Düzce Belediyesi tarafından 11-12 Aralık tarihlerinde yapılan “Uluslar arası Tarih ve Kültür Sempozyum” programından Rafet ULUTÜRK’ün konuşma metni. 

Rafet0010

Değerli Başkanım, Sayın milletvekillerim, saygıdeğer konuklar, değerli gazeteci meslektaşlarım; bizler Türklüğün meyvesi olan Orta Asya’dan yola çıkarak Anadolu’dan önce Türkleşen Bulgaristan’a ulaşan bu toprakları da Türk-İslam Alemine katan EVLAD-I FATİHANLARIZ. Birçok türkülere, hikayelere ve romanlara konu olan Rodop insanının ayrılmaz parçası nazlı yâri Arda boyundan, Tuna’dan, Deliorman ve Dobruca Türklerinden kucak dolusu selamlar getirdim.

12314024_1159953910701385_1232823341297657038_n

Öncelikle Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ’NÜ anlatmak üzere yapmış oldukları davetten dolayı ev sahibi Düzce Belediye Başkanımıza, Yardımcılarından Sn. Ali GÜNEY Abimize ve emeği geçen tüm ekibine şükranlarımızı sunarız.

Öncelikle, Bulgaristan göçmeni olarak soydaşlarımın karşılaştıkları sıkıntı ve sorunlar beni de yakından ilgilendirdiğinden bu sorunların çözümüne katkı sağlamak adına Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği “BULTÜRK” çatısı altında hem Genel Başkan olarak hem de BULTÜRK gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olarak faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz.

Değerli katılımcılar;

Uzun yıllar boyunca bu faaliyetlerden elde ettiğim birikimler çerçevesinde Bulgaristan’ın DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI konusunu sürem el verdiği ölçüde özetlemeye çalışacağım.

Bulgaristan benim memleketimdir.

Toprağını sürdüğüm, ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim memleketine aşık biri olarak doğduğum evin kapısı açık, lambası yanık olarak bırakarak buraya göç ettik. Atalarımın mezarları ve mirasları, çocukluk hatıralarım, “vatan” sevgim orada kaldı.

Konum itibariyle dünyadaki sayılı girift coğrafyaların birinde bulunduğumuzdan çokça ezildik, sürgünlere maruz kaldık.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemde monarşi zulmünü yaşadık. Ama bununla da kalmadık. Gerek Çar Ferdinand, gerek Çar III. Boris veya komünist diktatör Jivkov dönemlerinde Türklerin maruz kaldığı zulümler, tahammül sınırlarını epey zorlamış ve dönem dönem büyük göçlerin yaşanmasına neden olmuştur.

Osmanlı yüzyıllarca yatırım yaparak Bulgaristan’da ticari, zirai ve kültürel olarak kalkınmasında gösterdiği atılımlardan sonra, Rus istilası sonrası 1878’de çekilirken ardında binlerce cami, saray, konak, mescit, medrese, köprü, çeşme, geçit, köy ve kasaba miras bıraktı.

Bulgar tarihinde en önemli yıl 1878’dir.

O, bir sayfanın kapandığı ve yeni bir sayfanın açıldığı yıldır. Dönüp geriye bakmak, bazen insanları ikiye, üçe beşe böler, birbirine düşman eder, toplumu karıştırır ya da kaynaştırır, birleştirir veya birbirine düşman eder.

Bulgaristan ve Türkiye aynı aileden bir birinden koparılmış kardeş iki komşu devlet. İnsan kardeşini ve komşusunu kendisi seçemez. Ne var ki, dünyadaki acıklı kavga, kardeş kavgasıdır.

Basit bir husumetten savaşa kadar uzanan çizgide tarihimiz boyunca pek çok devlet kardeş kavgası sonucu yıkılmıştır.

1877–78, Ruslarla Osmanlının son kez birbirine kıyasıya girdiği zamandır.

Ardından iki imparatorluk da çökmüş ve dağılmıştır. Osmanlıdan doğan devletlerin toplamı 44’tür. Bulgaristan, bu “kardeş-devletçikler ailesine” Yunanistan ve Sırbistan’dan sonra girmiştir. Balkanların göbeğinde, Osmanlı devletinin ve O ZAMANLAR Rumeli Beylerbeyliği topraklarında bulunurdu.

Bulgaristan’ın doğum tarihi 3 Mart 1878’dir.

Okul yıllarında, bizi, Bulgar öğrencilerle birbirimize düşüren hep “93 harbi” olmuştu. Bu savaşın “bir saldırı harbi mi?” yoksa bir “ kurtuluş savaşı mı?” olduğunu tartışırdık. Tarihin genel geçerli gelişim yasaları, kategorileri, kıstasları, değer yargıları, süreçleri, devrim, isyan ve evrim gibi temel değimleri vardır.

Biz o zaman bunların ne anlama geldiğini pek bilmesek de arasız didişi-yorduk. Osmanlı ile Rusya imparatorluğunun iki feodal saltanatlık düzeni olduğunu öğrenmiştim. Türkiye tarih literatüründe pek kullanılmayan Fransız kökenli “ Formasyon” deyimini o zaman öğrenmiştim.

Çağları birbirinden ayıran, belli bir şekillenme, oluşma ve olgunlaşma süreçleri olarak benimsedim. Anlamı, yeni olan her zaman eskinin bağrında oluşur ve hayat hakkı ister, şeklinde girdi kafama. Bulgaristan yeni olansa, neden “Plevne Savaşında”, neden “Şipka Tepesinde” doğdu?

Yeni olanın ebesi SAVAŞ mıdır?

Gibi sorunlar beni çok ilgilendirmiştir. Bir de, aklımdan çıkmayan, dedemi öldüren, soyumu vatan toprağından söküp atan Rus Çarına “kurtarıcı diyemezdim” O benim atalarımın katiliydi….

İşte bu tabloda, ölümüne birkaç yıl kalan Rus Çarı 2. Aleksandır, 1877’de Tuna’dan, Kara Deniz ve Kafkaslar üzerinden Osmanlı’ya saldırıya geçerken her iki imparatorluğun da tarih takvimindeki zamanı dolmuştu. Her ikisinin de, yılları sayılı, eski büyük devletler olduğunu öğrendiğimde, parçalanma anlamına gelen yok oluşun, yeni ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler doğurması zorunluluğunu ise, henüz anlayamıyordum.

Bir de Osmanlı’da farklı dinlerin ve milletlerin kokuşmuş bir “ümmet topu” içinde barındığı gerçeği vardı. Bulgaristan için, eski olanın sonu ve yeni olana hayat hakkı tanıma anlamına gelen “93 harbi” tam bir asır önce 1774’te, Silistre yakınlarındaki  “Küçük Kaynarca’da” imzalanan bir anlaşmada mayalanmıştı.

