıyoruz. Her koç kendi bacağından asılır gibi bir şey. Çiğ havuç – pişmiş havuç, çiğ hıyar – pişmiş hıyar. Beğenmezsen yeme… HÖH mantığı buna dayanıyor.
Nisan ayının 11’inde Tuncer kırcaaliev’in merkez basında çıkan bir yazısı Güren (Zvezdel) emekli madenciler toplantısında Bulgarca okunmuş. “Aga, dinledik de, bir şeycik anlamadık, bunun bir de yenilir yutuluru yok mu?” diye sormuşlar. Besbelli buharda haşlanmışından istiyorlar. Sofya’ya gidince bu bizim çocukların kafasına bir şeyler oluyor, nedendir acep, diye sesli fikir yürütenler olmuş.
Sosyalizm yıllarında kimsenin sermayesi yoktu. Okumuşların anlattıkları halka tersti. Köylülerin serveti bir iki inek ve birkaç koyunla, on, on beş tavuktu. Aile bütçesine yük olmamak için 1–1.5 dönüm bağ bahçe bakanlar da vardı. Çapalanan gayr kelemeydi. Sağlık, eğitim masraflarını karşılayan devlet, iş elbisesine varınca verirken, herkesin işi olmasına, uzmanlaşmaya özen gösteriliyordu. Şu bizim Türk özümüze dokunmasaydı iyi idi de, kendi derdinin hırsını bizden burnumuzdan çıkarmaya kalktı.
Tarla ve hayvancılık dışında, köylere kurulan sanayi atölyelerinde çalışılırdı. Erkekler kış aylarında inşaatlara da uzayınca ailelerin elinde para oynardı. Borç morç aramadan geçinirdik. “Annenin lokantada kaç defa yemek yemişliği var?” sorusuna cevap veremem. Ömrü lokantaya girmeden geçti. Bizde sayısız köfte yiyenler ondan değişti. Kör sofra kültürü geldi.
Annem, lokantaya girmiş olmasa da, o paha biçilmez lokanta lükslerinin baş ustasıydı. Ah şu bugünün zenginleri o bizim köyde tere yağ-bal / pekmez karışımını sıcak ekmeğe nasıl sıvadığımızı bir bilseler, buz gibi ama bir de üstüne ekşimiş ayranımızdan bir tas içseler, kavurmalı yumurtalarımızı tatsalar… Son defa aktardan iki paket tarhana alırken ağladım. Anılar yaşamak istiyor. Kiremitliğe serilmiş ekşiyen tarhananın kokusu var burnumda… Yaşayışımıza bin bir kültür örüldü, yemek içmek kültürü bunlardan yalnızca birisi. Parça buçuk olmuş, zamana yenik düşmüş, kendi kendine mola vermiş, kendi içine sığınmış bizimki, bayramdan bayrama giydiğimiz elbiselerin kokusu var üzerinde…
Devletler insan beyni ve eliyle kurulmuştur. Kuşkusuz yıkımlar da öyle olmuş. Yakın geçmişte D.H. Dunlop’un Hazar Yahudi Tarihi eseri geçti elime. Okurken Hazar Bulgar devletini Rusların yıktığı, Rusların Tuna Bulgarları üzerine yürüdüğü gibi saptamalara rastladım. 1877’de Ruslar Tuna ve Varna’dan saldıklarında da Bulgar köyleri talan edildi. 1944’te Bulgaristan’a giren Rus askerleri toplam 477 bin 234 büyük baş hayvanımızı yemişler. Rakı ve şarapların hepsi içilmiş, kuluçka yatacak tavuk kalmamış…1990’da Bulgar devletinin Moskova tarafından yıkıldığını söylersek, yanlış iddiada bulunmuş olmayız. 1.600.000 bir milyon altı yüz bin iri baş hayvanımız vardı ancak 90 bin kalmış. Memleketimde 15 milyon koyun vardı. Dobrucalı Türkler sürüleriyle Koca Balkan yaylalarına çıkardı. Şimdi sizlerden biriniz bana, ömründe en güzel yemeği nerede yediniz diye sorsanız: Dryanovo Balkanında Hasan Çoban’ın saya kenarındaki kulübesinde, iki alabaş arasında – kaymaklı yumurta – derdim. Ah o günler…
