Raziye ÇAKIR
1902’de doğdum
Doğduğum şehre dönmedim
bir daha Geriye dönmeyi sevmem…
”Doğum günü 15 Ocak 1902 olarak kabul edilen, doğum yeri Selanik ve asıl adı Mehmet Nazım olan büyük şair Nazım Hikmet’i 60 yaşında kaybetmeseydik, bugün 115 yaşında olacaktı. Onun çocukluğunda etkili olan 3 kişi vardır.
Osmanlıda valilikler yapmış, şair kişilikli, Mithat Paşa’nın arkadaşı, Mevlevi dede Nazım Paşa; Galatasaray Lisesi mezunu ve dış işleri bakanlığında memur olan baba Hikmet Bey ve Fransızca bilen, resim yapan, piyano çalan paşa kızı anne Celile Hanım.
Türkiye’de öyle sanıyorum ki hakkında en çok kitap yazılan ilk kişi yine Selanik doğumlu, Türk halkının ulusal kurtuluş savaşı komutanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ise, ikinci kişi de Nazım Hikmet’tir. Zaten yurt dışında Türkiye deyince akla gelen ilk iki kişi Mustafa Kemal’le Nazım Hikmet’tir.
Nazım Hikmet hakkında 150’den fazla kitap yazılıp yayınlanmış, Anadolu ve Türkiye üzerinden geçen Nazım rüzgârı ve Nazım fırtınası anlatılmış, Sorbon, Kembrich ve Oxwortlar’da Nazım’ın yaratıcılı, şiir, düz yazısı, romancılığı, çevirisi, kalem kavgası Nazım’ın Aydınlığı ve felsefesi üzerine doktora tezleri savunulmuştur. Nazım Hikmet dünyanın ana dillerine çevrilmiş bir şair ve yazardır. Şiirleri kendi sesinden kase4t ve CD’le kaydedilmiş, piyesleri dünya sahnelerinde okunmuş, dünya Türkiye’yi, Türkleri ve Türklüğü büyük ölçüde Nazımın yaratıcılığı sayesinde öğrenmiştir.
XX. yüzyılda Türk dilinin öz ve biçim olarak değim geçirip reform edilmesinde olağanüstü büyük hizmetleri olmuştur. Nazım anadilimizin özünü Türk kökenlerine bağlayan ve her bakımdan billur gibi akan özü yarat ve ona biçim veren yazıma da katkısı olan büyük ve öncü bir ozandır. Halkına inanan, halkıyla yaşayan, halkından ilham alan ve halkın öz davalarına öncülük eden aydınlar aydını Nazım’ı Türk yazar ve şairler ordusu, aydın alayları takip etmiş ve yeni bir kültür yaratılmasına katkı ve esin vermişlerdir. Bulgaristan Türkleri Nazım Hikmet’i kendilerinden biri bildi ve çok sevdiler.
12 yıl içerde kaldıktan sonra 1952’de Bulgaristan’a gelen büyük ozan olağanüstü sıcak karşılandı. O insanlarımızın arasına inen ve onları yüreklendiren ilk Büyük Adamdır. Onları kucakladı. Nasırlı elleri öpmekten çekinmedi. Halkımız onu bağrına bastı. Bulgaristan Türkü Nazım’la tanışmazdan önce yerel ağızların özellikleri ağırlıklı bir anadil kullanıyordu. Nazım yerli ağızlarımızın özelliklerinden de derlenmiş edebiyat dilimizi anadil olarak biçimlendirip eserleriyle yayan, canı gibi sevdiği dilde yaratan, dizelerini halk değimleriyle renklendirip güçlendirmeden çekinmeyen, yazdıklarını kendi okuyan büyük ozan ve aydındı. Nazım’ı tanıyana kadar insanlarımız anadilimizin bu denli güzel ve doyurucu olduğunu sanki hissetmemiş, Nazım’ı dinlerken doyduğu gibi Türkçeye doymamıştı.
XX. ve XXI. Yüzyılda Bulgaristan Nazım’dan büyük bir şair, Nazım kadar kocaman yürekli bir yazar, Nazım gibi dobra dobra konuşan bir hatip görmemiştir. Bulgaristan Türkleri anadili, 600 yıl beraberliğimize karşın Bulgar dilinden bile “momçe”den (çocuk) başka tek söz almadan gıcır gıcır, karışımsız güneşli su gibi ışıklığa doğru akışını koruması, önüne geçilemez güzelliği üstüne ilk dörtlükleri, öyküleri ve masalları Nazım’ın kendi ağzından, kendi sesinden işitme fırsatı bulmuştu.
