Yazan: Sevilcan YÜCE
Konu: Memleket kokusu nefes etmeyeli kaç sene oldu?
Tanıştığımızda onu usulca elinden tutup bizim Cevizlik’teki Kuru Çeşme yoluna çekmeye çalışıyordum. O çeşmenin aktığını bilmiyordu. Adı bir yana, derin ceviz köklerinin asırlık bir susamışlıkla toprak cennetindeki bütün suları içtiğini, kurna boğazını ıslatacak bir damla bile kalmadığını düşünmüş olabilirdi.
Kendisine göre haklı olması beni hiç ilgilendirmiyordu. Efsanelerimiz, evlenmezden önce Kuru Çeşme’den su için damat, bizi sever ve burada kalır, der. Ben de onun buna uymasını istiyordum.
Ne yazık ki, ona kader çeşmemizden su içiremedim, çetin cevizlerimizi kırdıramadım, tekkemize götürüp adetlerimizi gösterip öğretemedim. Kahrolası isim değiştirme meselesi çıktı. Gelmek istese de uzun zaman gelemedi. Evlenmek istesek de “sular bulanık” dendi. Göç geldi. Bütün kafile aynı yoldan ve yanı kapıdan geçse de, adı değişmiş, yolu farklı, köyü kasabası belli değil, buluşmamız iki buçuk sene sürdü.
Yılardan sonra, büyüdükçe büyüyen milyonluk kalabalığın, genel adı Türklük olan tablosunun içinde kendi rengimizi seçip parlatabilme zamanının geldiğine inanıyorum. Çünkü ufaklar başkaldırdıkça biz buraya hangi ırmağın suyuyla geldik, beni bu yuvaya hangi “leylek getirdi” demeye başlıyorlar. Ben de yavrularıma “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin!” dediğimde “memleketimiz neresi anne?” demelerini bekliyorum.
Anavatan, vatan ve memleket arasındaki ince çizgiyi anlatabilmeye hazırlanıyorum. Memleket kokusu nefes etmeyen biri memleketini sevebilir mi? Diken batardı çocukluğumuzda ayağımıza, sızısı hep içimdedir. Bir de bahar yaza dönerken dolu dolu akan çeşme oluklarından kız kıza birbirimize su sıçratırdık. Etraf kuş sesi! Kuşların ise aralarında “ama bunlar bugün çok delişmen, annelerinin sesi de işitilmiyor, ne zaman gidecekler” diye konuştuğunu düşünüyorum.
İşte şu anlatmaya çalıştığım, ufak ufak şeyler, hata okuldan çaldığımız tebeşirle gelin ebesi çizmek için paylaşamadığımız kara kaya benim kimliğimi biçimleyen renklerdir.
Burada büyük şehirde yetişirken çok defa kendime “BEN KİM’İM?” diye sordum. Dedemin yakın arkadaşı olan, öğretmenlik, ticaret ve muhtarlık yaparak ömür törpüleyen ve boş zamanlarında şiirler yazan Hasan Basriev gençliğinde kara kalemle çimento torbası kâğıdı üzerine karaladığı şiirlerinden birinde, benim yaşımda iken şöyle demiştir:
Ben, dertli bir gencim, amalim kırık
Yolum uçurumdur, atim (geleceğim) karanlık…
Gönlümdeki neşe, titrek hıçkırık,
Irkımın sevgisi ile yaşarım…
Beş dörtlük-lü bir şiirin bu ilk küpleti. Bulgaristan’da 1934 askeri darbesinden hemen sonra yazılmıştır. Hasan Bey o yıllarda “Turan” gençlik örgütüne üyedir. Futbol ve spor takımlarında, sanat gruplarında buluşan Türk gençler ülkenin dört bir yanında gençlere Türklük bilinci kalemleri aşılamakta, Birinci Türk Kongresinden alınan ilhamla BEN KİM’İM?, sorusuna yanıt aranırken, Türkçe çıkan gazetelere gönderdiği mektuplarda BULGARİSTAN TÜRKLERİ PARTİSİ kurma çağrısı yapmaktadır. Genç yaşta da olsa, o yazılmayan bir tarihin silinip yok olacağına inanmıştır.
Gençlerle konuşmalarında sık sık “Türklük elden giderse!” sorusunu soruyor. Onların alevli bakışlarındaki şimşekleri okuyordu. Askeri darbecilerin birkaç günde yüzlerce köy okulunu kapatmasından korkmuştu. Aklından geçeni kimseyle paylaşmasa da, darbecilerin ve Çar’ın dini, dili, kültürü, örfü adeti derken, Bulgaristan Türk Kimliğini silmeyi hedeflediğini hissediyordu. Yukardaki dörtlükten 85 yıl önce akan bilgelik buna işarettir.
“Ben, dertli bir gencim” diyen şair, kendi derdinden söz etmiyor, halkımızın dertli olduğunu ve Türk kimliğimizi belirleyen en büyük manevi değerlerimize saldırıldığını, bunların dayanağı olan okul, medrese, oda, camı ve cem evlerine el uzatıp yasak getirmekle geleceğimizin maddi temellerinin yok edilmek istendiğine vurgu yapıyor.
