Nevzat ÖZTÜRK
İslam medeniyetinin, gerek medeniyeti oluşturan asli unsurlar (Müslüman milletler) arasında gerekse dinî azınlıklar arasında birlikte yaşama kültürünü, teorik ve uygulama düzeyinde başarılı bir şekilde sağladığını görmekteyiz. İslam medeniyetinin Kuran-ı Kerim ve sünnetten oluşan temel referans kaynaklarında, Müslümanların hangi ırk ve etnik kökenden olurlarsa olsunlar kardeşlik bağıyla birbirlerine bağlanmaları ve bir vücudun uzuvları gibi algılanmaları, medeniyetin asli unsurları arasında birlikte yaşama kültürünün sağlam temellerini ortaya koymaktadır.
Başka dine mensup olan azınlıklara karşı ise onların inanç ve değerlerine saygı duyulması; can, mal, din ve namuslarının garanti altına alınması yine bizzat Kuran-ı Kerim’de ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in uygulamalarında güçlü biçimde yer almaktadır.
İslam medeniyetinin İslam Peygamberi’nden sonraki dönemlerinde de – dönemsel bazı istisnalar hariç− birlikte yaşama kültürünün Kuran-ı Kerim ve sünnetteki uygulamaları doğrultusunda canlı kaldığını, farklı din, ırk, mezhep ve kültürlere karşı hoşgörü ve saygının belirgin biçimde var olduğunu görmekteyiz. İslam medeniyetinin hâkim olduğu Asya, Afrika ve Ortadoğu topraklarında başka din ve etnik kökenlere mensup olanların varlıklarını günümüze kadar sürdürmüş olmaları da bunu ortaya koymaktadır.
İslam medeniyetinin birlikte yaşama kültürü konusundaki kapasitesini daha iyi ölçebilmek ve anlamak için diğer medeniyetlerin bu konudaki kapasiteleriyle karşılaştırılması faydalı olmuştur.
Birbirlerinin ardılı olarak egemen oldukları aynı coğrafyalarda sergiledikleri birlikte yaşama kültürü örnekleri incelendiğinde İslam ve Batı medeniyeti arasında çok ciddi farklılıklar olduğu görülmüştür.
Asya örneklerinde ise Budist ve Hinduların egemenliğindeki Çin ve Hint medeniyet bölgelerinde Müslümanlara yönelik günümüzde de soykırım, katliam ve saldırıların varlığını devam ettiriyor olması, birlikte yaşama kültürü konusunda bu medeniyetlere ilişkin somut ve açık bir gösterge olarak karşımıza çıkmaktadır.
Günümüz Batı toplumlarında da kitlesel dış göç hareketleriyle birlikte, önemli bir kısmı Müslüman toplumlardan olmak üzere, farklı medeniyetlerden önemli bir göçmen nüfus bulunmaktadır. Bunlara karşı da Batı toplumlarında önyargıların, nefret saldırı ve suçlarının yüksek düzeyde varlığı söz konusudur. Tarihte birlikte yaşama kültürünü kendi medeniyeti içerisinde bile sağlıklı biçimde kuramayan Batı medeniyeti, günümüzde bu göçmenlerin entegrasyonu, toplumun onları kabullenmesi, saygı ve hoşgörü göstermesi konularında ciddi sorunlar yaşamaktadır.
Batı medeniyetinde birlikte yaşama kültürünün, tarih boyunca belirgin bir gelişme gösteremediğini, farklı din, mezhep ya da etnik kimlikleri içerisinde barındıran çok kültürlü toplumsal yapıların oluşamadığını görmekteyiz. Bu nedenle de farklılıkları hoş görebilen, bunları kendi içinde barındırabilen bir medeniyet olma özelliğine sahip olamamıştır.
Ortaçağ ve erken modern dönemde batı coğrafyasında, çok da büyük olmayan Yahudi azınlıktan başka, Hristiyanlar dışında başka bir dine mensup bir topluluğu görememekteyiz.
Birçok ülkede sömürüler yapan, kan döken, zulümler yapan batılılar; günümüzde kendilerini medeni, demokrat, insan haklarına saygılı, hak, hukuktan yana ilan etmeye çalışsalar da, batıda hoşgörü kavramı; asrı saadetten yaklaşık bin sene sonra ancak felsefi bir kavram olarak kullanılmaya başlanabilmiştir.
