Raziye ÇAKIR
Tarih: 04 Ağustos 2020
Bayram geldi geçti. Eski Bayramlarda olduğu gibi olmasa da, yine de kalp kalbe, gönül gönüle, göz göze hal hatır olduk. Bilgisayar başına oturuşumuz vesile bilerek, telefonda bayramlaşma fırsatı bulamadığım tüm akrabalarımı, yakınlarımı, dost bildiklerimi ve ufakları candan kutlar ve sağlık başta olmak üzere, en kalpten temennilerimi sunarım. Sağ olun!
Bayram günlerinde bizim dünyalar Yıllık Tatile çıktı.
Bu sene deniz meraklıları da birden bire korktu ve çoğu evlerinde kapalı kaldı. Bulgaristan’ın Karadeniz kumsallarında martılara kış diyecek turist yok. Buralarda %92 azalma olmuş ki, tüm tesislerin kredi taksitleri ağız açmış, cak cak bağırıyorlar, ama duyan yok…
Hiçbir kimse bunların olacağını düşünmüyordu kuşkusuz.
Eskiden, Naziler ve Hitler, Göbelse ve Himler’i anlatan kitapları okurken, korku ve kitaplardaki simaların başına geleceklerden ürperme hisleri duymaya başlamıştım. Gençliğimde bu eserleri okumasaydım, belki de kitap okuyarak gerçeklik hakkında bilgi edinme yetim gelişmemiş olacaktı.
Son altı ayda “Covik -19” belasını kimse görmemiş olsa da, hepimizin sıkı temizlik koşullarında evlerimize kapanmamız oldu. Gözle görünmeyen, kokusu ve rengi olmayan bir illetin kapı çalması korkusunu yaşamamız, birey olarak her birimizin ve sosyal birim olarak ailelerimizin, yaşadığımız ev ve apartmanlarda etkisi ağırlaşan bir baskı hissetmemiz, hepimizi bu denli sarsmaya bilirdi.
Bir de şu herkesin baş belası uzman kesilmesi yok mu? İyi mi oldu kötü mü oldu bilemiyorum! Hele bizim doğduğumuz memleket olan Bulgaristan’da geleneksel kültürümüzün bir parçası olan, elimizin birinin hep suda ve sabunda olmasına gülenlerin, tuvaletten çıktıktan sonra el yıkamaları, hiç korkmadan ellerine sabun sürmelerinin bir şeymiş gibi TV ekranlarında anlatmaları…
Kendilerinin medeniyetten ne kadar uzak olduklarını gösteren örneklere şahsen benim sert tepkili olmam da, doğrusu içimden geldi. Bir ana ve bir kadın olarak sanki içten içe gururlanmama neden oldu.
Son ayda, Sofya, Varna, Eski Zara (Stara Zagora) vb. şehirlerin yollarına, kavşaklarına ve meydanlarına yatmışlar, akşamları hava kararınca uçuşmaya başlayan yarasalar gibi, günün baygınlığından dirilip dikilen, yürümeye ve bayraklar dalgalandırmaya başlayan gençlerin suskunluğunu da anlayamaz oldum.
Bir defa şu 21. yüzyılın sosyal hareketleri daha önceki sırların dumanlı dalgalı evrim, ayaklanma, devrim kavramlarıyla anlatılan tarihsel gelişmelerine hiç de benzemiyor. Batı Avrupa’da din algısının “Tanrıya inancın” çatlaması ve adına “modern dünya” denen din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına, hukukun üstünlüğüne götüren yol o kadar uzunmuş ki, yüzyıl savaşlarının (1337 – 1453), otuz yıl savaşlarının (1618-1648) ve yedi yıl savaşının (1756-1763) nedenlerinin temelinde yanan hep aynı ateştir.
Ve siz haklı olarak şimdi bana, bu işler sosyal sistem değişiklerini mayalayan üretim araçları ve üretim güçleri arasındaki çelişkilerinden, üretim ile paylaşım arasındaki uzlaşmazlıktan kaynaklanmamış mıydı sorusunu yönetebilirsiniz. Fakat Bulgaristan gibi ülkelerde, kitapların içi boşaltıla boşaltıla ve gerçekleri yazan gazeteler de kapanınca toplumsal dönüştürücü değişikliklerin ancak “büyük liderlerin” iradesi sonucu olduğu izlenimi doğmaya başladı. Örneğin üye olduğumuz Avrupa Birliği’ne 2007 yılından beri her sene TIR dolusu döviz gönderiyoruz. Neden? Pişecek ortak poğaçada bir parçacık payımız olsun diye değil mi?