Ruslara Osmanlı topraklarındaki Hristiyanları denetleme ve koruma hakkı tanıyan bu antlaşma, Osmanlının ümmet topunu delmişti. Başka bir değişle, o zamana kadar yekpare olan OSMANLI MERMERİNİ çatlatmıştı.

Halk dilimizdeki “dananın kuyruğunun koptuğu yer” işte bu anlaşmada Rus Çarına tanınan haklardı. Kritik nokta, diplomatların gözden kaçırmadığı noktadır.

Osmanlı hanedanı bu hassasiyete duyarlı olup, bir büyük savaş patlamasına yol vermemek için, 1872’de özel bir fermanla Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi’ni Rum kilisesinden ayırmış ve Ohri Gölünden Kara Denize kadar Bulgar kilise ve manastırlarından Rum Papazları kovmuştu. Fakat Osmanlıya saldırmak için fırsat kollayan Rus Çarı’nın stratejik hedefi, sıcak denizlere inmekti, savaşa vesile yaratmak için dini azınlık hakları telini çalıyordu.

Yalnız bu mu? Hayır, şu da vardı.

“Küçük Kaynarca” dan tam 50 yıl evvel, “Aton” Manastırı ruhani liderinden olan Payisiy Hilendarski, “Islav Bulgar Tarihi” eseriyle  Bulgar maneviyatına etnik diriliş suyu vermişti.

O, Bizans ve Osmanlıda uzun süre kalan ve öz tarihini unutmak üzere olan Bulgar hafıza küpünün dibine inmeyi başarmış ve “Bulgarların soyu sopu, dil, din, alfabesi, hatta Bizans İmparatoru 1. Nıkifor’u yenen ve kellesini şarap tası yapan Krum gibi ünlü Çarları olduğunu gün ışığına çıkarmış ve kulaktan kulağa yaymıştır. Böylece Bulgarlar bizim tarihimiz var bilincine uyanmıştır.

Çocukluğumdan kalan işte bu öykülerde, Rus Çarı’nın Osmanlıya saldırısı Bulgarları kurtarmak için özel olarak yapılmıştı. Büyük bir fedakarlıktı. Hatta bedeli asla ödenemeyecek kadar büyük olan, bir “Kurtarıcılık Misyonu” idi. Dolayısıyla benim Ruslara olan “minnet borcumuz” onların dedemi katletmesinden kaynaklanıyordu.

Beynime çizilen tabloda, hep boynu bükük olmak Türklere haktı. Çünkü biz Bulgaristan’da kalan Osmanlı kırıntılarıydık. Bizim uyanıp bilinçlenmemiz içinse, sürekli baskı altında, suçlu durumunda, ezilmeyi hak etmiş mahkum vaziyette olmamız isteniyordu.

İyilik ile kötülük arasındaki bitmeyen kavgada, insan düşmanlığı, tatmin olmayan bir hırs ve sürekli böbürlenme ihtiyacı ve her defasında haklı ve bataklığın üzerinde leke gibi ama mutlaka üstte olmak bir nitelikse, TARİH-ANA İRADESİNDE VE RUHUNDA BİR EKSİKLİK YA DA FAZLALIK OLAN İNSAN TİPİ YARATMA KABİLİYETİ Mİ GİZLİYOR?

İnsan doğuştan kimseye düşman değildir.

İnsan doğduğunda kim olduğunu bilmez. Sevgi, saygı, adıl olma, dostça davranma ve kardeşçe yaşama gibi, kin, nefret, öfke, tahammülsüzlük, düşmanlık, ayrımcılık, ırkçılık vesaire eğitim sonucu ve yaşadığı çevresi ve kısaca toplumun ürünüdür.

Olumlu olan ve Olumsuzluk tarih küpünde gizlidir. Onları bireysel ve toplumsal hafıza küpüne depolayan da tarihtir. Ne yazık ki, yalnız tek kişinin değil, kavimlerin, soyların, milletlerin ve halkların da hatıra havzası böyle oluşur.

Belki de, insanoğlunun en üstün hünerlerinden biri, gerçek bir mücevher olan anılardan, herkese ve tüm topluma yararlı, ustaca yararlanmaktır.

Bizim analiz nesnemiz Bulgaristan ile Türkiyedir

Bulgaristan’da değişen pek bir şey yok. Benim gençliğimde, kitapların resimlediği, radyoların anlattığı, gazetelerin yazdığı, tarih ve edebiyat hocaları tarafından bilmemiz istenen ne varsa bugün de az farkla yine aynıdır. Her yıl, milli bayram, 3 Mart’ta “Şipka” tepesine çıkıp 20–30 fesli ve sarıklı askerlerin boynu kılıçla kesilir. Ruslara teşekkür edenler yeni sözler bulmakta zorlanırlar. Biz, Türk olsak da, Bulgaristan Halkı Adına teşekkür edilirken, paketin içindeyiz. Dedelerimizi kıyıp geçen Moskoflara aman ne iyi ettiniz de Osmanlıyı Plevne’de yendiniz, Osman Paşayı Şıpka’dan kovdunuz, Bulgar halkını sözüm ona  “esaretten”  kurtardınız diye sevinemeyiz. Kendini bilen, dedelerini öldüren katile hiç minnet duyar mı?

Bir bakıma, biz Bulgaristan’da kalan Türk ve Müslümanlar, tamamen çarpık ve iliklerine kadar Osmanlı Türk ve Müslümanlık düşmanlığı dolu bir ruhla oluşan Bulgar kimliği karşısında, hep ezilmişlik hissine kapıldık.

Ancak dirilen Bulgar ulusal kimliğinde asla yerimiz olmadığını anladığımızda Türklük bilinci yeşererek bünyemizde filizlendi. Bizleri sönmüş olan ümmet bilincinden uyandıran Bulgar milli duygusunun kabarmasıdır. Bu 138 yıldan beri devam eden “etki-tepki” şeklinde gelişen iki taraflı bir süreçtir. Ana dil, din, kültür ve tarih ve perspektif olarak tamamen farklı olmamız ve birbirimizin içinde eriyerek bütünleşmemizin mümkün olmaması gerçeği, bu süreci pekiştirmiş ve ulus Bulgar devleti yapısının “çok kültürlü yapılanmayı kabul etmemesi” de kızışan çekişmelerin kopma noktasına taşımıştır.

