Kırcaali çarşısına uzanan ana sokakta Raşidov’un (herkes ona Raşko diye hitap ediyordu) bir ayakkabı dükkânı vardı. Daha fazla tütüncülerin ve çobanların giydiği lastik ayakkabı satılan bu mağazada eşi Ferihan teyzeyle birlikte çalışıyordu. Anlattığım olay 1984 yılında olmuştur.

Seyhan Özgür BG-SAM
Seyhan Özgür
BG-SAM

Bir sabah Raşko dükkânı açmadı. Eşine MVR’ye (milis müdürlüğüne) çağrıldığını ve belirsiz bir süre için ölüm kampı adıyla bilinen “Belene” adasına sürgün edildiğini söyledi. Küçük bir el çantasına bir şeyler doldurdu, yağışlı günlerde giydiği kunduralarını bağladı ve eşini iki yanağından öpüp çıktı.
İki hafta geçmedi. Dükkâna giren genç bir gelin. “Ferihan teyze, Raşko ağabey “Belene”de müzevirlik yapıyormuş!” dedi.
“Ne dersin be kızım sen!” diyen Ferihan teyzenin dolgun yanakları parladı, gözleri yerinden fırladı. “Başı beladan kurtulma yası bunu da yapmış!
Utanmaz!” deyip, çığlık kopardı, kapıyı çekti ve def olup gitti.
Bir ay sonra Ferihan teyze ile eşi Raşko, Kırcaali Mahkemesi önünde kapışmışlardı. Ferihan teyze boşanma davası açmıştı ve “İki oğlumuz var, onlardan bağli utanmadın mı, onların kaderini hiç düşünmedin mi? Bize kimse kız vermez! Evlatlarım senin eşekliğin yüzünden bekâr kalacak…” türünden savuruyordu.  “Molla Çeşme” mahallesinden Çingene kadınları gibi elindeki kara saplı çantayı da dört yana savururken, ara sıra Raşko’nun geniş sırtına var gücüyle indiriyordu.
Hak olduğunu anlatmaya çalışan Raşko, “kimseye kötülük etmediğini, hiç kimseyi gammazlamadığını anlatmaya çalışırken, çok gizli, kimsenin şüphelenmediği,  bambaşka bir vazifeyle gönderildiğini” söylüyor, olayı kapatmak için sırrını açıklamayı bile göze alıyordu, fakat gözü dönmüş Ferihan teyze hiçbir şey duymuyordu.
Bir ara Raşko çok yüksek sesle bağırdı: “Ayaklanacaklarmış, ayaklanacaklar mı yoksa açlık grevi mi yapacaklar, onu anlamaya gönderildim. Büyük oğlana daire verecekler!” dedi.
Evlenmek isteyen büyük oğullarının dairesi yoktu ve aile sıkıntı yaşıyordu. Kız tarafı da gelinin kendi evinde olmasında çok ısrarlıydı.
“Al da, istediğin deliğe sok. İstemiyorum. Gelin de defolsun. Ben kendi dairemi kendim aldım. Sıvasın kollarını, çalışsın, alsın! Ben kimseden daire falan istemedim. Çalışır alır. Ben oğlumu sakat doğurmadım!” çığlığı çok yükselti ve Raşko’yu iyice ürküttü. 30 yıllık eşine söz geçiremiyordu. Ferihan, meydanda,  sesi sonuna kadar açılmış bir bozuk plak gibi alabildiğine ötüyordu. Etraf mahşer yeri olmuştu. O, birden bire kel başına takkesini taktı ve hızlı adımlarla oradan kayboldu.
Bu rezilliğe dayanamayan Ferihan teyze çok geçmedi hayata gözlerini yumdu. Toprağı bol olsun. Son sözü, “O kör olası çayı mezarlığın öte ucuna gömün, yanıma yakın olmasın! Ne burada ne de orada görmek istemem onu!” oldu.
Onur yarası ağırdır.
“Belene” ölüm kampında müzevirlik yapanların günahını Tuna ırmağının bütün suyuyla yıkasak temizleyemeyiz.
Kuşkusuz, 28 yıl geçmişi olan bu çok acıklı olay, bugün de, o gün gibi, canlı ve acıyor. “Belene”de yattım parasını cebe atıp,  Türkiye’ye kaçmakla ya da kabre uzanmakla iş bitmedi. Gizli servisler bu parayı aslında “Belene”yi unutturmamak için vermişti. Her santimini harcarken orada can feda edenlerin kemiklerini, Tuna ırmağının uğultusunu, kurt köpeklerinin gece boyu ulumasını, silah seslerini hatırlamamak elde değildi.
Bir de şu var. “Belene Parası” her sürgüne yani hepinize verildiği için, izleri karıştırma ödevi gördü. Beyaz taşlar pirincin içinde kaldı. Her an her biri diş kırabilir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, “Belene Trajedisi” bir de kopmamış bir fırtına işaretidir.
Birkaç Pazar önce yazarlarımızdan Nafiye Yılmaz, “Belene” ölüm kampını kokusu asla uçup gitmeyen bir soğan zarı örneği ile anlatırken “kokmaya devam ediyor” dediğinde, “anonimler” cenk cephesi açtı. “İp”, “sicim”, “bacaklarını kırarız,” “saçlarından asarız,” diye kekelemeye başladılar. Korku saçmaktan çekinmediler. İdamın son ceza olduğu düşünülürse, usta kalemin çok acıyan bir yaraya bastığı ortadadır. Nedir bu yara? Yıllar içinde sararan pirinç tanelerinin arasında beyaz taşlar seçilmeye mi başladı???