Öyleyse, Azrail gibi kapımıza dayanan “Covid-19” belasına karşı ortak mücadele için ülkemize ayrılan 29 milyar AVRO, sanki Başbakan Boyko Borisov olmasa Bulgaristan’a ayrılmayacakmış havaları yaratıp böbürlenmek ne oluyor!?
Şahsi kanımca, şu yakıcı Ağustos sıcağında sıvımmış ve bastıkça ayakkabıları yutan kara asfaltın üzerinde tüneyenlerin 2 korkusu olması gerek.
Birinci korku: 13 yıldan beri çocuklarımızın mamasından ayırıp da yaptığımız bu ödemelerden doğan 29 milyon AVRO’yu dış güçlere, başkalarına, kem gözlere kaptırmak ve
İkinci Korku: Hırsızların hırsızı, mafya ve dolandırıcıların babası olarak bilinen Başbakan Boyko Borisov’a, DelyanPeevski ve Ahmet Doğan’a kaptırmamak.
Daha önce de işaret ettiğim üzere, büyük işleri başlatan hep o görünüşteki küçük, varla yok arasındaki muammalı durum, esrarengiz olan bir şeydir. O şeyin adına, 30 gün önce “Başbakan Borisov ile Başsavcı Geşev’in İstifası!” dendi. Bu iki şahıs, toplumun azında 2 çürük diş olsa ve çekilse, yerlerine takma konacak, denirdi.
Bizim göstericilerin “başına sıcak geçmiş” demiyorum, çünkü daha baştan sustular. Şöyle bir durum var. Bulgaristan’da insanların hepsi aynı toplumsal ortamda yaşıyor. Yani hepsi terden tuzlanmış denizde yüzüyor.
Demek oluyor ki rüşvet almayan, dolandırmayan ya da dolandırılmayan adam yok. Anasının ak suyu gibi beyaz, hileye dokunmamış birini bulmak, sudan çıkmış ördekte kuru tüy aramak gibi bir şey. Buna rağmen ben, göstericilerin Borisov ve Geşev’e “siz havuzdan çıkın, biz de biraz serinleyelim” demek istediklerini düşünüyorum. Çünkü onlar, “biz havuzu boşaltıp genişleteceğiz ve herkes istediği an girip serinleyebilecek” demiyorlar” maalesef.
Avrupa, bu gibi olayları tarihinde birkaç defa yaşadı.
Victor Hugo gibi yazar feylesoflar olayları çok inandırıcı biçimde anlatabildiler. ”Fransız Devriminden” 50 yıl sonra kaleme alınan, “Sefiller” adıyla Türkçe’mize kazandırılan “Gavroş” romanında dünyayı baştan sona dönüştürürken feodalizmi kapitalizme taşıyan bu devrimin kökündeki kıvılcım aslında “açlık” yani “ekmek” olmuştur. Uzun zaman yağmur düşmemiş ve toplumsal yaşamın yenilenerek sürmesinde çözülemeyen en büyük problem haline gelmiş ve tüm insanların iradesini birleştirmiş ve yeni kurallara oturan bir düzen kurulmasına yol açmıştır. Bu düzenin adı “burjuva” yani “korkakların” düzenidir. Kral 16. Loui’nin kellesinin giyotinde kesilmesiyle öykü-lenmiştir. Borisov, başbakanlıktan istifa etmekten korktuğuna göre ya bir burjuva ya da bir burjuva uşağı olduğu çıkmaz mı?
Sofya ve Bulgaristan direnişlerinde ilginç bir olay var.