711 yılında İslam ordularının İspanya’yı fethi ile bu topraklarda başlayan Müslüman hâkimiyeti, 756 yılında Endülüs Emevi Devleti’nin kurulmasıyla kurumsallaşmış ve varlığını yaklaşık 780 yıl sürdürmüştür. 15. yüzyıl sonunda İspanya topraklarındaki Aragon Kralı Ferdinand ile Kastilya Kraliçesi I. İsabel (evlenerek) ordularını birleştirmişler ve zayıflayan Endülüs Devleti’ne 1492 yılında son vermişlerdir.
782 yıl boyunca bu topraklarda Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler birlikte varlıklarını sürdürmüş iken hâkimiyeti ele geçiren Hristiyanlar, diğer dinlere mensup olanları ülkeyi terk etmek, Hristiyan olmak veya katledilmek şeklindeki üç tercihten birisini kabul etmeye zorlamışlardır. Hristiyan olmayan ve ülkeyi terk etmeyenleri ise katletmiş ve İslam medeniyetinin ülkede sağladığı çok dinli, çok kültürlü yapıyı yok etmişlerdir. “
Dinlerini gizleyerek İspanya’da yaşamaya devam etmeye çalışan ve “Moriskolar” adıyla anılanlar ise halkın önünde toplu olarak yakılarak öldürülme de dâhil olmak üzere çeşitli baskı ve katliamlara maruz kalmış, nihayet 1600’lerin başında 500 bin Morisko’nun ülkeden sürülmesiyle varlıkları sona ermiştir.
Benzer durum 9 ve 13. yüzyıllar arasında Müslüman hâkimiyetinin olduğu Sicilya adası için de geçerli olmuştur. Müslümanların egemenliği altındaki bu yüzyıllar arasında ada nüfusu Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerden oluşmakta ve yalnızca adanın başkenti Palermo’da 300’e yakın cami bulunmaktaydı. Hristiyanların tekrar adayı ele geçirmesinden sonra ise Müslümanlar adadan sürülmüş, öldürülmüş veya Katolik olmaya zorlanmıştır.
Avrupa’da birlikte yaşama kültürünün zayıflığı sadece başka dinlerin mensuplarına karşı söz konusu olmamış, ayrıca hâkim din Hristiyanlığın mezhepleri arasında da hoşgörüsüzlük, birlikte yaşayamama kendisini göstermiştir. Protestan mezhebinin 16. yüzyılın başlarında ortaya çıkmasından sonra Avrupa, yüzlerce yıl, sonu gelmeyen mezhep kökenli savaşlara sahne olmuştur.
Bu savaşlar, farklı mezheplere mensup ülkeler ya da prenslikler arasında meydana gelebildiği gibi aynı ülkedeki Katolik ve Protestanlar arasında bir iç savaş şeklinde de ortaya çıkabilmiştir. Bu savaşlarda milyonlarca insan ölmüş, Avrupa’da aynı dinin farklı mezheplerinin bile bir arada yaşayabilme yeteneğini sergileyemediği görülmüştür.
Batı dünyası kendi hegemonyasını koruyabilmek için her türlü hak ihlalini yaparken diğer ülkelere insan hakları dersi vermeye kalkmaktadır. Bu konuda; ABD’nin Louisville Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren tarihçi ve nüfus bilimci Justin McCarthy, 1995’te yayınlanan “Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarına Karşı Yürütülen Ulus Olarak Temizleme İşlemi” adlı kitabı, 1821-1922 yıllarında Balkanlar, Kafkasya, Kırım ve Anadolu’da yaşanan Müslüman halkların uğradığı katliamlara ve sürgüne ışık tutuyor.
ABD’li Tarihçi ve Nüfus Bilimci McCarthy kitabında;
-1800’lerin başında Osmanlı Devleti sınırları içinde kalan Anadolu, Kırım ve art bölgeleri, Kafkasya’nın büyük bölümü, Arnavutluk ve Bosna’dan Karadeniz’e uzanan çizgide Güneydoğu Avrupa’nın tümünü kapsayan bir coğrafyada Müslümanların, bazı bölgelerde çoğunluk bazı bölgelerde azınlık olarak yaşadığına dikkati çekiyor.
Osmanlı Devleti’nin zayıflayarak dağılma sürecine girmesiyle bu bölgelerde Müslüman nüfusun topraklarından çıkarıldığını ya da katledildiğini, 1821-1922 yıllarında 5 milyondan fazla Müslümanın öldürüldüğünü, sürgün edilen ya da göç etmek zorunda kalan Müslümanların bir kısmının, yollarda açlık ve hastalıktan yaşamını yitirdiğini vurguluyor.
Öte yandan Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Anadolu’daki Müslümanların uğradığı katliamının tarihçesiyle ilgili Batı ülkelerinde herhangi bir yayına rastlanmadığını, kayıpların ders ve tarih kitaplarında yer almadığını belirtiyor.