“Geleceği karanlık” gören şair, bir halk öncüsüdür. Halkın durumunu isabetli ve doğru algılamıştır. Türk azınlığı, çemberin gerilmesine, o yıllarda Bulgar faşistlerinin nefes almaya başlamasına boyun eğemezdi. Kurbanlar vermeye başlayınca kendini toparlayacak ve başını kaldıracaktı. Ne ki, o zaman Türklük oyamıza çiçek örenler, Milli Türk Kongresinden sonra bir Türk partisi kuruculuğuna doğru dallanıp budaklanma hevesiyle çalışanları durmak zorunda kaldı.
Şairin BENLİĞİNİ aradığı bu şiir ilk kez 4 Haziran 1928’de Cuma – Tırgovişte’de çıkan “Dostluk” gazetesinde 23 yaşında bir öğretmenin duygularına tercüman olmuştur. Yine ilk kez bu şiirde, bir Bulgaristan Türk aydının kendi mutluluğunu halkının mutluluğu dışında göremediğini, görmek istemediğini, görse bile kabul edemeyeceğini görüyoruz.
Görürsem O’nu şen, mesut, bahtiyar
İçin nihayetsiz sevinçle dolar,
Varlığıyla ruhum mefahir duyar
Kapıma sığmaz, akar taşarım.
Bulgaristan Türklerinin Birinci Milli Kongresi 1929’da çağrılmıştı. 31 Ekim ve 3 Kasım günleri arasında Sofya’ya toplanan 460 delegeden biri oydu. 780 bin Bulgaristan Türkü’nü temsil edildi. Delegeler Türklüğün geleceğine mutluluk renkleri işlemek istiyorlardı. Bu kongrenin toplanmasında en büyük örgütleyici rol gören gazeteci Mehmet Celil’in çıkardığı “REHBER” gazetesi oldu. O, Cuma’ya Pazartesi günleri akşam treniyle yetişen gazeteyi garda bekliyor. Hava kararsa da “Turan” derneğinden arkadaşlarına ev ev gazete dağıtıyordu.
Kongrede görüşüne ana konular üçtü: En başta okullar sorunu geldi. Okul olmadan ümmetten Türklüğe süzülmemiz imkânsızdı. Türk okullar olmadan Türk aydın tabakanın yetişip oluşması da olanaksızdı. Yalnız Türkiye’den gelen okumuş kişilerden birçoğu, Bulgaristan Türklerinden aydın tabakası ve Türk politik sınıfını oluşturabilme ateşi taşımıyordu. Türkiye istikbaline kavuşmuş, egemen olmuş, Cumhuriyet devletti bayrağı dalgalanıyordu. Türklük gölgesi gönülleri serin tutsa da, aydın ithal etmek saman ithal etmek gibi bir şeydi. Beklenen sonucu veremeyebilirdi. Her ne pahasına olursa olsun, yeni Türkiye ile bağlar çok önemliydi, çünkü Bulgaristan Türk kimliğini yaratacak aydınlar Osmanlı manevi mirasından yükselecek ve Cumhuriyetin yaratacağı Türk kimliği kalemiyle aşılanacaktı. Bu aşı da bizim memleketimizde yapılacaktı. Türk azınlığı kendi okulları konusunda çok duyarlığıydı. Türk olmak için Türkiye’deki yenilikleri izlemek yeterli olmuyor. İlk planda yeni harflerle okuryazar bir kuşan yetiştirme ana ödev olarak önde duruyordu.
Görüşülen ikinci sorun. Zulmün durdurulmasıydı. 1925 Askeri Darbesinden sonra Bulgar milliyetçi dikenleri sivrilmiş ve azınlıklara karşı zulüm belirtileri belirmeye başlamıştı. Bu zulmün amacı Türkleri ülkeden kovmaya hazırlıktı ve delegeler bu hedefi görebilmiş ve tepkili davranmışlardı.
Bu kongrede görüşülen en önemli sorun siyasiydi. İlk kez olmak üzere Bulgaristan Türklerinin siyasi meşru hukukunun elde edilmesi ortaya kondu. Kongreye katılan milletvekilleri, öğretmenler, müftüler, vakıf başkanları, hayır cemiyetleri ve başka katılımcılar siyasi meşrutiyet konusunda oy birliğinde buluştular. Genç delege Hasan Basriev bu hedefe doğru ilerlerken siyasi bir parti kurulacağına inanmıştı. Partinin tabanı onun da aktif katıldığı “Turan” etkinliğine dayanacaktı. Cuma’daki çalışmalarında onu kanatlandıran kongre kararları oldu. Kendi kimliğini aradığı şiirinde, kendisini halkının dışında aramadı. Halkıyla iç içe ve kader birliğinde gördü. Halkın acısı onun acısı, gözyaşı onun gözyaşı, kaderi onun kaderiydi.
Ve dörtlüklerine devamla kendi benliği ile halkının kimliğini örtüşmüş, birbirine örülmüş ve birbirini tamamlayan olarak gören genç şair şöyle demiştir:
Mahzunsa milletim, gamlıyım ben de
Sızlatıcı bir ok vardır kalbimde,
Acısıyla tufan kesilirim de
Hiçbir engel bakmaz çağlar coşarım.
