Raziye ÇAKIR
Bu hafta İstanbul’a yağmur yağdı. Düşen Eylül dolusu nefes kesti. Öncesi böyle bir şey görmemiştim. Korkunçtu! Bin bir klakson birden açıldı, araba kaportaları baraban oldu.
Şefi ve çalgıcısı olmayan bu şehir orkestrası romantikti diyemeyeceğim, çünkü yıldırımları izleyen gök gürültüsü parti türün tamamen dışında olduğundan, perdemi çektim ama açtığımda karşımdaki doğallık bir harikaydı: Doğa dinmiş, son damlalar yaprakları okşayarak, birbirinin önüne geçmeden, kendiliğinden oluşan sırayı hiç bozmadan süzülüp düşüyordu. Dağlardan yağmur taneleri ırmak olup barajları dolduruyor oradan da Marmara denizine akıyordu. Yaprak üzerindeki doğal düşme sırası, topluma bir uyarı değil de neydi? Evet bu güzellik benim de nefesimi kesti.
Bu hafta nefesimi kesen bir başka olay da oldu.
Soğan zarının kokusunun çıkmadığı gibi, ihbar ve ihanet lekesinin de aklanmaz olduğunu anlatmaya çalıştığım geçenlerdeki yazımdan ötürü bana idam ipi gösterenlere gülerken nefesim kesildi. Arkadaşım Semra yanımda olmasaydı, olabilir ya, çekip gidecektim.
Kardeşim sen diyenlere bakma sen bir tarih yazıyorsun onlar ise dışında kaldıkları için seni kıskanıyorlar deyiverdi. O zaman bu haftaki yazımı bekleyenlere yazık olacaktı.
Ben tütün yöresinden, ekmeği bile tütün kokan soyların kızıyım.
Memleketimi düşündükçe, başında kepe, sönmüş sigarası dudağına yapışmış sallanan, cami duvarına dayalı kara taşta oturan (Çolak) Mümin dede gözümün önünden gitmiyor. Kaçak sigaranın hayat ateşi bitmiş de olsa, dudakta sallanması anlamsız da olsa, Mümin dede elini uzatıp onu koparıp atmıyordu. Bu anlamsızlığın anlamı neydi?
Mümin dede sigarasını hiç ağızlıkla içmedi. O kendini bildi bileli ve tütüne sevdalanalı kendi tütününü, havanda kendi kıydı, kız saçı telleri sigaraya yavaş yavaş tek tel düşürmeden sardı, kâğıdı ıslattığı tükürüğü zamk gibi olduğundan, onun sardığı kaçaklar sökülmezdi. Kaçağı ona sardırmak için hemşerilerinin sıraya durdukları olurdu. Şu an dudağında halen sallanan ucu küllü sigarasına ateş uzattığına hiç hatırlamasa da son zamanlarda dudağında kalmaya başladı.
Ansızın 30 yıl önceyi anımsadı.
O zamanlar gençti, nefesi ve tütün kokusu başkaydı. Şimdi o kokuyu nefes etmeye açtı. Öyle ama son zamanda ipini çeke çeke sürüdüğü şu hayat var ya, iyi olan herhangi bir şeyden bir tutam cık saklayıp, canın çektiği an, geri vermiyordu. Karşısında olsa, tutup kulağını bükecekti. Beklenmeyenler kaderdendir, deyip kabullenirdi. Yaşlıydı ve sanki hiç var olmamış gibi yok oluyordu. Ömrü ömürden sayılacak mıydı?
Mümin dedenin düşünceleri tam bu noktada nefes kesen bir hikâyeye dalıyordu:
Ömürden Saymayız,
Bir gün bizimkilerden biri, bir köy mezarlığı yanından geçerken bir şey dikkatini çekmiş. Mezarlıktaki bütün mezarların üzerindeki taşlarda: “Beş yıl yaşadı; Üç yıl yaşadı; Sekiz yıl yaşadı” gibi yazılar görmüş.