Nazım’ın halk dilimizin yaşadığı ortama karışması çok etkileyici olmuş ve asla silinmez izler bırakmıştır. Nazım Bulgaristanlı Türk ahalisinin kültürel uyanışını ateşleyen sönmeyen kıvılcımdır. Miting kürsüsü aramadan köy ortasında, kuyu başında, çayırda, bağda halkın arasına giren ve Hasan ve Hüseyin agalarla, Ayşe, Fatme ninelerle yüz yüze konuşan Nazım şöyle dedi:
“Türküler söyledikçe Türk diliyle Seni seviyorum gülüm, dinledikçe Türk diliyle Türk diliyle gülünüp Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça, Ben anılacağım Anılacak Türk diliyle size seslenişim…
”Bizi bugün anadilimiz konusunda anlamak istemeyenler açık gizli çoğalsa da, insan bir toplumsallaşma serüveninde anadilini var etmiş ve dil, insanla var olmuş doğada; insanın toplumsallaşması dille gerçekleşmiş, insanın var oluşunun zorunluluğu, ana koşulu olmuştur. Daha önce de yazmıştım anadilimizi yitirirsek, unutursak, kör kötük gibi, sağanlı bınar gibi ilgi ve gözden uzak bırakıp dilimizden düşürürsek bir etnik azınlık, bir halk topluluğu, Büyük Türk milletini, Dev İslam medeniyetlerinin bir parçalı olarak geleceğimizi kaybederiz. Köreliriz, çökeriz yok oluruz.
Nazım bize Türkçemizi öğrenin, sövecekseniz Türkçe sövün, sevecekseniz Türkçe sevin demişti. Bir de her düşüncenin temelidir olan anadil hem annesi hem de babasıdır her birimizin, halkımızın bereketi, besleyeni ve büyütenidir. Konuya da 1934’te yalın değinirken;…”Dilimizin sözleri değerli taşlara benzer…Ben bir kuyumcu yamağıyım.
Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş eserler çıkarmak istiyorum ki, gözlerimiz en güzel Türküyü dinler gibi olsunlar…” diyen Nazım Hikmetin dile yaklaşımı, yaşama yaklaşımından farksızdır. O başrolde her zaman anneleri, anneanneleri, babaanneleri, anaokulunu ve okulu görmüştür. Anadilini iyi bilmeyen, akarsu gibi kullanamayan, anadilinde şiir söylemeyen, şarkı ve türkü yandırmayan gençleri, anı dağarcığı Türkçe dolu olmayan insanımızı her zaman uyarmıştır. Nazım Hükmet memleketimizi çok sevmişti.
Eşi Münevver Sofya Doğumludur. Bu havayı “Münevvere Sofya’dan Mektuplar”da soluyoruz. Memleketim deyince akla gelen Varna’dır, limandır, İstanbul’a kalkan gemiler, memleket özlemi, “yedi tepeli şehrin” Cem Karaca’nın sesinde benzeri olamaz yankılanışıdır. Eğer Nazımın anadilimizin en arı, en etkileyici, en dokunaklı ve tüylerimizi diken diken eden satırlarının Bulgaristan’da halkımız arasında dokuduğu dörtlüklerde dile geldiğini söylesek abartılmış olmaz.
Bir Türk için Nazım’la yetişmek ve Nazım kadar büyük olabilmek ilk ve son hedef olmalıdır. O zaman tüm engelleri aşarız. Nazım’ı Kuranı Kerim gibi ezberimizde yaşatırsak hiçbir güç bileğimizi bükemez. 1952’de Türkiye’ye akıyorduk sel gibi. Bizi durduran Nazım oldu.1989’da yine vurdu ayağımızı pabuç ve bizi durduran yine büyük ozanın şu haykırışı oldu.