Batı Trakya’daki Türklerin, Yunanlara ait bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına engel olarak görüldüğü için 1800’lerin başında silahlı milliyetçi grubun hedefi olduğu, 1821’de, köy ve kasabalarda yaşayan Türklerin, yerleşim merkezlerinin dışına götürülüp kıyımdan geçirildiği ve bu süreçte 25 binden fazla Batı Trakya Türkünün öldürüldüğü belirtiliyor.
-İşlenen cinayetlerin yalnızca Osmanlı’ya yönelik bir nefret patlaması değil, siyasal bir eylem niteliğinde olduğunu şu sözlerle anlatıyor:
“Yunan ayaklanması, Balkanlar’da daha sonraki ayaklanmalar için bir model ortaya koydu. Ulusal bağımsızlığı sağlamak uğruna, bölgeleri Türk nüfusundan arındırma politikası 1877-78, 1912-13 ve 1919-23 savaşlarında tekrar kendini gösterdi. Daha sonraki savaşlarda, amaç, 1821’deki Yunan ayaklanmacılarının amacıyla aynıydı:
Yol üzerinde bir engel olarak duran etnik ve farklı bir dine mensup toplumu yok ederek, kendi içinde birlik gösteren bir ulus yaratmak. Türklerden nefret ediyor olmak, yapılan kıyımlarda gerçek bir etkendi ama bu etken, bağımsızlık ve ulusçuluk hedeflerine doğru yönlendirilmişti.”
-Yeni bir ulus yaratmak uğruna Türklerin ve diğer Müslümanların sürgüne uğramasının, ilerleyen süreçte Bulgarlar, Ruslar ve Ermeniler tarafından da yöntem olarak izlendiği, yükselen yeni milliyetçiliklerin önlerindeki engel olarak görülen Balkanlar’da, Anadolu’da ve Kafkasya’daki Müslüman toplulukların en büyük bahtsızlığı olduğu dile getiriliyor.
-19. yüzyılın başında bölgedeki Ruslaştırma politikası çerçevesinde Nogay ve Kırım Tatarlarına iki seçenek sunulduğunu, ya Rusya’nın iç bölgelerine sürgün ya da Osmanlı’ya göç olduğunu,
Nogay Tatarlarının göçünün 1860’lı yıllar boyunca sürdüğüne, en az 300 bin Tatarın, topraklarından ayrılarak göç etmek zorunda kaldığına, yine 19. yüzyılda Kafkasya ve Osmanlı’nın doğu illerindeki dengenin, Rus istilaları, Ermeni ayaklanmaları ve Kafkasyalı Müslümanların zorla göç ettirilmeleri nedeniyle altüst olduğuna dikkat çekiliyor.
Rus istilasından önce, Kafkasya’daki Müslüman halk, Azerbaycan-Erivan bölgesindeki Türklerden ve bölgenin geri kalanındaki Çerkezler, Abazalar, Çeçen-İnguşlar ve Dağıstanlılar gibi diğer gruplardan oluşurken, 1864’te Rusların Kafkasya’da kontrolü ele geçirmesiyle bölgedeki Müslümanların göçe zorlandığı belirtilen kitapta, yurtlarını terk etmeye zorlanan Müslüman Çerkezlerin ve diğer Kafkasya halklarının, Rus denetimindeki limanlarda gemilere doldurulduğu, Osmanlı topraklarına ulaşıldığında ilk uğranılan liman olan Trabzon’da, hastalık ve yetersiz beslenmeden hayatını kaybedenlerin sayısının 30 bini bulduğu ifade ediliyor.
-Osmanlı Devleti’nin doğu vilayetlerinde ve Kafkasya’da 1877-1914 yılları arasında yaşanan katliamlarla, Müslümanların yurtlarının Ruslar tarafından zapt edildiğini, Ruslardan kalan topraklara da ayrılıkçı Ermeniler tarafından el konulmaya çalışıldığını gözler önüne seriyor.
-Rusların bölgeyi kontrol altında tutmakta zorlanmasının ardından Ermenilerin de bazı bölgelerde gerçekleştirdiği ayaklanmaların başarısızlığa uğradığı, daha sonra 1895’de Anadolu’da, 1905’te de Kafkasya’da halklar arasında çatışma çıktığı, artık savaşın, ordular değil halklar arasında yaşandığı, 1910’a gelindiğinde Ermeniler ve Müslümanlar arasında karşılıklı felaketlere yol açan kutuplaşmaların oluştuğu belirtiliyor.