Bu satırların her birinde Bulgaristan Türk kimliğinin al bebek gül bebek doğmadığı, 1878’den sonra çatlayan toplumun çok sızılı bir döneminde doğduğuna, bu acının halk acısı olduğuna, en büyük baskı ve zulme karşı halk iradesinin her zaman ve her yerde üstün geleceğine kesin inanç ifade ediyor. Şair bu inancına değişmeceli (metaforik) bir benzetme göstermemiştir. Dünya literatüründe Çengiz Han’ın mazlum halkları ezip geçtiği ve dünya hükümdarı olmak için uçurduğu kelleleri saymadığında, şairler mecazi benzetme olarak dünyanın buz kestiğini ve cellat olan ne varsa at, asker, kılıç, ve mızrakların donduğunu, böylece kötülüğün üstesinden gelindiğini anlatır. 1925 ve 1934 askeri darbeleri Bulgar milliyetçiliğinin kanının tuzlandığı ve faşizme dönüştüğü yıllardır. Kimliğimizin uyanışı zorbalıkla durdurulmuştur. Aydınlarımız kılıç altına çekilmiş, yurttan kaçmak zorunda kalmış ve halkımız kabuğuna kapanmıştır. Gökyüzüne kibrit çakıp yağmurları yakan yürekli gençlerimiz bu son kavga değil inancıyla geri çekilmek zorunda kalmıştır. Fakat hiç biri için Güneş ve yıldızlar sönmemiştir. O yıllar bir de Bulgaristan Türklerinin adına (şairin dediği gibi) MİLLET dediği kızın doğduğu mutlu ve kutlu yıllardı. İnsanlarımız aynı ümmetten gelsek de Bulgarlarla aynı milletten olmadığımızı anlamış, kavramış ve son derece önemli gerçeğin bilincine varmıştır. Bir kökten gelmiş olsak bile o dönem biz Türkler artık bir yeraltı ırmağı olmaya zorlandık. Bulgar devlet egemenliğini bizimle paylaşmak istemedi. Bizi ezilmesi gerekenler olarak gördü. Onlar egemen ve hükmedendi. Hiç kimseyi tarih boyu yönetmediklerinden dolayı bize zulmetmeye başlamışlardı. İşte bu zorbalığa karşı şair “dağları aşarım” derken halkımızı bilinçli mücadeleye davet etmiştir. Bu dirilme 1989’un Mayısında milli ayaklanma bayrağını kaldıracaktır.
Bütün aşkım zevkim hislerim yalnız
Hayatım sanılan Millet adlı kız.
Olmasın mazlum ve boş yere haksız,
Bu uğurda yılmaz dağlar aşarım.
Her şirinde iyi ile kötüyü birbirinden ayıran, bizden olmayana yüz göstermeyen şair MİLLETİ içinde bizden olmayanı ayırıyor. Hain demese de hainlik kapısını kapıyor. “Ben Türk Milletinin bir ferdiyim” diyor. Düşmana hizmet etmem yankılanıyor. Türk kimlikli oluşuna vurgu yapıyor.
Türklerin bu memlekete rahmet olarak geldiğini belirtiyor.
Bunu kabul etmeyen ve halkımıza zulüm edenlere “kin” dolu olduğunu gizlemiyor. Düşmanları taşlamaya, onlarla bireysel ve örgütlü halk mücadelesine hazır olduğunu ve bu davadan asla vaz geçmeyeceğini beyan ediyor. O zamandan günümüze çok yıllar geçti. Fakat bu temel ilkelere göre atılan Bulgaristan Türk bireysel ve kolektif kimliği öz olarak değişmedi. Değişmeyecektir. 200 şairimiz de vatandan kovulsa, memleket kokumuz aynıdır. Vatan dedikçe gururlanıyoruz. Bu değer bizde ebediyen değişmeden kalacaktır. Memleket toprağından tüm köklerimiz birer birer sökülüp atılsa da, mayasında Türklük olduğu için memleket kokumuz değişmeden kalmış ve böylece yaşıyor. Bu bizim ter ve kan kokumuzdur.
Ey takdirkârlarım, muhaliflerim
İşte öğreniniz, aciz ben kim’im! …
Halk düşmanlarına derin bir kin’im!…
Menfa atçıları haşlar, taşlarım!…
Sayın okurlarım. Bugün büyük bir kavga içindeyiz. Bölünmüşüz! Parçalanmışız! Bireysel kaderle dağılmışız, geri dönüp baktığımızda bizi bugünlere getiren yol boyunca hep beraber olmuş olmamızdır. Oyuna gelmeyelim. Geçmişimizden koptuğumuz an biz biteriz. Benliğimizin doğduğu o toprakları, o mücadeleyi, o acı ve tatlı günleri asla unutmayalım.
Ben şimdi de arkadaşımı elimden tutup memleket cennetine çekmeye çalışıyorum. Siz de geliniz…
Bizi okuyunuz. Ben sizin için yazıyorum.
Lütfen paylaşınız.