Sevilcan YUCE
”Hava kurşun gibi ağır” diyen büyük şairin 51. Ölüm yıldönümünde ben de ona ait birkaç hatıramı paylaşmak istiyorum. Ben dünyada henüz yokken Nazım Hikmet benim güzel şehrim Varna’ya iki defa gelmiş. O hayatıma çocukluğumda girdi. Evimizde sık sık Nazım’dan söz edildiğini anımsıyorum. Annem Bulgaristan’da ebelik öğrenimi gören ilk Türk kadını olduğundan kültürel olaylara kulağı delikti. Kültürle sanat ve Nazım ise eşdeğerdi. Nazım’ı Bulgaristan Türkleri kültüründen ayırıp koparmak düşünülmesi imkânsız olan bir şeydir. Nazım bizim Türklüğümüzün sönmeyen mumudur. Hatırlıyorum: Babam Şumnu’dan dönmüştü. Yıllardan 1970’lerdi. Elinde büyük bir paket getirdi. Paketi gören annem önce bir ev eşyası sanmış olacak, “aman dikkat et, yere koyma, kırılmasın” derken, babamın “getirdiğim, yere konacak bir şey değil ki, “ dediği bugünkü gibi aklımda. O, salonda masa başına geçip paketi açmaya başladığında biz pür dikkat kesilmiştik. Kâğıt sicim bağı çözüldüğünde içinden beyaz kapakta kanat açılmış havalanma hamlesinde bir güvercin vardı ve büyük harflerle NAZIM HİKMET CİLT 1 yazan 8 kitap yan yana dizildi. Bizim evde ilk defa bu kadar kalın ve çok kitap yan yana dizilmişti. Bunlar, Sofya “Narodna Prosveta” (Halk Eğitimi) tarafından Türkçe basılan şairin toplu eserleriydi. Bu külliyat Bulgaristan Türklerinin XX. Yüzyıl kültür tarihindeki en büyük Türkçe basım oldu. Önceleri evimizde bir yazardan 8 cilt aynı rafa konmamıştı. Yıllar içinde annem ile babamın baş başa kaldıklarında Nazım’dan şiirler okuyup sıcak sohbet etmeleri beni çok etkilemişti. Babama göre, Nazım Hikmet bir denizdi, “karanlığın gözüne bakarak yürüyen adamdı.” Okulda “Beyazıt Meydanında Ölü” şiirini ezberledim. 1990’da Hak ve Özgürlükler Partisi kuruluş mitinglerinde “Ben yanmazsam, sen yanmazsam, o yanmazsa, Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” dizeleriyle ben de ant içtim. Razgrad Tiyatrosu’nda “Leyla ile Mecnun” sahnelenmişti. Varna Açık Hava Tiyatrosunda oynandı. Bizimkiler beni de götürmüşlerdi. Vatanım Bulgaristan’da gördüğüm ilk ve son Türkçe Tiyatro Oyunu “Leyla ile Mecnun” oldu. Genç kız halimle çok etkilenmiş ve haftalarca “Leyla”yı düşünmüştüm. Sıkça aklıma gelen bir fikir var. Varna’da mutlaka bir NAZIM HİKMET CADDESİ olmalıdır. Çünkü Varna Varna olalı Nazım kadar büyük ve yürekli bir şairi konuk etmedi. Varna Varna olalı Nazım gibi bir deha tarafından ziyaret edilmedi. Bir de, o “Memleketimi” bizim rıhtımda, Kara Denizi alabildiğine yudumlarken hayal etti ve yarattı. “O çınarlı ve kubbeli şehre” yola çıkan geminin kaptanıyla Varna’da konuştu. Tuzlu suların deli dalgalarından demir alan gemileri nemli gözlerle okşarken “Memedim’i” yarattı. Ardından “Dikili Taşlar” da bu Vatan toprağımızı iki büklüm işleyen insanların ebediyen dimdik kalacak tarihini görebildi. Nazım Hikmet’in Bulgaristan’ı ilk ziyaretinde, 1952’de, halkımızın kapıldığı göç psikozunu yenip, silkeleyerek aşmasında olağanüstü bir rol oynadığını söyleyebilirim. Bir kişinin göç yoluna dökülen 1 milyonu durdurabilmesi, bozgun ruhunu yenip herkese umut, bizim ana babalarımıza, herkese güven aşılaması ancak bir DEV işi olabilir. Bu bakıma Nazım Hikmet