Atalarımız, Bulgaristan koşullarında “ümmet” kabuğu içinden Türk kimliğini böyle çıkardı. Aynı topraklarda reformcu Rusçuk Valisi Mithad Paşa tarafından ekilen yenileşme tohumlarında, Türkler için herhangi bir ayrıcalık olmadığından, Biz Bulgaristan Türklerinin Türk kimliğini çağıran milli uyanışımız Bulgarlardan 60–70 yıl geç olmuştur. Bu bakıma biz yenilenme sürecinde, dönüşüm hamlelerinde taşıyıcı rol üstlenemedik, kendimizi icraata geçemeden hamasi sözlerle avuttuk. Kendimizi tanımlamak bir tarafa başkaları tarafından Bulgaristan Müslümanları, Bulgaristan Türkleri vsy. olarak tanımlandık.

Benzetmesi şudur.

Biz Bulgaristan Türkleri kilise avlusuna bırakılmış bir Müslüman çocuk olarak yetişmek zorunda kaldık. Ayinlere katılmasak da, ortak sofrada yemeyi kabul ettik. Çölde susuz kalanlar olarak tarihimizden ve dinimizden gelen serap pınarlarıyla avunduk.

Tarih boyu mayalanıp oluşan Bulgar milli bilinç tohumunu “çatlamasında” iç faktörler kadar dış etmenler de rol oynamıştır. Bu bilincin içine Osmanlı düşmanlığı zehrinin şırıngalanmasında 19. yüzyıl Batı ve Doğu burjuva aydınları bu ocağa kömür atmışlardır.

Volter’den, Victor Hugo’dan Dostoyevski’ye kadar keskin kalemlerin hepsi birlik olup Boğazlardaki “hasta adamı öldürmek” istemiş tirler. Yani Türklüğü yok etmek uğruna eylem birliği yapmışlardır.

Ters bir örnek vermek istiyorum. Belki konu daha açık görülebilir: Klasiklerinden Karl Marks ile Fridrih Engels bile “Orient” ve Rus – Osmanlı Savaşı üstüne yazılarında,  “bir saldırı savaşıdır”, “Rus İmparatoru 2. Aleksandır’ın kanlı istila savaşıdır” gerçeğinin altını kalın çizmişlerdir. Sosyalist bir ülkede eğitim alsak da biz bunları çok sonradan öğrendik.

Bulgaristan’da yaşayanlar hala hakikati okuma veya işitme imkanı bulamıyordu. Çünkü baş tacı edilen bu iki deha toplu eserleri Bulgarca 56 cilt olarak basılmıştı. Oysa orijinali 153 cilttir. Marks’ın “cennet” olarak tanımladığı Osmanlı üstüne yazılanın da yer aldığı 97 cilt rafa kaldırılıp, yok sayılmıştı.

“Gerçekleri karartma” ile tarihi çarpıtan makinenin kapasitesi büyük, dişleri kocamandı. Zavallı insanlarımızı çarpık, eksik ve yanlış bilgilendirme, gerçekleri öğrenme yolu tıkalı, korku ortamı toplumun bilgilenerek uyanışına büyük bir settir. Bizde de öyle olmuştur.

Şimdi sizlere tam bu konuda tezimi destekleyici bir somut örnek sunmak istiyorum.

  1. Plevne kuşatıldığında yerli Bulgar erkân, çorbacılar, Papaz önde Osman Paşa kurmayına gider. “ Koruyun, kurtarın bizi” diye söze başlayan Papaz, 3 torba altın çıkarır. “ Buyurun Paşam, uygun gördüğünüz gibi harcayın ama bizi savunun!” der.
  1. Şu örneğim de Plevne’den. Bulgar Çarı Ferdinand Londra ziyareti esnasında Lortlar Kamarasında şöyle bir ricada bulunmuştur. “Beyler sizden Plevne toplu mezarındaki Osmanlı kemiklerini almanızı rica ediyorum. Çünkü Bulgar halkı uyuyamıyor, Osmanlının hortlamasından korkuyorlar.” Lortlar, bu ricayı ciddi bulup gereğini yapmışlardır. Bir kısım toplu mezarlar açılmış, kemikler çıkarılıp sandıklar içinde Varna limanından İngiltere’ye taşınmış ve öğütülüp ormanlara saçılmıştır.

Not: Plevne toplu mezarda 123 bin Osmanlı askeri gömülüdür

Bir örnek daha ilave ederek, Bulgar devlet adamlarının Osmanlı mirasçısı yerli Türkler hakkında düşündüklerini ve aldıkları tavrı açıklamak istiyorum. Osmanlıdan koptuktan sonra Bulgar Prensliğine en uzun zaman Başbakan olan Stefan Stanbolov öldürüldükten sonra Mecliste okunan raporda, Osmanlı Bankasından 80 bin altın borç aldığı ve bu parayla göçe zorlanan Türklerin tarla, çayır, koru ve ormanlarını aldığı açıklanmıştır. Bu zihniyet 138 yıldır süre gelmektedir.

İnsan ve toplum gücünü geçmişinden, tarihinden alır.

Plevne yamaçlarında yükselen ve Tuna’dan görünen bir Osman Paşa, Şipka Doruğunca göklere uzanan bir Süleyman Paşa anıtı dikilemedi. Anıtlar taş ve beton yığını değil, tarihin sembolleri, şehitlerin ruhu ve tarihsel bütünlüğümüzün simgesidir. Mezarlıklarımızın sürülüp tarla yapılmasına göz yumamayız onlar bizim tapumuzdur.

“Türklerin köklerini kazıyacağız” demeçleri 1 Kasımda yapılan Bulgaristan yerel seçimlerinden sonra da meclis kürsülerine taşındı. Konuşmamı işbu küflü milliyetçilik köklerinin derinliğini ve özünü birlikte araştırma niyetiyle hazırladım.

Ana konu budur.

Biz, 20. asır boyunca “Türk tehlikesi”, “ 5-inci kol ordu” ve halen “ Ilımlı İslam tehlikesi” gibi her gün yağan ideolojik zehir yağmuru altında yetiştik ve yaşıyoruz. 1878’de biz Türkler Bulgaristan nüfusunun % 64’ünü oluştururken, şimdi % 15’e düştük. Oralarda Malımızı mülkümüzü bıraktık da kaçtık. Tazminat almayı düşünen dahi olmadı. Her şeyimiz onlara Bulgar Devletine kaldı.

Oysa şimdi bir hafta önce Sayın Başbakanımız Davutoğulu’ndan Sofya’ya yapacağı ziyareti esnasında haberlerden sonra yine Rusçu, sol marjinal zümre, Bulgarların 1912’de Edirne saldırısından geri çekilmelerinden sonra uğradıkları kayıplar için 10 milyar dolar talep etmeye hazırlanıyorlarmış. Bu hortlama sahnesi, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan sıfatıyla Sofya meclisine yaptığı ziyaret sırasında da oynanmıştı. Oysa iki devlet arasındaki geçmişe ait sorunlar 1925 Ankara Antlaşmasıyla kesin çözüm bulmuştu.