-1877-1878 yıllarında yaşanan Rus-Türk Savaşı’nın Bulgaristan’da yaşayan Türkler için bir felakete dönüştüğünü, Bulgar ve Rus birliklerinin katliamları, açlık, hastalık ve göçmenlerin yerleştirildiği kamplardaki koşullar nedeniyle ölümlerin yaşandığını ifade ediyor.
Bulgaristan’daki Türk varlığına tümüyle son vermek isteyen Rusların, bölgeden göç etmek zorunda kalan Türklerin evlerini yakarak, geri dönmelerini engellemek üzere Bulgarlarla işbirliği yaptığının, 1911 yılına gelindiğinde Balkanlar’daki nüfus dağılımının tümüyle değiştiğinin, Balkan Savaşları sırasında yaşanılan kayıplarla birlikte, Müslümanların, Balkanlar’da çoğunluk olma vasfını kaybettiğinin altı çiziliyor.
Arnavut Müslümanlar ve Batı Trakya’da yaşayan Türkler başta olmak üzere tüm Müslüman grupların büyük zulme uğradığı, Müslümanların, göç sırasında da defalarca saldırıya uğradığını dile getiren McCarthy, 1913 yılı Ekim ayında Bulgaristan ile imzalanan mübadele anlaşması ve yine Yunanistan ile kısmi olarak yapılan mübadeleyle, Doğu Trakya’daki Bulgar ve Yunan halkıyla, Batı Trakya’daki Türklerin yer değiştirdiğini hatırlatıyor.
Balkanlar’dan göç eden Müslümanların 812 bin 771’i hayatta kaldığı, 632 bin 408’inin öldürüldüğü, bu topraklardaki Osmanlı Müslümanlarının yüzde 27’sinin katledildiği bilgisine yer veriliyor.
-15 Mayıs 1919 tarihinde Batı Anadolu’da yaşanan Yunan işgali sırasında, İzmir’e yapılan çıkarmayla kitlesel bir Türk kıyımına başlandığı vurgulanıyor. Müslümanların, o dönemde Batı Anadolu nüfusunun yüzde 80’ini oluşturduğu, işgal sırasında Türk köylerinin, yerleşim merkezlerinin yakılıp yıkıldığı, 1912’den İstiklal Harbi’nin sonu olan 1922’ye kadar Batı Anadolu’da bir milyon 246 bin 68 Müslümanın hayatını kaybettiği belirtilen kitapta, bu savaşlar sona erdiğinde Balkanlarda yaşayan kalabalık Türk nüfusunun epey azaldığı, Kafkasya’da Çerkezlerin, Lazların, Abazaların, Türklerin ve daha küçük Müslüman toplulukların yurtlarından sürülüp çıkarıldığı anlatılıyor.
-Sırbistan’dan Kafkasya’ya uzanan bölgede birçok ulus devlette sağlanan etnik ve dini birliğin, Müslümanların bu topraklardan sürülmesiyle sağlandığına dikkati çeken McCarthy, tarih kitaplarının çoğunda, azınlıklara duyulan nefret üzerinden bir okumayla yalnızca Osmanlı Ermenilerinin zorunlu göçünden bahsedilirken, tarihsel gerçeklere rağmen, Balkanlar’da ve Kafkasya’da yaşananların göz ardı edildiğini vurguluyor.
Bu dönemde Balkanlar’da, Kırım’da, Kafkasya’da ve Anadolu’da 5 milyondan fazla Müslümanın öldürüldüğü, Rusların 100 yıl boyunca Müslümanları, yaşadıkları bölgelerden uzaklaştırmaya dayalı politikalar yürüttüğü, Kırım Tatarlarını ve Çerkezleri göçe zorlarken, Güney Kafkasya’da Türklerden boşalan bölgelere Ermenileri yerleştirdiği kaydediliyor.
-1915’te Rusların Doğu Anadolu’da yaşayan Ermenileri ayaklandırarak bölgede ilerlemek istemesiyle Müslüman köylerinde büyük bir kıyım başlatıldığını, bölgede bir Rus istilası yaşansaydı Doğu’nun Müslümanlarının, Bulgaristan ve Makedonya’daki Türklerle aynı kaderi paylaşmış olabileceklerini belirtiyor.
Bu bölgelerde, başlarına ne geldiği bilinmeyenler de hesaba katıldığında 5,5 milyon Müslümanın öldürüldüğünü, 5 milyonu aşkın Müslümanın göçe zorlandığını ve bunların da birçoğunun göç yolunda hayatını kaybettiğini ortaya koyan Justin McCarthy, Balkanlar, Kırım, Kafkasya ve Anadolu’nun 5 milyondan fazla Müslümanın kayboluş hikâyelerine sahne olduğunu ifade ediyor.