“Berlin Duvarı” nın itilmesiyle yıkılan ilk domino taşı yine Rus oldu. Sonunda biz ezildik. Avrupa dediğimiz “refah kıtasında” en yoksul, en sefil, en az gelirli ve en istikbalsiz ülke ve halk durumuna düştük. Bulgarlar toparlanıyor. Biz her zamankinden daha fakir yaşıyoruz. BAL-GÖÇ’ün Kırcaali iftarında yaşlı bir annenin yemeği plastik kâsede kalınca, yanındaki gelinlerden biri: “Hiç yemedin, birkaç yudumcuk alsan” deyince, aldığı cevap şu oldu: “Kursağımdan geçmiyor. Ramazan mübarek ay. Yemeden yaşamaya alışmak istiyorum…”
Fransa’daki 2016 Avrupa futbol şampiyonluk karşılaşmaları ile İngiltere’de yapılan Avrupa Birliği’nde kalalım mı, geç kalmadan çıkalım mı halk oylaması aynı günlere rastladı. İngilizlerin “çıkılım” kararı, birbirine aç kargalar gibi saldıran futbol meraklılarını susturdu. Açlık büyük bir tehlike! Fransız çöpçülerin “açlık geliyor” çığlığı Avrupa’yı korkuttu. Bize pek yakın olmasa da, kokusu burun deliyor.
Şöyle ki, oylamadan önce, ilk karşılaşmaları seyredenlerin yumruk sıkışları, polis copları ve biber gazı… Hiç kimse yaşanmaz hale gelen hayatı yaşamak istemiyor. Fanatikler bile. Daha iyi yaşarken, hayat ne güzeldi.
İngiltere’nin AB kararı Bulgarları çok etkiledi. Göz-kulak Londra’ya kilitlendi. Başka etniklerde olmayan, işin kolayını, ekmeğin sıcağını bulma yeteneği Bulgarlarda var. Britanya Adasına gidip orada iş bulup çalışan 178 binden fazla vatandaşımız var. Birçokları da Batı Rodoplardan Pomak. Oxford ve Camridge gibi klasik üniversitelerde 7 bin öğrencimiz var. Bankalarda ve uluslar arası ofislerde görev alanlar artıyor. İngiltere’nin dışardan gelen öğrencilere çok uygun koşullarda öğenim kredisi sunması ve başarılı üniversitelilere okurken ve bitirdikten sonra iş imkanları sağlaması cazibe yaratıyor. Kuşkusuz ana gerekçe yüksek kaliteli eğitim almak. Adada çalışanlar Bulgaristan’daki yakınlarına yılda 280 milyon Pound havale gönderiyor. Bu da 1 milyar levadır. Geçen hafta yüreklerin Britanya’nın AB’de kalması için attığını söylersek yanlış olmaz. AB’nin parçalanması tehlike uyandırdı. Vizeler, kayıtlar, izinler, krediler, engeller “demir perde” yılları gün boyu tartışılıyor. Bulgarlar biraz da İngilizlerin yardımıyla bugün bizden iyi yaşıyorlar. 120 leva emekli maaşıyla bohça bağlanmıyor, fakat üstüne 200 Pound eklenince köpek havlamaz oluyor.