Köye varmış. Köylüler konuğu köy odasında misafir etmişler. Yemek yenilip sohbet başlayınca misafir köyün ileri gelenlerine sormuş:“Merak ettim. Köye gelirken mezarlıktan geçtim. Mezarlıkta bir şey dikkatimi çekti. Bütün mezar taşlarında “Beş yıl yaşadı; Üç yıl yaşadı; Sekiz yıl yaşadı” gibi ifadeler yazıyor. “Oysa bu mezarların çoğu yıllar boyu yaşamış, ihtiyarlamış ve vefat etmiş insanlara ait. Niçin böyle yazılmış, bunun nedenini çok merak ettim,” demiş.
Köyün ileri gelenleri cevap vermişler:
“Biz ömrümüzü dostlarımızla, sevgiyle ve mutlulukla bir arada geçirdiğimiz zamanla değerlendiririz. Diğer zamanları ömürden saymayız!”
Soruyorum. Bizi devletin karanlık gücünü kullanan sözde yöneticileri ile aldatılıp 30 yıldır uyutulduğumuza göre, mezar taşımıza ne yazılacak. Mümin dedenin de cevabını bulamadığı soru buydu. Aldatılmış, yalan rüyalarda yaşatılmış bir adamın mezar taşına ne yazılır!
Bunu düşünürken, bazen kırışmış göz kapakları düşüyor, sönmüş sigarası dudağında sallanmaya devam ediyordu.
Ardından kendine geldiğinde istemese de, BSP Koca Balkan’ın “Buzluca” tepesine beton yığını ANIT dikti, şimdi meyhane olmuş, şayet böyle bir anıt taşı dikilse, “VİSKİ BAR” olur diyenler haklı mıydı? Mezarı taşsız kalsa… Bulgar Çar’ının bile anıtı yoktu. Anıt-sız olur ama taşsız mezar taşı olmadan olmazdı! Mümin dede düşünmeye devam etsin, ben sizlere nefesimi kesen bir başka olayı da anlatmak istiyorum.
Sevgi suyu
Bir keresinde bana çok yakın bir arkadaşım olmuştu. Bir gün arkadaşım o zamanlar Murat (şimdi beyim) köşdere’nin gayıklı göl dedikleri gölün kenarında otururken avuçlarından birini su ile doldurdu ve bana uzatıp şunu söyledi:
“Elimde tuttuğum bu suyu görüyor musun? Bu köşdere’den akan sularımız “Sevgi”yi sembolize eder. Ben bunu şöyle görüyorum. Elini özenle açık tutar ve suyun (yani sevginin) orada kalmasına izin verirsen, her zaman orada kalacaktır. Ancak, parmaklarını kapamaya kalkar ve ona sahip olmaya çalışırsan bulduğu ilk aralıktan akıp kaçar.
Arkadaşımın sözlerini hatırladıkça iki şey nefesimi kesiyor.
- Bizim Hak ve Özgürlük davamızın zirvesi olan HÖH partimizin daha kuruluşunda aldatılmış, oyuna getirilmiş olmamız.
- Oyuna getirilmiş de olsak partimizi çok sevdiğimiz için elimizden kaçırmamız.
HÖH partisi artık Mümin dedenin dudağında sallanan sönmüş sigara gibi kendisi var canı yok. Kendine “Yarı Tanrı” imajı verenin eline eteğine bakıyorlar.
Avrupa Birliği’nden hükümete gelecek paraları, 147 proje olarak küçük ve yarı iri yani orta özel şirketlere belediyeler ve devlet kurumları üzerinden paylaştıracakmış, tabii “Yarı Tanrı Türklere, Pomaklara ve diğer Müslüman kardeşlerimize düşen paylar VİS, TİM, SİK mafya oluşumlarına sunulacak, paylaşılacak yani nafakamız olan “su” bize verilirmiş gibi görünse de parmaklarımızın arasından akıtılıp gidecek.
Hem, şu Mümin dedenin mezar taşına ne yazılacak? Size danışmak, sormak istiyorum: “ALDATILMIŞ YAŞADI!” desek, beni yine ipte asmış görmek isterler mi, dersiniz?
Bu da nefes kesici! İyi Pazarlar.
Paylaşınız…