Batı Bulgarlar idare işlerini bilmez, ellerine bulaştırır gibi inançlarında onlara güvensizlik beslediklerinden olacak, 1878’de Aleksandır Batenberg’i, 1885’te Ferdinand Sakskobburggotski’yi, aç kalmayasın oralarda gibi şakalarla cebine 2 milyon Alman Markı para sıkıştırarak, Bulgaristan’a Prens gönderdikleri gibi. Hepsi bu yollarda kurban olurken, sözde meşe yaprakları arasından inen partizan Todor Jivkov yönetimi ele geçirince, geçim derdinden olacak, 2 defa memleketimiz-Bulgaristan’ı Rusya’ya satmak istememiş miydi. Bu unutulmazken, Bulgaristan Komünist Partisi, zulüm ettiği Türkler tarafından mezarı kazıldığını gördüğünde, 1989 gücünde ülkemizi Birleşik Amerika’nın kucağına henüz ana süttü emmemiş bir yavrucuk gibi tutuşturdu.
Acısı dinmeyen bir milli yara açtı. Bu yara, biz Türkler kadar, Bulgarları da yakmıştır da, pişkinlikten aldılar.
Amerikan esaretini bir nimet sayacak kadar körleşmişlerdir. Bugün de toplumsal algı körlüğü yaşıyoruz.
Bu durumda, bizim Bulgarlarla “vatansız yaşanmaz” noktasında buluşmamız, birleşmemiz ve güç birliği yapmamız gerekmez miydi? Birinci Dünya Savaşında Ege üzerinden kapımıza dayanan aynı emperyalist Amerika’ya karşı Bulgar-Türk omuz omuza savaşmamış mıydık? Makedonya Cephesinde biz de 10 bin Müslüman şehit vermedik mi? Bunları bilen var mı? Bunlar neden unutuldu…
Şimdi ilk kez, dolandırıcılık ve rüşvetçilikle, soygunculukla adı çıksa bile, bir dış merkezden, (Avrupa Birliğinden) 29 milyar Avroyu birden ülkeye getirecek Başbakan Borisov’un nokta atış hedefi alınarak istifasının istenmesine de anlam veremiyorum. Kimilerine göre, bu paraları Ruslar çalmak istiyormuş. Diğerlerine göre AB’deki kodamanlar pay talep ediyormuş. Bir başkaları da ABD bunları kendi iktidarını kurmak için göndertti diyenler de var. Bunların hepsi olabilir tabii. Fakat bir halkın iradesinde dürüst olmak, adil olmak, uzlaşmacı olmak varsa, bu işlerin biri olamaz. Devletin her birimize, toplumun her birimize ihtiyacı olan günler yaşıyoruz. Devlet kendi başına bir şey değildir ve durumu kurtaramaz. Bizim Türkçede güzel bir söz var “İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN”. Büyük işler birleşmiş ve tek yumrukta buluşan halkların ödevidir. Halk birleştikçe adalet kendiliğinden yerini bulur. Türkler adil ve dürüst olan akışın bir parçası bir temsili olmalıdır. Bu dava bizim hepimiz-indir. Yeni kurulacak STK ve partilerde TÜRK-BULGAR ayrı gayrı olmamalıdır.
Ben burada sorunun Borisov’tan fazla, vereceği paranın hangi acil ve çok önemli milli problemler için harcanacağını kontrol etmek istemeyen ve hukukun üstünlüğü ve adalet sağlamakla yükümlü Baş Savcının seçiminden sorumlu yerli makamlardan fazla AB’de görüyorum.
Brüksel, en önemli konularda Başsavcıyı kontrol etmelidir.
Suçlu olan, imzalanan uluslararası anlaşmaların hiç birinin kusursuz uygulanmasında ısrar etmeyen, azınlık haklarımızı görmezlikten gelen, yoksulluğumuzu işitmek istemeyen Avrupa Konseyinde buluyorum. Bu makamın adalet sağlamaya neden yanaşmadığını anlamakta güçleniyorum.
Uzatmak istemesem de, şu birkaç noktaya değinmeden geçemeyeceğim.
Önce şu iyi biline: Dünyada hiçbir medeniyet, hiçbir devrim, hiçbir evrimci süreç, köklü yenilik veya adalet ve insan mutluluğu amaçlayan bir atlım veya süreç Bulgaristan’da ve Bulgar ocağında tutuşmamış, başlamamış ve örnek bir şekilde gelişmemiştir.
Bulgar ırkı Roma, Bizans ve Osmanlı mirasına oturmuş, fakat bu medeniyetlerin özelliklerini birbirine bağlayamamıştır.