Bu noktaya değinmemin temel nedenlerinden biri Bulgaristan etnik azınlıklarından lise bitirenlerin bu yolu seçmemeleridir. Bizde hala “Okuyup da ne olacak?” ve “Okudu da ne oldu?” kafası var. HÖH partisinin 26 yılda bu ruh halini aşmaya gayret etmemesi, af edilmez bir günahtır. Bu işte L. Mestan’ın payına düşen kabahat az değildir. O, Mestanlı, Kırcaali ve Sofya’da bu işlerle bakıyordu. Meclis Eğitim Komisyonunda görev aldı. Eğitim ve Teknoloji Bakanlığı hazinesine da el uzattığını biliyoruz. Bunlar bir yana,. Türkiye’ye 1 500 öğrenci gönderdik. Dönenler çok az. Neden? Kimin yakasına yapışalım! İstemeyerek yazıyorum. Meydanda dikilen sensin Lütfi Bey. Bu bir kötülüktür ve asla unutulmaz. Çünkü sen benim halkımın aydın geleceğini baltalayanlardan birisin! Ve biz bugün senin “daha iyi günler gelecek kardeşler” şiarlarına inanmıyorsak, sebebi budur. Sen halkımın geleceğini karartanlardan birisin…
Okyanus ötesine ya da Britanya adalarına gidip okuyan ve biraz da iş deneyimi toplayanlar artık Sofya’ya Bakan olarak dönüyor. Örneklersek, Birinci Borisov hükümetinde Maliye Bakanı Dyankov, İkinci Borisov hükümetinde Dış İşleri Bakanı Mihov, birçok banka müdürü, yabancı şirket CİO’ları bu kadro küpünden seçilmiştir. Biz Türklerden, Biz Pomaklardan ve Biz Çingenelerden böyle kadrolar çıkmıyor. Çünkü HÖH dağda denizde saraylar, köşkler yaptırırken bu tohumları ekmedi. Halkımızın umutlarının, 1989 Mayıs Ayaklanmamızın idesel köküne kibrit suyu döküldü. Bu af edilemez. Onlar bugün artık bizden daha iyi yaşıyorlar ve yarın daha da iyi yaşayacaklar. Biz hep boynu bükük kalacağız. Fırsatlarımızı ateşe veren HÖH oldu. Lütfi Bey şöyle bir aynaya bak lütfen! Aynada bile iki ufuk var. Birisi Güneşin doğuşu ve ikincisi de batışıdır. Sen batışı seçtin ve bu bir Diriliştir diye halkımı kandırdın.
Artık iyice bölündük. Kravatlılar, sinekkaydı tıraşlılar ve “Hettrick” parfümlüler bir yanda buram buram doğal kokanlar karşı tarafta. Şehirlerde merkezliler ve kenar mahalleliler. Yemeğini lokantada yiyenler ve ayakta atıştıranlar. Lüks araba kullananlar ve tramvaya binemeyen yayalar. Okula gidenler ve sosyal yardım almak için okul kaydı olanlar. Sigortası olmadığı için hastaneye alınmayanlar ve devlet hastanesinde görünüp özel hastanelerden taburca olanlar. Son kıstas: Cebinde parası olanlar ve olmayanlar. Kötü olanı yaşamayan bir insan iyi olanın keyfini çıkarabilir mi? Yoksa hayallerle yaşamak mı mutluluk!
Tarlaların pek işlenmediği, meyve ve sebzelerin dalından çalındığı, dilenci sayısının neredeyse işi gücü olanların sayısından daha fazla olduğu bir ortamda, alın teri dökenlerin cebinde iki mangır tıkırdamazken, kahve bekçilerinin cüzdanlarının şişkinliğine akıl erdiremiyorum. İngiliz krizi karayılanı deliğinden çıkardı. Bilirsiniz toprağın altında çöreklenmiş yatan bu sürüngen, delikten çıkarken doğrulur, boyunun uzunluğu ortaya çıkar. Ekonomik kriz yılan deliğine benzer. İnsanın iki büklüm belini mum gibi doğrultur. Bu kadar yoksulluk olmaz deyip AB bizi kapı dışı ederse ne olacak?