Onlar 1912 yılı mağduriyetlerinin giderilmesini talep ediyorlar, ama bizler 1877’den günümüze kadar yaşadığımız mağduriyetleri dile getirmekten bile aciziz. Tarih kaşımaya uygun bir yaradır. Çünkü Bulgaristan kurulduğundan beri Bulgar Devlet Ağcı Türklere karşı hep dikenli, meyveleri hep acıydı.

Geçmişe daha farklı bir açıdan da bakabiliriz.

Tarih akışı içinde olayların çarpıtılması. Bilirsiniz San Stefano–(Yeşil Köy) Antlaşması din ve dili bilinen ve Osmanlıdan önce aynı topraklar üzerinde tarihi olan, Doğu Ortodoks Hıristiyan Bulgar ırkına kendi başına ruhen var olma hakkı tanıdı. O zaman Rumeli’de kalan Müslüman halk topluluklarına, yuvanızı bozmayın, kalın kaldığınız yerde, dendi. Ne var ki, Osmanlı Padişah’ının Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlarından kovan 1872 Fermanına göre çizilen San Stefano sınırları, Batılı Büyüklerin gözüne battı.

Hemen toplanan Berlin Konferansı, “ Bize Padişah’ın yaptığı iyiliği kimse yapmamıştır” anlamındaki Bulgar minnettarlığı yerine, yeniden çizip biçerken Bulgar Prensliği sınırları içine Türk düşmanlığı tohumu ekildi. Bulgar Prensliği’ne ancak Tuna boyu ve Sofya ilinin tahsis edilmesi SÖNMEYEN BİR HUSÜMET OCAĞI ATEŞLEDİ.

Bu ateşi yakan Osmanlı Padişahları değildi.

“Daha fazlasını hak etmek için Padişaha küfredeceksiniz, Türklere kök söktürecek-siniz” diyen “kurtarıcılar” ve “uyumlu yaşama ihtimalinden endişe duyanlardı. Osmanlı devrinde Balkanlarda kurulan iyi komşuluk ve yardımlaşma ortamından korkanlar vardı.

Olayı daha büyük bir mercek altına çekelim.

Bulgar tarihinin daha da derinlerine inip birkaç özelliğe işaret edelim. Bulgarlar, Payisi Hilendarski’den sonra, tarihini bilen bir millettir. Hazar bozkırında komşuluk yapmış olsak da Balkanlara bizden 700 yıl önce gelip 861’de Birinci Bulgar Çarlığı Kurdular ve 3 sene sonra Bizans dinini devlet dini ilan ettiler.

O dönem tarih yazan kılıç Bizans’ın elindeydi. Gelen göçebelerin çadır kurduğu topraklar onundu. Bulgarlar, bir de kalem tutmayı ve okumayı sever. O zamanlardan kalan büyük eserlerden biri Kiril Alfabesidir. Bu yazım, Çar I. Boris’in oluşturduğu Preslav ve Ohrid aydın ruhunda yetişen Kiril ve Metodiy kardeşlerin yaktığı sönmez çıradır.

Yeri gelmişken, değinmeme izin veriniz, son dönem Bulgaristan’a karşı şiddetlenen siber saldırı, Bükreş’te düzenlenen uluslararası güvenlik konferansında Cumhurbaşkanı Rosen Pleneliev tarafından kınandı. O, siber saldırının Moskova’dan geldiğine işaret etti. Kendine has megalomanlıkla, hemen cevap veren Putin, “unutmayın yazdığınız yazının harflerini biz verdik” dedi.

Büyük aydınlıkçı Kiril ve Metodiy kardeşlerin dev eserini çalmakla, Yakın Doğu petrolünü çalmak arasında fark göremiyorum.

Bu örneklemeyle de tarihin kesintisiz bir süreç olduğunu, derinliklerinden kötülük, husumet ve düşmanlık mayası çıkarılabileceği gibi, iyilik örneklerinin çıkarılmasının da mümkün olduğunu söylemek istedim.

Evet, Devam edelim,

Bizans imparatorlarına karşı savaşan, Peçenek ve Kuman Atlı Türk Ordularını da saflarına alan, şanlı zafer sayfaları yazan Bulgar Çarlığının çırası 1018’de söndü. Ne var ki, güneş batımından önce meydana gelen, değineceğim olay, karanlığın 168 sene sürmesine neden oldu.

29 Temmuz 1014’te Bulgar Çarı Samuil “Belasitsa” Savaşı’nda Bizans İmparatoru 2. Nikifor’a yenik düştü. 14 -15 bin Bulgar esirden yüzde biri tek gözlü bırakıldı. Ötekiler hepsi kör edildi. “ Hıristiyanlığı kabul etmezseniz kaderiniz budur!” dersi orada verildi.  Bulgar köylerine birer birer dağıtıldılar. Halkın ruhu ve iradesi kırıldı. Askerlerinin halini gören Samuil kayıp gitti. Rumeli’de 200 yıl kuş uçmamıştı. Evet, gerçekleri gün ışığına çıkartma zamanı geldi.

Bulgar halkına bu acı sanki azmış gibi, ruhu daha da oyuldu. Balkanlara ruhsal iyiliği seven “Tangra” Tanrısıyla gelmişlerdi. Canları pahasına dayatılan Tanrı, Baba ve Oğul imanı, din ve ibadet dillerini değiştirdi. Bulgarların Hristiyanlığı gönüllü kabul ettiklerini yaza yaza yazar olan bilim adamlarına selamım var. O iş, o zaman, dediğiniz gibi olsaydı,  1168’den, yani İkinci Bulgar Çarlığı’nın dirilmesinden  – 1396’da Bulgarların Osmanlıya katılmasına ve Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlardan kovan 1872 Padişah Fermanına kadar, din özgürlüğü ve DOĞU ORTADOKSLUĞU OLUŞTURMA mücadelesini anlamak mümkün olamaz. Olaya böyle baktığımızda, Küçük Kaynarca’dan “93 harbine” kadar Rus İmparatorlarının Bulgarlar arasında neden din kışkırtıcılığı yaptığı da kolayca anlaşılmaktadır.

Eğer Bulgar halkının özünde Tangra’dan gelen iyilik kutsallaşmamış olsaydı; bu halkın Bizans’ta her gün yaşadığı bitmeyen ve din değiştirme zorbalığından kaynaklandığına inandığı eziyete şeytan çilesi demezlerdi, isyan edip BOGOMİL HAREKETİ – (Tanrısını sevenler hareketi) alevlendirmez ve yanmaya gönül vermezdi.

Bu olay 1000 yıl önceki Bulgar toplumu için ruhsal olanı belirleyendir. Buralara gelen dervişler doğanın felsefesinde sevgi ruhunu güneşle kavuşturdu. Nazım Hikmet “ yârin yanağından başka her yerde ve her yerde beraberiz” dizelerinde bu sevgiye sonsuz umut çırası yaktı.