“Ben yanmazsam, Sen yanmazsan, Biz yanmazsak, nasıl çıkar kararlıklar aydınlığa! ”Bizim lehçemizde bu dizelerin anlamı: Durun nereye gidiyorsunuz? Bu vatan sizindi! Ve herkes durdu. Nazım’ı işitenler geri döndü. Dağ başındaki çatının altında gıvıl yağıl yaşamanın çilesi büyüktür ama ondan da büyük olan, o Dağda çarpan Türk yüreğidir. Bu dağlar bizim dağlardır, diyenlerse evlatlarımız olmalıdır fırsatı bulmuştu. Nazım’ın halk dilimizin yaşadığı ortama karışması çok etkileyici olmuş ve asla silinmez izler bırakmıştır. Nazım Bulgaristanlı Türk ahalisinin kültürel uyanışını ateşleyen sönmeyen kıvılcımdır. Miting kürsüsü aramadan köy ortasında, kuyu başında, çayırda, bağda halkın arasına giren ve Hasan ve Hüseyin agalarla, Ayşe, Fatme ninelerle yüz yüze konuşan Nazım şöyle dedi:
“Türküler söyledikçe Türk diliyle Seni seviyorum gülüm, dinledikçe Türk diliyle Türk diliyle gülünüp Türk diliyle ağıtlar yakıldıkça, Ben anılacağım Anılacak Türk diliyle size seslenişim…”Bizi bugün anadilimiz konusunda anlamak istemeyenler açık gizli çoğalsa da, insan bir toplumsallaşma serüveninde anadilini var etmiş ve dil, insanla var olmuş doğada; insanın toplumsallaşması dille gerçekleşmiş, insanın var oluşunun zorunluluğu, ana koşulu olmuştur. Daha önce de yazmıştım anadilimizi yitirirsek, unutursak, kör köütük gibi, sağanlı pınar gibi ilgi ve gözden uzak bırakıp dilimizden düşürürsek bir etnik azınlık, bir halk topluluğu, Büyük Türk milletini, Dev İslam medeniyetlerinin bir parçalı olarak geleceğimizi kaybederiz. Köreliriz, çökeriz yok oluruz. Nazım bize Türkçemizi öğrenin, sövecekseniz Türkçe sövün, sevecekseniz Türkçe sevin demişti. Bir de her düşüncenin temelidir olan anadil hem annesi hem de babasıdır her birimizin, halkımızın bereketi, besleyeni ve büyütenidir. Konuya da 1934’te yalın değinirken;…”Dilimizin sözleri değerli taşlara benzer…Ben bir kuyumcu yamağıyım.
Bu aydınlık taşları birbirine çarparak işitilmemiş eserler çıkarmak istiyorum ki, gözlerimiz en güzel Türküyü dinler gibi olsunlar…” diyen Nazım Hikmetin dile yaklaşımı, yaşama yaklaşımından farksızdır. O başrolde her zaman anneleri, anneanneleri, babaanneleri, anaokulunu ve okulu görmüştür. Anadilini iyi bilmeyen, akarsu gibi kullanamayan, anadilinde şiir söylemeyen, şarkı ve türkü yandırmayan gençleri, anı dağarcığı Türkçe dolu olmayan insanımızı her zaman uyarmıştır. Nazım Hükmet memleketimizi çok sevmişti. Eşi Münevver Sofya Doğumludur. Bu havayı “Münevvere Sofya’dan Mektuplar”da soluyoruz.
Memleketim deyince akla gelen Varna’dır, limandır, İstanbul’a kalkan gemiler, memleket özlemi, “yedi tepeli şehrin” Cem Karaca’nın sesinde benzeri olamaz yankılanışıdır. Eğer Nazımın anadilimizin en arı, en etkileyici, en dokunaklı ve tüylerimizi diken diken eden satırlarının Bulgaristan’da halkımız arasında dokuduğu dörtlüklerde dile geldiğini söylesek abartılmış olmaz.
Bir Türk için Nazım’la yetişmek ve Nazım kadar büyük olabilmek ilk ve son hedef olmalıdır. O zaman tüm engelleri aşarız. Nazım’ı Kuranı Kerim gibi ezberimizde yaşatırsak hiçbir güç bileğimizi bükemez. 1952’de Türkiye’ye akıyorduk sel gibi. Bizi durduran Nazım oldu.1989’da yine vurdu ayağımızı pabuç ve bizi durduran yine büyük ozanın şu haykırışı oldu. “Ben yanmazsam, Sen yanmazsan, Biz yanmazsak, nasıl çıkar kararlıklar aydınlığa!” Bizim lehçemizde bu dizelerin anlamı:
Durun nereye gidiyorsunuz? Bu vatan sizindi! Ve herkes durdu. Nazım’ı işitenler geri döndü. Dağ başındaki çatının altında gıvıl yağıl yaşamanın çilesi büyüktür ama ondan da büyük olan, o Dağda çarpan Türk yüreğidir. Bu dağlar bizim dağlardır, diyenlerse evlatlarımız olmalıdır.
Bu Nazım esinli bir çığlıktır. Nazım her zaman ve her yerde bizimle olmasından kaynaklanan bir davettir. Biz Hak ve Özgürlük Hareketimizi, Demokratik Lig örgütümüzü ve diğer 40 dava derneğimizin hepsini sürgün kuytuluklarında Nazım’dan ilham alarak kurduk. Nazım grevlerimizde, Nazım çatışmalarımızda, Nazım kavgalarımızda her başkaldırışımızın her aşamasında yanımızdaydı.