Fakat bugün Bulgarları ilgilendiren sorun tam olarak bu değil. Mesele şudur. AB Bulgaristan ile Romanya’yı bir tutuyormuş. Bu bir. İki: AB ülkelerinde Romanyalı ve Bulgaristanlıların hepsine birden “Çingene” (Zigan) diye hitap ediliyormuş. Ciğerlerinde biraz “üstün ırk” sıtması olan Bulgarlar bu işten çok rahatsız. Biz bir bütünün tüm öğeleri elittir, eşittir, aynıdır falan filan desek de olay çok ciddi. Kendilerine Çingene diye hitap edilen Bulgarların ana dilini (Çingeneceyi) bilmemeleri Avrupalıların dikkatini çekmiş, çünkü biz her etnik azınlığın anadilini öğrenmesi için para gönderiyoruz, gönderdik, neden öğrenmediniz ve paralar ne oldu diyorlarmış. AB Tüzüğünü okudum, kaç milyar çalınca ya da kaç milyar Euroyu çar çur edince bir ülkenin topluluktan atıldığı ve cezalandırıldığına ilişkin madde yok. Çalınan paralar geri istense, saray ve köşkler yeter mi, yoksa memleket toprağından da çimdiklenir mi. Artık bunu düşünüyorum.
İşte bu düşüncelerimin arasında şöyle bir anı da çıktı. İngilizlerin Avrupa Birliğinden ayrılıyoruz demesi, bizde her Bulgari derin derin düşündürdü, dedim. Çar III. Boris zamanında da Britanya Adalarından bizim buralara birkaç kez tomar tomar para yağmıştı. Bulgarca okuyanlar bilir, 1942’de Rodop’larda “Anton İvanov” partizan çetesi dolaşıyordu. Anti-faşist çetede savaşçılardan biri ünlü komünist şair Nikola Vapsarov’tu. O, memlekette Nazilere ve ülkemizdeki kopoylarına karşı direniş örgütlemek için, İngiliz savaş uçaklarından salınan 7 milyon Pound’u kabul ettikten sonra tutuklanmış, çok yetenekli ulusal şair olmasına rağmen, 23 Temmuz 1942’de Sofya’da kurşuna dizilmişti.
Zindan duvarına kazıdığı şiirini herkes bilir:
Kavga, dedikleri gibi destansı,
Ben düştüm, Yerimi başkası
alacak… o kadar.
Burada, bir kişinin lafı mı olur?
Kurşuna diziliş, dizildikten sonra
Kurtlar.
O kadar yalın ve akla yatkın.
Ama birlikte olacağız fırtınada,
Halkım, çünkü sevdik seni.
Bu satırları özellikle seçmemin nedeni, “halkım ve birlikte olacağız fırtınada” ifadesidir. Halkım, dendiğinde Bulgarlarla birlikte tüm etnik azınlıkların ve oluşturdukları topluluğu da kapsar. İşte güçte hep birlikte olduk, ama Hak ve özgürlükte değil, adalette değil, eşitlikte değil. Fırtınada birlikte olduğumuz ortada. Bugünkü İngiltere krizinde bile beraberiz. Fakat durumda büyük bir fark var. Biz Bulgaristan’da çocuklarımızı kendi ülkemizde okutmakta zorlanıyoruz. Bulgar çocuklar geniş imkânlar kullanarak dış ülkelerde okuyup dönüyorlar. Bu durum bizi ikinci sınıf vatandaş bandına her geçen gün daha da fazla itiyor. Biz çaresizlik hendeği kenarındayız. Şu örnek bile çok çarpıcı. Yüksek okul sınavında başarılı olan birçok evladımız dış ülkelerden bu arada özellikle Türkiye’den paralı öğrenim için gelen asker kaçağı, kendi ortamında başarısız gençlerin yerlerini aldığından kayıt yaptıramıyor. Bu konularda HÖH ve yeni adım atmaya hazırlanan DOST partileri susuyor.
Onlar bizden daha iyi yaşıyor derken, bir de daha vaat edici bir gelecek umudu yakaladılar demek istiyoruz. 26 yıldan beri toparlanamadık, sermaye biriktiremedik, üretimimizi örgütleyemedik, ticareti geliştiremedik, fonlarımız kendi temsilcilerimizce budandı. İftar buluşmalarında bu konulara değinelim. İyi şeyler de oluyor tabii. Örneğin Smolyan İl Müftülüğü idare binası açılmış, kutlu olsun. Bir Türk Okulu açılışına katılmak istiyoruz. Bu da doğal bir isteğimizdir. Okulu olmayan bir topluluk ateş alacak ocak bulamaz.