Raziye ÇAKIR
Hayatı masal şeklinde anlatmaya devam ediyoruz.
Elek elek içinde, kalbur saman içinde….
Bugünkü konumuz bir orman benzetmesiyle insanlın, halk topluluklarının, azınlıkların da kültürsüz olamayacağını en inandırıcı bir şekilde anlatma yollarını aramaktır.
AĞIÇLARIN İNTİKAMI
Bizim tepeyi süsleyen güzel bir orman vardı. Birbirine karışmış ağaç dallarında kuşlar ötüşür, yuva yapıp yavrulardı. Sincaplar daldan dala sıçrayarak birbirini kovalarken, serin gölgelerde tavşanlar yavrularıyla oynaşırdı.
Baharla yeşeren ormanda çiçek kokuları gönül okşardı. Çınar ve kestane ağaçları altında piknik payan köylülerin çocukları koşar oynardı.
Köy ile orman arasında akan nehir, tatlı çağıltılarıyla köy ile ormanı birbirine bağlardı.
Köylülerden Memiş dayı odunla geçindiğinden güzel ağaçları baltasıyla kesip devirir ve odun satardı. O ağaçları birer birer kestikçe orman içine ilerlerken kulağına derin iniltiler gelirdi. İç çeken ihtiyar ağaçlar:
“Acaba bu gün hangimiz öleceğiz?” gibi sesler çıkarıyorlardı.
Odunculuktan bıkan Memiş dayı zahmet çekmeden zengin olmayı hayal edip bunun yollarını arıyordu. Tarlaları ve sürüleriyle meşgul olan köylülerse onun bu maksadını önce dikkate almadı.
Bir gün Mamiş dayının köye çağırdığı bir adam geldi ve kahvede topladığı köylülere şöyle konuştu:
“Ben sizi mutlu ve bahtiyar etmeye geldim.”
Köylüler şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar, çünkü onlar hayatlarından zaten memnundu.
Yabancı sözüne devam ederken:
“Elinizin altında çok kıymetli bir hazine olduğu halde niçin böyle yoksulluk içinde yaşamaya devam ediyorsunuz.” dedi.
Köylüler mızırdanarak birbirlerine:
“Bu adam hangi hazineden söz ediyor? Yoksa bizimle hayal etmeye mi gelmiş!” dediler.
Saflıklarıyla alay edildiğini zanneden köylülerden biri:
“Bize hazinenin nerede olduğunu söyle de öğrenelim,” dedi.
Yabancı:
“Ormanda,” cevabını verdi ve Memiş dayı da telaşla:
“Evet, ormanda ya!” diye yabancıyı tasdik etti. Köyün en yaşlısı başını sallayarak:
“Bize her şeyi öğreten babalarımız bize bundan söz etmediler,” dedi
“Sizin babalarınız cahil idiler, siz de onlar gibi cahil kalmak mı istiyorsunuz?”
Genç bir köylü:
“Hayır, hiçbir zaman!” diye cevap verdi.
“O halde beni dinleyiniz.”
Memiş dayı sabırsızlanıyordu. Diğerleri de gittikçe ikna olmaz bir hale geliyordu, yabancının sözüne inanmıyor görünüyorlardı.
Sizin ahmakça inkâr ettiğiniz hazine bizzat ormanın kendisidir. Bunu anlamak o kadar zor mu?
Yabancının sesini kesen köylülerden biri:
“Ormanın bize ne faydası var? Bak anlatayım da dinle!” dedi ve devam etti:
Orada kadınlarımız, çocuklarımız gezinir, güzel gölgeli ağaçların altında piknik yapar, eğelenir ve hoş vakit geçirirler..”
Buna karşı yabancı:
“Zavallı insanlar!”! Eğer siz zengin olursanız daha güzel memleketlere gidebilirsiniz.”
Memiş dayı, “Çok doğru söylüyorsun!” diyerek yabancıyı destekledi. Aynı köylü:
“Belki! Fakat bunun için ne yapmalı!” diye sordu. Yabancı:
“Ormanı bana satınız!”
“Ormanı size satalım mı? Fakat siz onu ne yapacaksınız?
“Sandalye, masa, koltuk, konsol, gibi şeyler yapacağım ve işinize yaramayan bu kaba ağaçların yerine size şıngır şıngır öten sarı altınlar vereceğim,” dedi.