Bugün okullarımızda zorunlu anadil dersleri olması için direniyorsak bu davada da Bulgaristan Türklerine bayrak olan Nazım’dır. Hele bugün Türklük bahçemizin etrafını hainlerin sarmış olduğu şu dönemde Nazım bize her zamankinden daha fazla gereklidir. Biz kavga etmeyi, şarkı ve türküleri, şiiri Nazım’ı okudukça sevdik, dayanmayı ve sabrı ondan öğrendik. Hapishane ranzasında Anadolu ve Rumeli köylüsü nasıl Nazımı hiçbir an yalnız bırakmadıysa, bizim mücadele yıllarında Nazım hep bizimleydi, bizden biriydi, ön saflardaydı…İlk önce 1968’de Nazım Hikmetin tüm eserleri 8 cilt halinde Sofya’da çıktı. Ardından 1972’de yine tüm kül yatı olarak ikinci baskı geldi. Nazım kuşağı yetişti. Bütün yaratıcılığımız Nazım koktu.
Nazım Hikmet aydınlarımızın başında yanan meşaleydi. Aydın kişi tüm halkların kültürünü, ama öncelikle kendi halkının ter kokusunu, öz kültürünü bilmek zorundadır gerçeğini ondan öğrendik. Anlatabiliyor muyum acaba, her aydın kendi halk topluluğunun özgün kültürünü iyi bilmek zo-run-da-dır. Bu iş dil için ceza ödemeyi yenmenin en keskin silahıdır. Ötesi ise gevezeliktir. Bulgaristan Türk edebiyatı büyük ölçüde olmak üzere Nazım Hikmet rüzgârının etkisiyle yeşerdi ve biçimlendi.
Bir ara Türkçe’mizi küçümseyip başka dilde yazmaya heveslenenler oldu. Nazımı örnek gösteren yazar ve şairlerimizden Ömer Osman şöyle yazmıştır: “Türk kültürüne sırt çevirmiş olmak suçsa, ko ben, Ömer Osman dünyanın en suçlu kişisi olayım. ZAMAN denen yargıç, suçluyu suçsuzu en iyi ayırmasını bilir. Kaldı ki dünyada tek bir şair ve yazar – büyük sözünü vurguluyorum – yabancı dilde tek bir ebedi eser yazmamıştır. Damarlarında kan yerine, zaman zaman komünist ideolojisi akan Nazım Hikmet bile… ”Nazım rüzgârından esinlenen şairlerimiz dünyayı yeni biçim anlatmaya başlamıştır: “Dövüle dövüle Dövülmeyi öğrendim. Sövüle sövüle Sövülmeyi!..
Hepsi bu kadardı. Ona, Doğrusu ben bu şiire devam olarak, Sevile sevile de Sevmeyi!…
”Bulgaristan şairlerinden Sabahattin Bayram, Osman Aziz, Mustafa Mutkov, Sabri Alagöz, Ahmet Şerif, Naci Ferhat ve daha niceleri dünyayı Nazım gibi anlatmayı Nazım’dan esinlenerek ve anadilimizle halka indirerek geliştirdiler. Biz Nazım Hikmet sayesinde edebiyatı ve sanatı olan bir halk topluluğu durumuna yükselebildik. Medeniyetimizin oluşturucu öğelerinden olan Türk halk topluluğu kültürümüzün özgün ve genel çizgilerinin uyanışı, kendi edebiyatımızın yaratılışı da hep bu rüzgârın yarattığı ortamda oldu. Osmanlının marabalığından sıyrılıp özgür halk topluluğu olarak biçimlenip özgürlükler koklandık, sevdik sevildik, kanatlarımız kaç defa kırıldı siz bilemezsiniz ama yine de havalanma yollarını bulduk ve göklerdeyiz.
Bizi yanlış anlayanlar oldu. Sevmek bir an meselesi değildir. Türkçeyi sevmek de bir şiiri dinlerken kabaran duygularla bitmez. O yüreğin devamlı kabarmasıdır. Bu ise, gelenin geçtiği yolu, en kötüsü o günün ezikliğini ve yarının umutlarını birlikte yaşamaktır.
Nazım beyaz kâğıt üzerinde bir yazı, unutulacak bir dörtlük, rafa kaldırılacak bir kitap olamaz, o devamlı esen bir mehlem de değil, nazım Türklüğü ayaklandıran ve doludizgin yaşatan bir fırtınadır. Kocaman yürekli ozan, şair, yazar, yaratıcılar ordusu yetiştirebilmek için dimdik duran örnek simalar gerek. Bugünkü s.o. liderlerimiz “saraylara” gizlendi.