Karşımıza çıkan Bulgar ruhunun bir milenyum boyu süren, ezen ile ezilen boğuşması sahnesinde, şu gerçek yani Tırnono Patrikliği’nin “Tanrı sevenleri” bir “tarikat”, bir “eres” olarak lanetleyip, taşlatması, Batılı Kralların ise “yakalandıkları yerde yakın”  buyruğu belirleyici oldu.

İyilikleri yaşatmak için çıkarılan fermana rastlamadım. İYİLİĞİN geçmişe ait olduğu kadar, bugüne ve yarına da ait olduğu için ölümsüz bir umut, en ağır balyoz altında bile asla ezilip yok olmayan, bir cıva tanesi gibi ancak saçılan, saçılıp zaman içinde hep var olan, olduğunu görebildikleri için, Osmanlı dervişlerine huzurunuzda teşekkür etmek istiyorum.

Ayrıca 1952’de Bulgaristan’a gelen Nazım Hikmet Dobruca’yı köy köy gezerken yaptığı konuşmalarında, Bulgar idaresinin Türk-Bulgar ayırımı siyasetini tuzla buz etmiş, ektiği fikirler 5-6 senede yeşerince, Bulgaristan’da medeni anlamda Türk kimliği yaratılmasında, okul, lise, pedagoji mektepleri ve din okullarımız ve hatta Sofya Üniversitesinde Türkçe tedrisatlı 4-5 fakülte açılmasına temel olmuştu. Nazım’ın fikirlerinin Türklük çırası gibi yandığı yıllar “Bulgaristanlı Türklerin altın çağıdır.” Totalitarizm karanlığına rağmen bizi ısıtan ruhsal ocağımızdır. Bir örnek, kısa zamanda birçok Türkçe gazete ve dergi ve 560 Türkçe kitap basılmıştı. Bizler iyiliğin ölümsüzlüğüne inanıyoruz.

Bulgarların bizi, bizim de onları anlayabilmemizin ve kardeşçe, komşu komşu beraber yaşamamız için gerçeğin 2 yüzünü de tarih suyunda yıkamak zorundayız. Analizimiz, Bulgar gerçekliğinde bu iki yüzden birinin küflenip paslandığı, propaganda ile karartılan, ters yüz gösterilen dünya ve tarihin gün ışığına çıkarılabileceği inancımı artırıyor.

Bir de şu var: TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR

Zorbalık altında, korkuya yenik düşmüş bilinç, hafıza küpüne olumsuzluk depolar. Katmerleşerek sıkışan kötülükler, Bizans’ın yerine Osmanlının, Ruslar, ardından Almanların, daha sonra en büyük dalgalarla gelip üslenmeye yer arayan emperyalizmin çullandıkça çullanması, biliyor musunuz neye benziyor?

Duvardaki kirleri kapatmak için taze boya yapsan da, hava nemlendikçe küflü lekelerin alabildiğine, yeniden ve yeniden sırıtmasına…

Bulgar tarihinde şu tekerrürün izleri derindir:

Çar Samuil’in bir günde15 bin askerinden olduğunu bilinç belirleyen acı bir tarihsel gerçek olarak anımsadık. 899 yıl sonra, tam tarih -18 Eylül 1913’te yine Makedonya yöresinde, Rumlar ve Sırplarla çarpışmada Bulgar ordusundan 49 090 asker öldü. 21 bin 200’ü ömür boyu sakat, toplam 102 bin 853 yaralı verdi. Kötülüğün ölümsüzleştirilmesi açısından, buna olumsuzluğa tuz ekme diyebiliriz. Bu olaydan sonra, o “ yârin yanağından başka her yerde ve her şeyde ….” Sembolizmi var ya, onu değiştiren bir karakter aynası olan yeni bir Bulgar değimi doğdu:  “ Benim iyi olmam önemli değil, onun kötü olması önemlidir.” Bu anlayış monarşi zamanında yerleşti, totalitarizm döneminde katmerleşti ve toplumsal dayanışma, hoşgörü, iyi komşuluk vs. değerli erdemlere kuyu kazdı. Bizans ve Osmanlıdan sonra monarşi şeklinde tek kişilik faşist yönetim, ardından da sosyalist liderlik şeklindeki totaliter rejim baskısı altında yaşayan Bulgar halkı, günümüzde de zamanını doldurmuş ve uygulanması imkânsızlaşmış demokrasiye bir türlü ayak uyduramıyor.

İşte böylece BUGÜN VE YARIN bölümüne geçtik.

1908’de Çarlık olarak dirilen Bulgaristan bugün bir parlamenter cumhuriyettir.

138 yıllık yeni tarihinde 3 Anayasa değişti. 

Birincisi monarşiyi yasallaştırdı. 1947’de kabul edilen ikincisi Komünist Partisi yönetiminde halk idaresi, dedi. 1992’de kabul edilen üçüncü anayasa sosyal, demokratik düzen dese de, hiç birinde “ adalet, mülkiyetin temelidir” ilkesine yer verilmedi.

Bu anayasaların hepsinde belirtilen, yasama, yürütme ve yargı ayrımı asla uygulanmaması, anayasada yer almayan “kişisel idare”, “şahsi rejim”, “diktatörlük”, “faşist monarşi”, “totalitarizm” ve bir otokrasi erki için kullanılan diğer tanımlarla zulme, baskı ve teröre dayanan rejimler hep iktidarda bulundu. Zorbalığın sivri ucu tek uluslu Bulgar devleti kurulurken hep etnik ve dini azınlıklara yöneldi. Bogomil ruhuna kazınmış “eşitlik ve kardeşlik” ilkesi, 1795’te Fransız burjuva devriminde de, ana slogan olsa da, Bulgaristan’da hep, daha kötü günler için, bir yerlere saklanmış kaldı. Bu dönemde azınlıkların, Türklerin ve diğer Müslümanların menfaatlerini de gözeten başbakanlar görev başına gelmedi mi? Geldi.

Aleksandır Stanboliyski – Bulgaristan Çiftçi Partisinin lideri öyle biriydi. Türklerin ekonomik ve kültürel haklarını destekledi. Türk okullarına birçok yerde devlet ve belediye mülkünden toprak verdi. Sonra Vılko Çervenmkov da 3-5 sene özgün kültürümüzün serpilip açmasına olanak verdi. İlkokullardan başka liselerimizi açtık, gazetelerimizi çıkardık, büyük sayıda kitap bastık, radyo yayınlarımızı başlatmıştık, özenci sanat canlandı, tiyatrolarımız açıldı. Ama çok kısa sürdü ve artık 60 yıldan beri özlediğimiz yıllara dönemiyoruz.