Devlerin Devidir. Okullarının, okuma yurtlarının adını “Nazım Hikmet” koyan bizim insanlarımız Nazım’da “insan kardeşliği” nin geleceğini görebildi. O ağır günlerde, Deliormanlı, Dobrucalı sıradan insanlarımızla bir aksakal, bir baba, başka bir dünyadan gelmiş yürekli bir önder şefkatiyle görüşüp konuşan o oldu. Büyük Şair sanki karşısında Şeyh Bedrettin’in torunları gördü. Dilindeki hoşgörü insan kardeşliğinden geride kaldı. İnsanın emel ettiği en güzel dünyaların bu topraklarda, suyu doyumsuz içilen şu ırmakların boyunda, Torlakta, Kemallerde, denizin kıyıyı öperek hayat verdiği yerde yaşadığını gördükçe içi içine sağmazcasına coştu. Yalnız insanlarımız için değil, belki büyük ozan için de, en yürekli buluşmalar yaşandı. İşini gücünü bırakmış Nazımla görüşmeye koşan köylülerimiz, kapılarını ardına kadar açtı. Bu insan sevgisi karşısında Nazım bile yutkundu kaldı. Şeyh Bedrettin Destanı’nı Bursa Hapishanesi’nde kaleme alırken, hayal ettiği insanların yüceliği karşısına dikilmişti. Bir de buralı dostu vardı zindanda. Deliormanlı Mehmet aga. Balkan Savaşına, Çanakkale Harbine, Emperyalizmin Türklüğün suyunu çıkarıp diri diri mezara gömmeye hazırlandığı Sakarya ölüm kalım çarpışmalarına katılmış, muzaffer olduktan sonra eve döndüğünde, ne yazık ki, kızının namusuna el uzatıldığı öğrenince, haddini bilmeyenleri birer birer yere serdiğinden dolayı içeri düşen Mehmet aga, hücre komşusu oldu ve onunla birlikte Bursa zindanında ömür törpüledi. Konuşmayı sevmezdi Mehmet aga. Hangi konu açılsa ellerini açar ve sanki hep en küçük ve en büyük şeylerin, kötülüklerin ve iyiliklerin insan ellerinin eseri olduğunu söylemek istiyordu. Eli bohçalı eşi, beyaz bürgü ve siyah örtülü cuma günleri hep gelirdi. Duvar dibine çöküp aynı havayı soluyarak iki söz etmeden anlaşan onlardı. Göz göze gelmeden birbirine doyan insanlardı. Deliorman ve Dobruca insanlarıyla kucaklaşırken Nazimin gözleri Mehmet agayı aradı hep. Orada Türklüğün ruhunu yaratan büyük insanlar gördü. Onları hangi eserinde anlatmadı ki? O sıradan olanlar hem Selçuklu, hem Osmanlı, hem Şeyh Bedrettin ve hem de Nazım Hikmetin kendisiydi. Büyük şair “…Tepeden tırnağa iman, Tepeden tırnağa kavga, hasret ve Ümitten ibaret…” Sözlerini onları anlatırken söyledi. İnanıyorum, o bizi her hecede anlattı. Ve biz bugün, bu yüzdendir ki, ölümün değil, ölümsüzlüğün yıldönümünü anıyoruz. Nazım “güneşin zaptı için örgütlenmeye çağırdı” insanları. Biz de ırkçılığa, milliyetçiliğe, ihanete karşı örgütlüyoruz aynı kavgayı. Hak ve Özgürlükler davası devam ediyor. Deniz sahili öpmeye devam ettikçe, karanlıklar aydınlığı aradıkça devam edecek kavgamız. Bizim Vatan, Hürriyet, Kardeşlik kavgamız… Biz Mayıs ve Haziran 1989 Ayaklanmamızı anımsadıkça hep Nazımla yaşadık. Beyazların daha beyaz olacağına, hürriyetli yarınların dünden daha yakın olduğuna inandığımız için Nazımcıyız. Yeni doğanlar ölmediler, umutlar Nazımla yaşıyor. Büyük adamın ölümsüzlüğü umutlarımızın ebediliğinde yaşamaya devam edecektir. Çünkü o, “İnsanlar için öldü Hem de yüzünü bile görmediği insanlar için, Hem de hiç kimse O’nu buna zorlamamışken, Hem de en güzel, en gerçekçi şeyin! Yaşamak olduğunu bildiği halde…”