Adımıza konuşanlarınsa Türkçe-vitesi yok. Koyunların bir tek melemeyle yaşayabildikleri ve kuzulara meleşme yeterli olduğugibi bizim kaderimizi de bir tek söze “oy” sözüne bağlayanların güneşi batıyor. Ağıran yeni ufukta doğacak güneş Türkçemiz olacaktır. “Tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret” olan Nazım Hikmet anadilimizi, Türkçemizi, edebiyatımızı göklere yükselten, en değerli zenginliklere ulaştıran dev bir yaratıcıydı. Bu bakıma “Bu Dünyadan Nazım Geçti!” diyenlere ekliyoruz:
Genç Nazımlar Bekliyoruz! Dilimiz yeniden su alacak örs ile çekiş arasından yeni şiirlerin kıvılcımlarıyla çıkacak, güç topluyor. Din insanın hafızasında ve günlünde yaşar, dilinden ve elinden dökülür.
Nazımı örnek aldık. Cezalı yıllara dayandık. Bağlandık sabırlı davrandık. Yeniden çözülüyoruz, çözüleceğiz. Türkçemiz bizim adalet kavgamızın en güçlü silahıdır. Bizim adaletimizin dili Türkçemizdir. Hak arama dilimiz Türkçemizdir. Kara katranlı tütünleri de Türkçe söylediğimiz şarkı ve türkülerle işleriz. Türkçemiz ekmeğimizin mayasıdır. Nazım Hikmet’in eserleri bizim hem ders kitabımız, hem de okumayı en çok sevdiklerimizdi. Nazım’ın yaratıcılığı yalnız bir Türkçe şarkısı değil, gökleri delen bir güzellik senfonisidir.
İlk ve ortaokulda Nazım’dan şiir okumayan tören hatırlamıyorum. Aldığım en büyük takdir Nazımın şiirlerinden seçmelerdi. Sevgilimden gelen kart postallarda Nazım’dan bir dörtlü yoksa, bu adam yüreksizdi. Biz Bulgaristan Türkleri Nazım Hikmet’ten şunu da öğrendik:Bir devletin zoruyla ozan yaratılamaz. Bir devletin zoruyla ozan öldürülemez. Zulüm devleti de olsa ozanları toprağından söküp yurt dışı etmek en büyük insanlık suçudur. Koskoca Osmanlı devrinde Mevlana, Karaca oğlan, Yonus Emre, Pir Sultan Abdal vs. gibi bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar az dehalar yetişmiş ama bin yıla ışık vermiştir. Nazım Türk aydınlığının devamı ve Cumhuriyet Türk iyesinin yeni meşalesidir.
Ozanlar, devlete karşı doğarlar ve öldürülseler bile devletlere karşın yaşarlar. Nazım böyle doğdu, böyle öldü, böyle yaşıyor. Bizim yazarlarımız şairlerimiz Vatanımızdan kovulduğunda memleket karanlık içindekaldı ve çökmeye devam ediyor.1984’ten sonra eli kalem tutan, eli saz teline vuran yaratıcı ve sanatçılarımızın hepsi sürgün edildi, onları koğuşlardan diri tutan ve umutla yaşatan belleklerindeki Nazım dörtlükleriydi. Bu Vatana nasıl kıydılar? Şiirinin ilk dörtlüğünü mahkûmlar biliyordu: “İnsan olan vatanını satar mı, İnsan olan Vatanını bırakıp kaçar mı?
Suyun içip ekmeğini yediniz. Dünyada vatandan aziz şey var mı? İşte böyle bir acı ortamda, Bulgaristanlı Türklük kendi içinde burada kalma ya da def olup gitme kavgası verdi. Büyük şairler büyük ve zengin yaşamın, umut yüklü dillerin eserleridir.
Nazım Hikmet XXI. yüzyılın da en büyük şairi olmaya devam ediyor. Biz de onun gölgesinde varız. O Bulgaristan Türklerinin anadil ve edebiyat dilinin büyük demircisiydi.
Onunla her doğum gününde gururlanmak hepimizin hakkıdır. Türkçemizi daha iyi öğrenip öğrettikçe Nazım’ın “ana-dilsiz insan olmaz!” vasiyetini daha iyi yerine getirmek zorundayız. O büyüklerin arasında en büyük olmasına rağmen, bizlerden biri olarak aramızda yaşamaya devam ediyor ve edecek. Türkçemizi sevmeyen Nazımı sevemez…
Saygılarımla,