1878’de Osmanlı’dan kopan Prenslikte bir etnik ve dini azınlık olarak kalan Türklerin geleceği anayasaya ve yasalara işlenmedi. Çok etnikli oluş ve farlı kültürlülük yasalara girmedi. Osmanlı feodalizmi içinde uyanan, Aydınlanma Çağı yaşayan Bulgar milletinin kapitalist bir düzen kurmaya, yani demokrasiye, yani toplumsal ayrışıma, yani tüm azınlıkların haklarını tanımaya açılması gerekiyordu. Beklenen buydu. Hayal edilen ile uygulanan birbirini tutmadı. Aslında Bulgar ulusal devrim hareketi programını Yunandan kopyalamıştı ve bu bakıma baştan aşağı aldatmacaydı.

16 Nisan 1879’da Tırnovo’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen BURJUVA ANAYASASI, Hollanda Anayasası’ndan kopyalanmıştı, Hollanda sömürge metropolü, azınlığı olmayan bir devletti. Fakat anayasal Prenslik hedeflendiği için bize en uygundu. Bu anayasa 68 yıl yürürlükte kaldı ve Berlin Anlaşması maddeleri değiştikçe, o da ayarlandı.

Bugünümüzün daha kolay anlaşılması için bir örnekleme yapıyorum.

Berlin Anlaşmasının ilk şeklinde “ Bulgaristan’a Bağımsızlık Tanınması” maddesi yoktur. Rus İmparatoru 2-nci Nikolay’ın dayatması sonucu bu yöndeki değişiklik yapıldı.

Başka bir misal: Anayasası’nın orijinalinde Prensi’nin Doğu Ortodoks Dinden olması şartı vardır. Ferdinand Katolik’ti. 1908 – 1918 arası Üçüncü Bulgar Çarlığının ilk Çarı olabilmesi için veliahdın Doğu Ortodoks Dininden olması şartını yine Rus Çarı İkinci Nikolay getirdi. Oğlu Üçüncü Boris vaftiz etti. Tangrı ilahının Hıristiyanlıkla değiştirilmesinden sonra, Rumeli’de din, dil, mezhep değiştirme işlerinin başka renkler alıp, “çıkar gereği” yapıldığını da görüyoruz. Kuşkusuz ardından daha 1912’de tüm Pomakların vaftiz edilişi, minarelerin yıkılıp, camilerin kiliseye döndürülmesi trajedisi yaşandı. 1936 ve 1942’de vsy. Pomakların isim ve dinlerine daha şiddetli bir saldırı geldi. 1950’lerden sonra Çingeneler Bulgarlaştırıldı. 1972’de Pomakların tamamına din ve dil haklarını yeniden kaybetti. 1984-85’te 1 milyon 250 bin Türkün isim, baba adı ve soy atlarının 3 ayda değiştirilmesi, dil ve din yasağı, Müslüman ahlakı kapısına anahtar vurulması sabır taşırdı.

Halk ayaklandı ve totalitarizm başı Todor Jivkov’u 10 Kasım 1989’da devirdi. Bulgaristan anayasal-demokratik bir ülkedir diyoruz da, 20. yüzyıl boyunca başımıza gelen şu sıraladığım vahşetin bir harfi, bir virgülü anayasada ve yasalarda yoktur.

Olaya olumsuzlama açısından bakarsak, Bugünkü Bulgaristan topraklarındaki Osmanlı devlet yapısının, kültür ve uygarlığının kökten ret edilmesi  “93 harbi” ve ilk Bulgar Anayasasıyla hemen, birden bire olmamıştır. Bir defa Doğu Rumeli Osmanlıya bağlı kalmıştır. İkinci, Osmanlıya karşı gelişen Bulgar milli kurtuluş hareketi, komitacılık, aydınlanma süreci geçmişi ret etme açısından, azınlıklara, Türklere, Yahudilere, Ermenilere vb. milli azınlıklarla ilgili “vatandaşlık haklarını yitirirler” gibi bir aşırılığa takılmamıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Bulgar ruhunu saran bu hareketlenmeyi adım adım kaleme alan, komitacı, Diyarbakır mahkûmu,  Krallık döneminde meclis başkanı Zahari Stoyanov, Bulgaristan Türklerini anlatırken “memleketimizde her zaman var olacaklardır” cümlesini kullanmıştır. Olağanüstü çalışkan, namuslu, vatansever, dürüst insanlar olarak bilinen ve toplu halde yaşayan Bulgaristanlı Türkler, yakın tarihimizde, başlarına gelenlere rağmen,  Bulgar devletinin yüzünü defalarca ak etmişlerdir. Bir defa, isimleri değiştirilmezden sadece bir yıl önce Bulgar döviz gelirinin % 49’una tekâmül eden tarım ve sanayi üretimini onlar sağlamıştır. Birçok kez düşmanlıkları emek ve insan sevgisiyle yenmişlerdir.

Spor dalından örneklersek, ağır sıklet serbest güreşte Lütfü Ahmedov Olimpiyat ve dünya şampiyonu altın madalyalarını Sofya’ya getirendir. Naim Süleymanoğulu, Halil MUTLU hepimizin gururudur.

Müzik dalında, Mesru Mehmedov New York filarmonisiyle dünyayı ayağa kaldırdı. Geçen sene Şumnulu ikiz kardeşler İbrahim ile Hasan Malta’da düzenlenen EVROVİZYON yarışında ikinci oldular. Kırcaaliye bağlı Çernooçene (Karagözler)  lisesinden Bayse kızımız Dünya Satranç Birincisi oldu. Bu başarılarımızı saymakla bitiremeyiz.

Şimdi biraz politik yapıdan söz edelim:

Osmanlının bağrında mayalanan Bulgar politik yapılanması Tırnovo meclisinde “liberaller”  ve “muhafazakârlar” olarak iki renkte ortaya çıktı. Sonlara onlara Dimitır Blagoev’in, sosyal demokratları, “geniş” ve “dar sosyalist-komünistleri” karıştı. 1990’da Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi kuruldu. Faşizm döneminde “lejyonerler” ağırlık kazandı. Sosyalizm yıllarında Çiftçiler komünist partisine “koltuk değneği” oldu. Şimdi Bulgaristan’da tescili yapılmış 150 den fazla politik parti var. Bunlardan 8’i mecliste temsil ediliyor.

1890’dan beri kurulan dağılan ama nasılsa bugünlere erişen siyasi parti ve fraksiyonların arasına 1990’ın 4 Ocak günü Bulgaristan Türklerinin Hak ve Özgürlükler Hareketi katıldı. Parti, 1960’lardan sonra Komünist Parti’nin Bulgaristan’da yaşayan Türk ve Müslümanların özgün kültürel hakları ve ibadet özgürlüğü ve Müslüman yaşam tarzına, adet ve geleneklerine bağlı olarak yaşamaya devam etme arzusunda kurulmuştu. Direniş yıllarında toplam 44 dernek, kulüp, birlik, örgüt ve parti kurulmuştur.