Köylüler bu teklif karşısında şaşırıp kaldılar ve bir türlü karar veremediler, nihayet işlerinden biri:
“Eğer beni dinlerseniz bu defa da gidip köyün ihtiyar öğretmenine soralım. Biliyorsunuz ki o, hemen hepimizi okuttu ve bize güzel öğütler verdi,” dedi.
Öğretmen köylüleri samimiyet ve dostlukla kabul etti. Onları dinledikten sonra dedi ki:
“Aziz dostların, ihtiyacınız olmayan birkaç altın karşılığında sakın ormanı satmayınız. Ağaçları koruyunuz. Çocuk iken siz de onların serin gölgelerinde oynadınız. Sakın ormana karşı nankör olmayınız.”
Memiş hariç, diğerlerin hepsi, öğretmene “Siz haklısınız!” dediler.
Memiş:
“Siz ne inatçı insanlarsınız, sanki ağaçlar kesilince, başınıza büyük bir bela mı gelecek!” diyerek, onları rahatsız etmeye devam etti.
Memişin sıkça söz ettiği altınlar da birkaç kişinin hayalini karıştırdı. Onlar da diğerlerini kandırdılar. Artık her evde altından söz ediliyor, başka bir şey konuşulmuyordu.
Birkaç gün sonra ormanı kesmeye başladılar. Tatlı kuş cıvıltılarının yerini ağaç çatırtısı aldı. Gölgeler kayboldu. Yıkılan ağaç gövdelerinin etrafında tavşan ve sincaplar, çaresiz kuşlar uçuşuyor, acıklı acıklı feryat ediyorlardı.
Ağaçkakanlar kaçtı, kargalar bu felaket sahnesinin üstünde acı acı bağırarak daireler çizerek uçuştular. Tavşan göcenleri inlerine saklandı, dışarı çıkmadı.
Merhametsizce kesine genç ve ihtiyar ağaçlar cansız yere devrildi. Bu görünüm karşısında ormanı sattıklarına pişman oldular.
Ormanın kesilmesi bitti. Dallar budaklar gövdelerden ayrıldı. Ağaç tomrukları ağaçlara insan cesetleri gibi yığıldı. Bu manzaraya dayanamayan köylüler oldu, başlarını çevirip ağıladılar.
Köylüler gözden kaybolan ağaçları, yaprakları, gölgeleri, sesleri hasretle aradılar. Eski asırlık güzel ormanın bulunduğu arazi çöle dönmüştü. Kaybolan ormanla vicdan azabı belirdi. Güz ve kışın gelmesiyle ağaçlar yok olunca emilemeyen sular ırmağa doldu, ırmak taştı, köyü ve etrafı seller aldı.
Taşan nehir, köylülerin tavuklarını ve koyunlarını alıp gitti. Evler su altında kalınca zor günler geçirdiler. Sular her tarafı harap etmeden çekilmedi. Kış ağır geçti. Her sene neşe saçan bahar güneşi de üzgün ve buruktu. Selin ardından gelen haşaratlar sebze ve meyve bahçelerine büründü. Etrafta zararlı sivrisinekleri yiyecek kuş bile kalmadı. Sivrisineklerin üremesiyle sıtma geldi.
Köylüler, kesilen ağaçların ve ormanın intikamını düşünmeye başladı. Bu hüzünlü düşünceler, selden, çamur ve sivrisineklerden sonra alabildiğine kızdıran güneşle daha da dayanılmaz oldu. Başlarını serinletecekleri gölge yoktu. Köylüler serin bir gölge bulamadıkları gibi, bohça açıp güzel bir yemek yiyecekleri bir yeşil çayır bile bulamıyorlardı. Hiçbir şeye güçleri yetmiyor, çaresiz, şaşkın, pişman ve izüntülü bir halde başlarını önlerine eğiyorlardı.
Yeniden bir orman yetiştirmek gerekiyordu ve elbirliği edip fidanlar dikmeye başladılar.
Lütfen, ormanı Bulgaristan Türklerinin kültürü, ana dili, nen ileri, şarkı ve türküleri, masal, hikâye ve şiirleriyle değiştirin ve öyküyü bir daha okuma zahmetine katlanın. Kültürümüz, dilimiz, gelenek ve törelerimiz yok edildiğinde ruhumuz bir çöl olmuyor mu? Torunlarımız bizden intikam almaz mı?