Farklılıkların etkileşiminden güç toplama yolunu bulamamıştır. Yaratıcı davranmamış yol açmamıştır. Bugün de medeniyetler arasına sıkışmış ve Geçiş Dönemli ezgisi yazmaktadır. Bulgaristan’da modern olana atılımın ne zaman başladığını kime sorarsanız sorun hiç kimse yanıt veremez. Komşuda sünnet olma örneği, bizim evde sünnet töreni olmadı deyip geçiştiriyorlar.
Bugün Bulgaristan’da Rus esaretine düştüğümüz şu antlaşmanın imzalandığı tarih mi? (3 Mart San Stefano Protokolünün imzalandığı gün)
– Yoksa 1942’de Alman çizmesine ezilmeyi kabul ettiğimiz tarih mi?
– Yoksa da 1944’te Sovyet Ordusunu Tuna nehrinin karşı yakasında görünce yere serildiğimiz gün mü?, milli bayram olsun, olsa ne olur, olmasa ne olur, kavgaları almış başını gidiyor.
Milli bayrağımız 3 renklidir. En üst renk BEYAZ- hakim olan teslimiyetçi ruhu anlattıkça anlatır.
Şahsi fikrimdir. Bulgar uyanışı, şu kilisede dua ederken ya da ışıksız kandille duman savururken başlamamıştır. Kıvılcım kapma, Osmanlı İmparatorluğunun 1839 yılında Tanzimat Fermanı olarak bilinen, Gülhane Hatt-ı Şerifi’nin okunmasıyla başlamıştır.
Bulgar topraklarını “Pilot Kalkınma Bölgesi” ilan eden Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere ya da ABD değil, Osmanlı İmparatorluğudur.
Bu topraklarda ilk lokomotif sesi Osmanlı döneminde 7 Kasım 1866’da çalmış, ilk fabrikalar Padişah teşvikleriyle kurulmuş, şehirler, köprüler Müslüman mimarlarca inşa edilmiş, kara saban yerine demir pulluk, çakmak taşlı düven yerine harman makinaları vs Osmanlı devrinde çalıştırılmıştır.
Bulgarlar Osmanlı döneminde Padişahın sayesinde kilisede Bulgarca ibadet edebilmişlerdir.
1872’de Doğu Ortodoks kiliselere giren Bulgar papazlar çan çalmış, kandillerinde mum yanmış, kilisede Bulgarca konuşulmuş, medreseler okul olmuştur.
Ve bunların hepsi Osmanlı’da Reform Devri denen modernleşme çağında gerçekleşmiştir. Vurguluyorum, Batının modernleşme devrinde değil, Osmanlının modernleşme aşamasında olmuş olaylardır.
Yanı Bulgar Osmanlı modernleşmesi içinde kendi Bulgar olarak duyumsamış ve göz açmıştır.
İşte bu nedenle Bulgar milli bayramının 1839’da Tanzimat Fermanın okunduğu 3 Kasım 1839 tarihinin okunduğu yıl dönümü olmalıdır inancındayım ve sizinle paylaşıyorum. Bulgarların milli kimliğe uyanışı o tarihte başlamıştır. O günden sonra yaşadığımız topraklar vatana dönüşmüş bahçelerinde güller bir başka açıp kokmaya, bağlara dikilen “Hafız Ali” ve “Çavuş” üzümleri ballandırmaya, arılar çiçeklere uçmaya ve ıhlamur ve akasya kokularının birbirine karışmasından kimse rahatsız olmamaya başlamıştır.
Ve Bulgaristan’ı bugün ayakta tutan o modernleşmedir. Bizim kökümüzdeki modernleşme ortak mayamızdır. Bu anlaşılmadıkça biz anlaşamayız.
Bu bilince dönebilsek, hiç bir şey için hiç bir şey istemiyoruz!
Ortak vatan olmaz, tek vatanda buluşabiliriz!
Çok kültürlü tek devlet hepimizin gözdesi olur ve o zaman gerektiğinde Sofya’nın Sokak ve meydanlarında bizim kocalarımız ve evlatlarımız da geceler ve biz analar onlara ekmek ve su taşırız.
Ben olaylara bu pencereden bakıyorum.
Okuyanlar paylaşsınlar.
Korona işi ciddiliğini koruyor, dikkatli olalım.
Saygılarımla,,