Şunu önemle belirmek istiyorum. Hak ve Özgürlük hareketi kurulmasına giden yol Bulgaristan’ın totalitarizmden kurtuluşu ve demokrasiye açılma yoludur. Bu direnişlerde Bulgarlar da atılım içinde olsalar da, Türklerin ve Pomakların direniş örgütleri ile Bulgar demokrasi ve insan hakları örgütleri arasında organik bağ kurulamamıştır. 1990’dn sonra Bulgar kamuoyu parçalanırken bu kopukluk hemen belirdi. Demokratik güçlerle Türk özgürlük hareketi kaynaştırılmadı.

Söylemek istediğim bir gerçek daha var. Gerek Bulgar, gerekse Türk ve Pomakların insan hakları ve demokrasi mücadelesi Bulgar gizli polisinin ve Rus dış istihbarat örgütü KGB gözünden kaçmamıştır. Bu yıllarda Türklerin ve diğer Müslümanların arasından toplam 3 bin 16 hafiye, rejim lehinde çalışmaya zorlanmıştır.

Aynı kişiler Büyük Göçte halkın evini, yurdunu elinin tersiyle itip, yola düşmesinde de kışkırtıcı rol görmüşlerdir. Bulgaristan’da toplumsal ilerlemenin mezarını totalitarizm kalıntılarıyla BSP-DPS hep birlikte kazdı.

Diğer partilere gelince, bilinmesi gereken şunlardır.

1989’da totaliter rejimin çökmesi ve 1992’de Anayasa’nın 1. maddesi değiştirilerek. BKP’nin toplumdaki yönetici rolü kaldırılınca, Komünist Partisi hemen kılıf değiştirdi. Bulgaristan sosyalist partisi oldu. BKP’nin ordu ve polis dışı, işçi köylü kadroları ve kitlesi partide kaldı. BSP 26 yılda 3 hükümet kurdu. 2 dönem Cumhurbaşkanı HÖH-DPS ile birlikte çıkardılar.

Son yıllarda BSP ufalanmaya devam ediyor. Hele Bulgaristan’ın 2004’te NATO’ya ve 2007’de AB’ye alınmasıyla ve toplumun Moskova’dan kopma havasına girmesiyle BSP parçalanarak küçülüyor. Halen mecliste BSP yalnızca 46 milletvekili var. 1 Kasımda yapılan yerel seçimlerde ilk defa İl belediye başkanı çıkaramadı. Başkan ve yönetim değişimi için Kurultay hazırlığı görüyor. Hem Batıcı hem Moskovacı zihniyet oluşturup lider yetiştirmek zor olsa erek.

1990’da patlayan devrim dalgası Sofya meydanlarına 1 milyon 200 bin kişi çıkardı. O zaman Demokratik Güçler Birliği Kuruldu. 1997’ye kadar toplumun nabzını tuttu. Demokrat Jelü Jelev  ve Petır Stoyanov Cumhurbaşkanı oldular. Zamanın geçmesiyle bu balonu şişirenin de gizli servis ve komünistler olduğu ortaya çıktı. Balon 1997’de patladı. Demokratik Güçler Birliği kırıntılarının bugünkü 5 yamalı “Reformcu Blok” bileşiminde görüyoruz. Mecliste sadece 2 milletvekilleri var.

Hükmet ortağı olan ve topumu kökten dönüştürme hevesiyle şimdiki hükumette Adalet, Sağlık, Ekonomi, Eğitim ve Savunma gibi en önemli 5 bakan koltuğuna da oturan bu siyasi kırıntı, kendisinin yerinde saydığı yetmezmiş gibi, topluma da yerinde saydırıyor. Son 26 yıl, hayat, Demokratik Güçler Birliği’nin toplumu totalitarizmden demokrasiye dönüştürebilecek bir kapasite sahip olmadığını gösterdi. Fakat geçim sıkıntısına yenik düşen, ama umudunu yitirmeyen seçmen kitlesi, 1 Kasım yerel seçimlerinde Refomculara 3 ilde seçim kazandırdı.

2001’de Bulgar siyasi arenasına, komünistlerce 1945’te çöplüğe atılan çarlık varislerinden II. Simiyon çıktı. Onun, 50 yıldan sonra Madrid’den dönmesi, Moskova’nın biz tasarımı olarak değerlendirildi. Dedesi Ferdinand, Avrupa Saray sülalelerinden olsa da Rus Çarı II. Nikoay ile anlaşmış, babası III. Boris ise Hitler tarafından zehirlenmişti. Hariciyede bulunduğu yarım asırda KGB’nin gözü hep Simiyon’un üzerinde olmuştu. 2001’de Sofya’ya inmesi, bir platform açıklamadan, parti bile kuramadan, ben sizin maddi durumunuzu 834 günde iyileştireceğim vaadiyle başbakan olması, toplumun psikolojik durumunu kendiliğinden anlatan benzeri zor bulunur, büyük bir örnektir.

Onun geri gelmesi ve halkın gözüne bir kısım renkli kül atması şüphesiz KGB ve yerli servislerin kurgusuydu. Bu balon da patladı. Ne var ki, Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi Sinod’u /Ruhsal Kurum/onun Çarlığını tanıdı. Pazar ve bayram ayinlerinde duası ediliyor. Simeon sayfası, sanki 2005’te kapansa da, Ekim 2016 seçimlerinde Cumhurbaşkanı adaylığının hem Moskova, hem Washington ve hem de Brüksel tarafından desteklenmesi muhtemeldir.

Halen iktidarın orta direği ve ülkenin ana siyasi partisi olan Avrupa Vatandaşlığı İçin Bulgaristan Partisi –GERB Başkanı ve Başbakan Boyko Borisov Hükümeti devam ettirmekte. Yıllar yılı yaptığı iş Todor Jivkov’u korumak olmuştu.  GERB – Bulgaristan emekli Ordulu, polis, itfaiyeci, jandarma, onların yakınları vesaire tabakasının partisidir. Bu, yaşlanan ve güçsüz kalan komünistlerin, belki de sahaya çıkarabildiği amma kontrol edemediği bir takım haline dönüştü.

Şöyle düşünelim.  Bu parti de Komünist Partisi “matröşkası” içinden çıktı. Fakat sosyalistler kadar kör Moskovacı değildir. Kabineye sağdan soldan 3 parti daha çeken Boyo Borisov, geminin alabora olmasından sorumlu olmadığını önceden beyan eden bir kaptan gibidir.