19. ve 20. yüzyıllarda yaşanan savaşlarda hayatını kaybeden Yunan, Bulgar ve Ermenilerin sayısının, Türklerden çok daha az olduğuna, Balkanlar’ın, Anadolu’nun ve Kafkasya’nın tüm halkları için bu yüzyılların dehşet dönemi olarak tarihe geçtiğine işaret ediliyor. Kendi bilim adamları bütün bunları dile getiriyor. Bize düşen tarihi iyi okumak, dostumuzu-düşmanımızı iyi tanımaktır.
Yine, Saddam, Halepçe’ de, başta Fransa olmak üzere ABD ve Avrupa ülkelerinin sattığı silahlarla çoluk çocuk demeden kendi vatandaşlarını katledip gazla zehirleyerek öldürürken Türkiye Halepçe gazlı katliamından kaçan 40.000 Kuzey Iraklı Kürt komşusuna kucak açtı.
1990’da İkinci Körfez Savaşı’nda bir gecede bu sefer yarım milyon Kuzey Iraklı ayakkabısını dahi giymeye fırsat bulamadan can havliyle yine Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı. Ülkenin dört bir yanından, ânında binlerce yiyecek -içecek -giyecek dolu kamyonlar akın akın yardıma koştu.
1989’da Komünist Bulgaristan Başkanı Jivkov’un başlattığı “adını, dilini, dinini değiştir” zulmü sonucu 300.000 soydaşımız 6 asırdır yaşadığı topraklarda her şeylerini bırakarak Türkiye’ye sığındı.
Ne ABD ne Avrupa basınında Jivkov’u kınayan en ufak bir ilana rastlamadık.
1992’den itibaren Saraybosnalılar Müslüman ve de Türk kabul edildikleri için düzenli ve sürekli soykırıma tabi tutuldular, hatta bir kısmı BM’ye bağlı Hollandalı subay ve askerlerinin gözleri önünde umursamazlıkla katledildi. Bu vahşeti lânetleyen herhangi bir ilâna rastlamadığımız gibi, yıllar sonra katliama göz yuman Hollandalı subay ve askerler Hollanda Devletince madalyalara layık görüldüler.
30 yıl boyunca devam eden PKK vahşetinde öldürülen Asker ve Polis şehitlerimiz, beş bin’in üstünde çocuk- kadın- yaşlı ve sivil için Batı maalesef sesini çıkarmak, katliama karşı çıkmanın aksine katilleri kollamaya, desteklemeye devam etmektedir.
1985’ten bu yana yalnız Almanya’da Türklere ait 3500’den fazla işyeri, dükkân, büro, ev vs saldırıya uğradı, kimileri içinde insanlarımızla yakıldı. Alman Devleti ve Polisi’nin bu olaylara duyarsızlığını bütün dünya bilmektedir.
İslamofobi, Batı’da özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası hızla yayılmış ve “İslam terör dini” ve Müslümanların da “potansiyel terörist” olduğu anlayışı etkin bir toplumsal önyargı olarak yerleşmeye başlamıştır. Bu durum, birlikte yaşama kültürü ile de doğrudan bağlantılı olarak göçmenlere karşı olan olumsuz yaklaşımların, Müslüman göçmenlere karşı, toplumsal düzeyde, şiddete ve nefret suçlarına dönüşmesine yol açmaktadır.
Hasılı, Batının hoşgörü anlayışı kendi menfaatleri, siyasi çıkarları ekseninde kendilerine yönelik tolerans beklentisi olup kendileri dışındaki milletleri köle zihniyeti ile gören bencil bir bakış açısıdır. Kendinden olmayana karşı zulmü reva gören Batı anlayışı, siyasi çıkarları için katliamın her türlüsünü hoş görmüş, zulmü alkışlamıştır.
Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur. Oysa İslam, insanı, “yaratılanı yaradan dan ötürü sevmek” anlayışı ile değerli görmüş, cinsiyeti, milliyeti, dini inancı ve görüşü ne olursa olsun özgürce yaşama hakkı olduğunu haykırmıştır. İslam dünyasında da, çokkültürlü ve hoşgörü ikliminde farklı kültür, inanç ve milliyete sahip kişilerin insanca yaşama hakkı elde ettiğini tarihi vesikalardan öğreniyor, birebir yaşıyoruz. Akif’in muhteşem şiiri ile noktalayalım:
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! …
-Boğamazsın ki!
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu…
İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?