Biz, yani bugünkü genç kuşak, “Belene” sürgün kampı olayını artık irini akmış, savmış bir yara olarak algılamak istesek de, aslında Bulgaristan Türklerinin yakın geçmişindeki bu toplu izdiham, kalın bir kabın altında uyuyor, zonklamak için fırsat bekliyor. Şu şekilde anlatmam cazipse, halen bu kalın yara kabuğu altındaki kurtlar ikide bir oynaştıkça, durum hafif kaşıma ile sakinleştiriliyor. Nafiye Yılmaz’ın kaldırdığı soğan zarları yarayı açmış olabilir mi?
Anlaşılan şudur ki, Belene sürgünleri arasında şu 30 yıllık kaş erli kabuğu koparıp atmak, içini temizletip pansuman talep eden yok. Düşündürücü değil mi? Neden acaba?
Biz yeni kuşak ölüm kaplarını görmediğimiz için 20. Yüzyılın insanı yere seren mantığını anlamakta zorlanıyoruz. Örneğin “Belene” ölüm kampında bizimkilerden ölen ya da öldürülen olmadığından dolayı, adada ateş etmeyen tüfeklerle savaş yapılmış gibimize geliyor. Biz artık 21. Yüzyılda yaşadığımızdan “gammaza” ödül olarak daire verilmesine akıl erdiremiyoruz. Biz bugün artık müzevirlere hayat hakkı olmadığına inanmak istiyoruz. Geçen yüzyılın alışkanlıklarını korumak isteyenler olabilir, ama yeni nesil bunu istemiyor. Eski asrın kirli çamaşırlarının şimdiki genç kuşağın ipine serilmesi de doğru değildir. Yani ben, Nafiye Yılmaza savrulan tehdidi haksız ve utanç verici buluyorum.
Olaya bir de başka taraftan bakalım:
İstanbul Üniversitesi doçentlerinden M. Deniz’in BULTÜRK Genel Sekreteri sıfatıyla kaleme alıp yayınladığı “Suyunun suyunu çıkaracağız!” başlıklı yazıya halkımızın hak ve özgürlük davasında katkısı olan Malkoçoğlu’nun tepkisi kayda değerdir. “Ciddiyet Sınanmalı” diyen Sayın Malkoçoğlu’na soruyorum. “Nerede sınanmalı?” Bulgaristan’da olup biten olayları şimdi Türkiye’de sınamak mümkün mü?
Öğrencilerin sınava çıktığı gibi, teker teker hepsini sorguya mı çekelim? Gerçek savaşçı Vatanını terk eder mi? Sonra o sözüm ona savaşçıların “usta lafebesi” olduğunu, gizli ajanlıktan vaz geçmediklerini nereden bilelim. İçine kapanan bu ajanlar birçoklarımız için anlaşılmaz birer yaradılış sergilemiyor mu? Tanrıdan başka kim anlar insan yüreğinden geçenleri? Eski ajanların hepsi bugün artık yaşlı yaşlı öksürüyorlar. Akciğerlerindeki son pisliği de tükürüp mezara hazırlıyorlar kendilerini. Hafızaları ne olacak, vicdanları nasıl temizlenecek!!! Evet, her şey geride kaldı. Tuna gibi su deryasında akıp gitti, denize yani bilinmeyene karıştı öyle mi? Ne yazık ki öyle değil!
Biz, yeni kuşak Belene örneğinden mertlik dersi alamıyoruz. Olaylar arap saçı gibi karışık. Raşko mutluluğu “dairede” görürken, “Belene” parasını almayan olmadı. Sanki bu parayla her şey düzeldi, unutuldu. Bulgar verdiği birkaç parayla ellerini yıkadı. Gördüğünüz gibi paralar yetmedi, bitti, ihtiyaçlarsa bitmiyor. Daireler ajanlara verildi sonra, kimisi geri alındı. Al gülüm ver gülüm. Oysa mutluluk dairede veya parada değil, insanın kalbindedir. İhanet edenler zengin ve huzurlu olamaz.
23 yıl hiçbir HÖH toplantısına davet edilmeyen, devamlı dışlanan, kötülenen, hiçle nen, halkımızın şanlı tarihine yazılmış isimleri zorla silinen kahramanlarımız, HÖH’lü Başkan tarafından idare edilen Mestanlı Belediyesi’ne davet edilip kendilerine birer onurluk verilince el uzatıp aldılar. Hiç biri sunulan onurluğu alıp HÖH liderinin kafasına vuramadı.
“Bizimle alay mı ediyorsunuz!” diyemedi.
Biz “ÖLÜMÜ AŞMIŞ” şerefli kahramanlarız, ayağınızı denk alın!” diyen olmadı. Ne yani bir teşekkür belgesi (A4) olay bitti, alan memnun veren memnun öyle mi? Çıldırmak işten değil…
Bizimle alay mı ediyorsunuz, deyip o kıyadı yırtamadılar. Nerede bu kahramanlar? Göremedik?
Ölümü aşanlar yürekli insanlardır. Biz hakikat yolunu yürümeye devam ettikçe böbreklerinde taş, ciğerlinde ihanet kanseri olanlar ister istemez bizden gerilerde kalacaktır.
Onlar er veya geç ameliyat masasına yatacaktır.
Ciğerleri açılınca eski ve yeni gerçek ille görülecektir. Ferihan teyze Kırcaali’de bu büyük ameliyatı yıllar önce başlatıp gerçekleştiren onurlu bacılarımızdan biridir. Ölümü aşanlar ölümsüzdür.

Reklamlar