Bugün HÖH yönetiminde parti kurucularından, hapislerden, işkence odalarından geçmiş Türk ve Pomaklardan bir tek temsilci yoktur. Türk kültürü ve Türk kimliği gibi konuları rafa kaldırmıştır.

Türk ve Pomak seçmen tabanı HÖH elit kesiminin milletvekilleri, belediye başkanları ve muhtarları yukarıdan dayatma siyasetine sert tepki göstermeye başladı. Orantılı /prpportsionel/ sistemi esas alan Bulgar seçim kanununda 2013’te yapılan son değişiklikle, seçmene parti listesi içinde seçtiğini işaretleyip  oy verme hakkı tanındı. Tepki ve direniş yoları arayan seçmenlerimiz 2014 erken genel seçimlerinde bilinçli oy kullandılar. Blagoevgrat ile Razgarad’a bağlı İsperih /Kemaller/ belediyesinde tercihli seçme usulünü ustaca kullanarak HÖH Merkez yönetiminden dayatılan aylara değil de, tanıdıkları, sevdikleri, kendilerini Sofya’da doğru temsil edeceklerine inandıkları kişilere seçtiler. Başev ile Hüsmen Günay beyleri listenin alt sıralarından çıkarıp parlamentoya gönderdiler.

Parti yönetimi ikisini de disiplin bozmakla cezalandırdı. 1 Kasım 2015 yerel seçimlerinde tepki daha da büyük oldu. Aynı sistemi daha kararlı ve başarılı uygulayan Türk ve Pomak seçmen Dulovo /Akkadınlar/, İsperih /Kemaller/, Kubrat, Nikola Kozlevo ve Gırmen gibi Türklük ve Müslümanlık kalelerinde HÖH partisini yerel yönetimden indirdi, birçok muhtarlıkları bağımsız adaylarımız seçildi.

Türk ve Misluman Pomak tabanında büyük bir hareketlenme olduğuna, bilinçlenme ve Türk kimliğini pekiştirme sürecinin yalnız kök değil, artık dal budak saldığına kesin işarettir.

BULTÜRK yönetimi olarak gedip yeni seçilen başkanları kutladık, kendilerine moral verdik. Bulgaristan’da adalet ve demokrasi için isyan eden Türkler gerçek demokrasi yolunu açmaya başladı. Halk savcısını, polis şefini, belediye başkanını ve milletvekilini çoğulcu sisteme göre (majoriter) kendisi seçmek istiyor. Bu uzun ve dik bir yol, bilinçli mücadele yoludur.

Gördüğünüz üzere, Bulgaristan’ı, devlet yapısını, seçim sistemini, Bulgarları anlatmak pek öyle kolay değil. Çok problemli küçük bir ülke soğuk rüzgârların geldiği kuzey komşumuz.

Artı konuşmamı toparlıyorum. En çok kullandığım sözlerden birisi Bulgaristan, ikincisi de ANAYASA oldu. Anayasa her devletin ADLET DİREĞİDİR.

Son ve Üçüncü Bulgaristan Anayasası 1992’de kabul edildi. Bu totalitarizmden demokrasiye geçiş anayasası olmalıydı. O zaman bu hamurdan ekmek pişmeyeceğini anlamış olacaklar, Demokratik Güçler Birliği ve Hak ve Özgürlük Hareketinin Büyük Millet Meclisi parlamenterleri Anayasayı imzalamamışlardı. Daha sonra bu anayasada kez retuş yapıldı. 2014’te erken genel seçimlerden sonra kurulan 2. Boyko Borisov hükumeti Adalet reformu sonunu, geçici seçim hükumetinde Adalet Bakanı olan Hristo İvanov’u Reformcu Blok bileşiminden bakan olarak bırakarak çözdü.

Hristo İvanov Amerika’da hukuk tahsili görmüş, 2013-2014 yıllarında Sofya’da ve Bulgaristan’da sivil toplum örgütlerinin geliştirdiği köklü anayasal adalet reformu isteğiyle gelişen eylemlerin liderlerinden biriydi. İstifa etmesinin nedeni, Bulgar savcı ve yargıçlarının Yüksek Mahkeme’de eşit sayıda olmaması ve çoğunluğun savcılarda olması ve savcıların kendilerini sorgulaması hakkının korumuş olmalarıdır. Bakan Hristov ile birlikte, Mecliste hukuk reformundan yana olan milletvekillerinden, Güçlü Bulgaristan Partisi Başkanı Radan Kınev de istifasını sundu. Meclis kuşatıldı. Reform isteyenler ayağa kalktı.

Orta direk, eski anayasanın totaliter dönemde konulan ilkeleri kaldırılmadan, Bulgaristan’ın köklü demokratikler gerçekleştirerek demokratikleşmesi olası değildir.

Bulgar devlet ağacı bir akasya gibi, bir kaktüs gibidir. Küçük iken ilk dokunuşta dikenleri kadife gibi görünse de, büyüdükçe amansız batıyor.

Ne var ki, insan anasını ve memleketini seçemiyor. Çok derinlerine dalarak, Bulgarların tarihinden değişik çarpıcı örneklerle size, bir ulusal karakterin oluşumunu, etkilenişini ve bize olan yaklaşımını anlatmaya çalıştım.

Yeni Bulgaristan’ın daha demokratik, Türk ve Pomaklarımızın devlet yapısına daha aktif katılacağı, ekonomisinde payımızın artacağı, bugün aşamadığımız sorunları aşacağımızı ve adaletin her yerde ve her bakım hakim olacağına inanıyorum.

Şuna da fazlasıyla inanıyorum. Büyük Türkiye emelimizin gerçekleşmesiyle Bulgaristan’da yaşayan kardeşlerim daha rahat, daha güvenli ve yarınlarından daha emin yaşayacaklar.

Biz Büyük Göçle sınır kapısını açtık. Bu kapıda her iki taraf da yatırımların artmasını beklerken, turist kafilelerinin daha kalabalık olmasını bekliyoruz.

Hükumetten Bulgaristan’la ilgili özel yaklaşım programı bekliyoruz. Bulgaristan’ın özellikleri dikkate alınarak faklı bir yaklaşım hak ettiğine inanıyorum. Başarıya götüren yol somut yaklaşım yoludur.

Çok büyük bir hamle içindeyiz. 1990’da 2 milyar olan Türkiye Bulgaristan ticareti 6 milyarı Doları aştı. Sanayicilerimizin atılımı sıradadır.

Ben tarihin tekerrür edeceğine de inanıyorum.

Başımıza gelen tüm kötülükleri bizim iyiliğimiz olumsuzlaşacak ve çöpe atacaktır.

Teşekkür ederim.

Rafet ULUTÜRK
BULTÜRK Genel Başkanı

***************************

Reklamlar